31 Ağustos 2010 Salı

anne baba sevgisi



ANNE BABA SEVGİSİ


Hz. Musa (a.s) bir


Gün duasında


Ya Rab! Cennette benimle oturup kalkacak arkadaşımı bilmek istiyorum,


kimdir? Diye sordu. Cenab-ı Hak


Ya Musa! Filan ülkeye git; orada bir kasap vardır. Cennette o kasap senin


arkadaşın olacaktır, buyuruldu.


Hz. Musa o beldeye gitti,tarif olunan kasabı buldu


ve bir müddet


onu gözetledi. Akşam kasap çantasına bir parça et koyup dükkanını


kapayarak evine giderken, Hz. Musa ona selam verdi ve sordu:


Misafir kabul eder misin?


Kasap memnuniyetle ve güler yüzle kabul etti, birlikte evine gittiler. Ev


sahibi getirdiği eti pişirdi birde çorba yaptı. Sonra tavana asılı büyük bir


sepeti indirdi. Bu sepette çok yaşlı ve zayıf bir


kadın vardı, ona pişirdiği


çorba ve etten yedirdi. Üstünü başını temizledi,bütün


hizmetlerini gördü. İhtiyar kadını tekrar sepete koyarak tavandaki yerine


asarken, kadın ona bir şeyler söyledi. Kasap başını sallayarak güldü. Bu


işleri bitirdikten sonra sıra misafirini ağırlamaya geldiğinde, özür


dileyerek Hz. Musa’nın yanını geldi.


Olup bitenleri hayretle izleyen Hz. Musa, kendisine sordu.:


Kim bu kadın?


Anamdır. Çok yaşlı olduğundan kendisine böyle hizmet ederim, dedi. Musa


aleyhisselam:


Peki, dedi. Sen onu yedirip içirdikten sonra sepete koyarken sana bir şeyler


söyledi. Çok merak ettim, ne dedi acaba


Kasap güldü ve:


Onun bir duasıdır bu, dedi.


(Allah’ım


oğlumu cennette Hz. Musa ya arkadaş et.)


Hz. Musa bunu işitince:


Müjdeler olsun, dedi. Musa benim sen de benim cennetteki arkadaşımsın.






ANNE – BABA


Bizi dünyaya getiren besleyip büyüten anne ve babamızdır. Onlar olmasaydı


biz de olmazdık. Bu yüzden anne ve babamızın üzerimizde sayılamayacak kadar


hakları vardır. Bunun için onlara iyilik yapmamız gerekiyor.


Bir gün bir alimin huzuruna biri gelir ve şöyle der:


ben anneme karşı her türlü görevimi yaptım. Hatta kendi sırtımda taşıyarak


hacca getirdim. Haccın bütün kurallarını sırtımda yaptırdım. Şimdi ben


anneme karşı görevimi tam anlamıyla yapmış sayılır mıyım?


Alim şöyle cevap verir.


Sizin bu Güne kadar


annenize yapmış olduğunuz şeyler, hamileliği esnasında karnına


vurduğumuz bir tekme bedeli bile değildir.


Anne ve babaya saygılı olmak,iylik etmek en önemli görevlerimizdendir. Bu


nedenle onlara karşı bıkkınlık anlamına gelen söz ve davranışlardan her


zaman kaçınmamız


gerekir.


Sevgili peygamberimiz; “Ana ve babanıza iyilik edin ve ihsanda bulununuz


ki,çocuklarınız da size itaat etsin ve saygı göstersin.”






Ana Hakkı






Sahabilerden biri bir gün Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimize


sordu:


Ey Allah’ın Resûlu! İnsanlar arasında iyi davranmaya en lâyık olan kimdir?


Annendir.


Ondan sonra kimdir?


Yine annendir.


Daha sonra?


Yine annendir.


Sonra kimdir?


Baban.






Peygamberimiz bu cevabı,ananın hakkını bütün açıklığı


ile ortaya


koymaktadır. Çocuğun yetişirken ruhen gelişmesinde,


Sağlıklı ve dengeli olmasında


anne en lüzumlu, en kıymetli varlıktır. Çocuğa köklü bilgileri öğreten de


annedir.


Bizleri karnında taşıyan, kendi vücudunda besleyen, dünyaya getiren, her


türlü sıkıntımıza katlanan, uykusunu, rahatını bizim için feda eden


annemizdir. Ondan sonra aynı fedakârlıkları esirgemeyen; ömrünün sonunu


kadar sevgi ve şefkat kanatları altında altında koruyan yine annemizdir.






Baba Hakkı






Anne hakkından ne kadar söz etsek yeridir.Çünkü anneler buna lâyıktır.


Babaların hakkı da önemlidir.


Aile ocağını


tüttüren babadır.Bunun için Baba ocağı denmiştir. Baba, bizim


geleneğimizde aile reisidir. Evin kazancı, geçimi, dışarıdaki bütün


ihtiyaçları –anneler de çalışmakla birlikte genel olarak babaya aittir. Baba


Ailede otoriteyi


temsil eder.


Babalarımıza da minnet ve şükran borçluyuz Bizim kültürümüzde baba velinimet


olarak bilinir.Anamız gibi babamıza da derin bir saygı, samimi bir sevgi


duymalı ve onlara güler yüz göstermeliyiz. Bakıma muhtaç olduğu zaman


babamıza da öf demeden gereken yakınlığı göstermeliyiz. Onlara sert


söylememeli, sert konuşmamalı ve asla onları incitmemeliyiz.










cennet annenin ayaklarının altındadır


--


GÖNÜL ÇALABIN TAHTI

antika

Genç adam, antika merakı sebebiyle Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi.



Fakat, bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam, antikacının yürümesine yardım ederken:


- Günlerdir hasta olduğumdan, odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım, dedi. Meğer seni bulmak için iyileşmişim.


Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç-dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı.


Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafirini yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken


- Bugün soba yakamadım evladım, dedi. Ama bu yorganlar seni ısıtacaktır.


Ev sahibi, yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülen battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp yapıp o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı.


Mesela, hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşacak mıydı?


Genç adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgarın sesiyle uyandığıı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu.


Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde yemek pişirdiğini gördü ve etrafına bakınırken, birden iskemleleri hatırladı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı: Aman Allah’ım! Antikalardan hiçbiri ortada yoktu.


İhtiyar kurt, herhalde planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak:


- İliğim kemiğim ısınmış, dedi. Çorbanız da güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.


Yaşlı adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken


-İskemle dediğin, dünya malı be evladım, dedi. Biz misafirimizi üşütür müyüz?














Gelir bir bir, gider bir bir

Gelir bir bir, gider bir bir, kalır bir.



Gelen gider, giden gelmez, bu bir sır.


Gelirse gelir bir kıl ile eyleme tedbir.


Giderse gider eğlemez bir koca zincir!”


30 Ağustos 2010 Pazartesi

dünya hayatı


"Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir" (Enam, 6/32)

"Biz göğü,yeri ve aralarında olan varlıkları oyuncak olsun diye yaratmadık"
(Enbiya,21/16)

Önemli olan!



 


 "Herkes bedeninin ölümünü düşünüyor.
Kalbinin ölümünü düşünen yok!
Asıl önemli olan kalbin ölmesidir."

Hz.Mevlana



"Ramazan ve Kurban bayramı gecelerini,
sevabını umarak ibadetle geçiren kimsenin kalbi,
kalplerin öldüğü gün ölmez."

(Hadis-i Şerif)


29 Ağustos 2010 Pazar

Bu da Geçer Yahu'

Bir gün saray çalışanlarından biri, büyük bir suç işler ve sultanın huzuruna çıkarılır. Sultan kendisini bir şartla affedeceğini söyler. Ve ekler 'Bana öyle birşey bul ki, aynı şey hem dertlileri dertsiz kılsın hem de dertsizleri dertli kılsın' Affedileceğini duyan adam sevinçle yollara düşer. Bilgelere sorar, kitaplarda arar, bir türlü bulamaz. Bir gün birilerine sorarken, meczub bir derviş duyar bunu ve 'Bu da geçer yahu' diye bağırır adama, 'git sultana bunu söyle, istediği cevap budur' der. Adam hemen saraya çıkar ve sultana 'bu da geçer ya hu' deyip canını kurtarır.







Bazen öyle boğuluruz ki hüzne daha kötüsünü düşünemeyiz bile, bazen öyle seviniriz ki, hani şu zafer sarhoşluğu dedikleri şey, sanırız ki hep böyle gidecek. Oysa kainatta her şey zıttıyla beraber yaratılmıştır. Bilinen en küçük parçadan tutun da uzayın derinliklerine kadar. İnsanın duyguları da böyle. Her şey zıttıyla var. Bazen biri çıkar öne bazen diğeri...


Mutluluk...


Mutluyum derken gerçekten ne kadar da mutluyuzdur? Yada yaşanılan gerçek bir mutluluk halimidir. Eğer gerçekse neden yok olup olup tekrar dirilir.


Acaba mutluluğu değil de hakikati mi aramak gerekir. Yoksa gerçek mutluluk hakikatin içindemi gizlidir.? Hani şu 'Kahrın da hoş lütfun da hoş' anlayışı. Burda sözü edilen mutluluk nasıl bir mutluluk?


'Bu da Geçer Yahu

Hafız Osman'ın sanatı

Hafız Osman'ın sanatı















Aklam-ı Sitte’de Şeyh Hamdullah’dan sonraki en büyük atılım Hafız Osman Efendi ile olmuştur. Derviş Ali (ölümü 1678) ve Suyolcuzade Mustafa Eyyubi’den yazı meşkeden Hafız Osman Efendi, Şeyh Hamdullah’ın üslubunu derinlemesine öğrenebilmek için Nefeszade İsmail Efendi’den (ölümü 1678) de dersler aldı. Hocalarının vefatından sonra kendi üslubunu ortaya koyarak sanatını gittikçe geliştirmiştir.


Hafız Osman'la Türk yazı üslubu yeni bir yükseliş devrine girmiştir. Zamanın bütün hattatları ondan ders alıp onun yazı sanatını benimsemişlerdir. Sultan III. Ahmet ve Sultan II. Mustafa da onun öğrencileri arasındadır. Taş basmasıyla çoğaltılan Kur'an'lar Hafız Osman'ın şöhreti bugün Uzakdoğu ülkelerine kadar bütün İslam coğrafyasına yayılmıştır.


Osmanlı Devletinde yetişen âlim, velî ve büyük hattatlardan. 1642 (H.1052) senesinde İstanbul'da doğdu. Babası, Haseki Câmiinin müezzini Ali Efendi idi. Zamânının hat üstâdı olması sebebiyle, ilmî yönden çok hattatlığı ile meşhûr oldu. Osmanlı Devletinin en meşhûr hattâtı Şeyh Hamdullah Efendiden yüz sene sonra gelip, onun gibi yeni bir çığır açtığı için Şeyh-i Sânî (İkinci şeyh) nâmıyla anıldı. 1698 (H.1110) senesinde İstanbul'da vefât edip, müdâvimi olduğu Kocamustafapaşa'daki Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defnedildi.


Küçük yaşta, Kur'ân-ı Kerîm’i ezberleyen Osman Efendi, Hâfız Osman nâmıyla anılmaya başlandı. Kur'ân-ı Kerîme saygısı ve edebi ile dikkatleri çekti. Sadrâzam Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa tarafından himâye edildi. Kur'ân-ı Kerîm yazısına istidât ve hevesi dikkate alınarak, hat ustalarından Derviş Ali Efendi’den ders alması temin edildi. Derviş Ali Efendi kendisinin yaşlılık devresinde olması sebebiyle böyle kâbiliyetli bir talebeyi oyalamak istemedi. Kendi talebelerinin ileri gelenlerinden olan Suyolcuzâde Eyyûblu Mustafa Efendiye havâle etti. Suyolcuzâde'den, aklâm-ı sitte adı verilen, sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevkî ve rik'a adındaki altı çeşit yazı şeklini öğrendiğine dâir icâzet aldı. Bu sırada on sekiz yaşındaydı. 1659 (H.1070) senesinde Şeyh Hamdullah'ın yazı stilini zamanında en iyi bilen hattat Nefeszâde İsmâil Efendiye talebe oldu. Yeniden Elif Ba’dan başladı. Şeyh Hamdullah'ın yazı üslûbunun bütün inceliklerine vâkıf oldu. Yazıları Şeyh Hamdullah'ın yazılarına o kadar benzerdi ki, işin mütehassısı olan kimseler bile, imzâsız yazıların kime âit olduğunu ayırt edemezlerdi.


Hâfız Osman, kırk yaşına kadar Şeyh Hamdullah'ın usûlünde yazı yazmaya devâm etti. 1679 (H.1090) senesinde sülüs ve nesihte kendi usûlünde eserler vermeye başladı. Şeyh Hamdullah'ın yedinci asır hattatlarından Yâkut-ül Musta'sımî'yi unutturduğu gibi, Hâfız Osman'ın ünü de beş sene gibi kısa bir süre içerisinde Şeyh Hamdullah'ı insanların zihninden sildi. Hat'tan (güzel yazıdan) bahsedilen her yerde Hâfız Osman akla gelirdi. Devrin ileri gelen hattatlarından Ağakapılı İsmâil Ağa, Hâfız Osman Efendi’nin üstünlüğünü kabûl ederek; "Hüsn-i hattı biz bildik, Osman Efendi yazdı." derdi. Zamanın Padişahı Sultan İkinci Mustafa Han’a 1694 senesinde hat dersleri vermeye başladı. Hâfız Osman Efendi, Padişahın arzu ettiği yazıları yazar, Padişah da o yazıları taklit ederdi. Hâfız Osman Efendi yazı yazarken, Padişah hokkasını tutardı. Sultan Üçüncü Ahmed Han da, Hâfız Osman'ın hat dersi verdiği talebeleri arasındaydı.


Sünbül Efendi dergâhı şeyhlerinden Seyyid Alâeddîn Efendi’den aldığı ilim ve feyzle, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye eden Hâfız Osman Efendi, ilim ve ibâdette zühd ve takvâda çok ilerlemişti. Hâl ve hareketlerini, ahlâk ve tabiatını Allahü teâlânın emrine, Resûl-i Ekrem’in sünnet-i şerîfine uydurmakta büyük mesâfeler kat etmişti. Her hafta cuma günleri Sünbül Efendi dergâhına gider, dervişlere zikir esnâsında nezâret eder, onlara yol gösterirdi. Zikir esnasında kendisinden geçer, koynuna koyduğu varaklar hâlindeki yazılar, ortalığa yayılırdı. Üzerinde fevkalâde güzellikte yazılar bulunan bu varaklar, orada bulunanlar tarafından toplanır, daha sonra Hâfız Osman'ın müsadesiyle arzu edenlere dağıtılırdı. İhtiyâcı olan dervişler, kendisine verilen yazıyı satarak ihtiyâcını görür, ihtiyâcı olmayan da bereketlenmek için saklar, evinin en güzel köşesine asardı.


Hâfız Osman Efendi, gâyet mütevâzî ve cömertti. Allahü teâlânın bir kulunu memnun etmekten bir Müslümanın işini görüp, duâsını almaktan çok hoşlanırdı. Meşk (Hat) dersi almak için gelen hevesli ve istidâtlı olan herkesle ilgilenirdi. Pazar ve çarşamba günleri umûmî ders yapardı. Bir gününü zenginlere, bir gününü de fakirlere ayırmıştı.Cumâ günleri Sünbül Efendi Dergâhı’na giderken evinden erken vakitte çıkar, yolu üstünde, elindeki yazısını tashîh ettirmek için bekleyen talebelerle tek tek ilgilenirdi. Bekleyeni gördüğünde hemen atından iner, yol üstündeki bir taşa oturur, gerekli düzeltmeyi yapardı. Talebelerinin özürlerini kabul eder, onları sıkıntıya sokmazdı. Bir gün talebelerinden biri peşi sıra geldi. Takip edildiğini anlayan Hâfız Osman Efendi, dönüp ona ne arzu ettiğini sordu. O da, rahatsızlığı sebebiyle birkaç gündür dersine gelemediğini, meşkini tashîh ettirmek için de fırsat bulamadığını söyledi. Osman Efendi, talebenin özrünü kabûl edip, hemen atından indi. Yol üstünde bir taşa oturup, gerekli tashîhi yaparak talebenin gönlünü ve hayır duâsını aldı.


Hâfız Osman Efendinin bu hâlleri padişah hocası olduktan sonra da değişmedi. Aynı tevâzu ve aynı alçak gönüllülüğü devâm etti. Eline geçen malı Allah yolunda, fakir fukarâya harcar, kendisi eski hâlinde devâm ederdi.


Hâfız Osman Efendi, vakitlerini bir an boş geçirmez, ya ilim öğrenmekle, ya ibâdet etmekle, ya ilim öğretmekle veya hat dersleri vermekle geçirirdi. Elinin alışkanlığının bozulmaması için her gün mutlakâ yazardı. Hacca giderken de her konaklayışta yazı yazmış, el alışkanlığının bozulmamasına çok dikkat etmiştir.


Ömrünün sonuna doğru hastalanıp felç hâli vâki oldu. Pâdişâh bizzat ilgilenip, kendi doktorlarını gönderdi. Yapılan tedâvi neticesi, Allah’ın izniyle kısmen şifâ bulup üç sene daha yaşadı. Meşk çalışmalarına ara vermeden, hastalığında bile devâm etti.


Vefât etmeden önce, en son dersini Yedikuleli Emîr Efendiye verdi. Emîr Efendinin İmâm-ı Zeynelâbidîn hazretlerinin bir şiirinden; "Ve eykane ennehû yevm-el-firâk" (O, onun ayrılık günü olduğunu kat'î olarak bildi) mısra'ı üzerindeki hat çalışmasını tashîh edip, düzeltti. İki saat sonra vefat eyledi. Sünbül Efendi Dergâhı bahçesinde defin sonrası imâm efendi telkîn vermek için kalkınca, orada bulunan zamanın evliyasından Sipâhi Mehmed Dede, hemen müdahale edip; "Hacı Efendi, zahmet çekme! Merhûmun işi çoktan tamam oldu. Rûhu illiyyîne yükseldi. Hak teâlâ şefâatini müyesser eyleye!" dedi.


Kırk sene boyunca durup dinlenmeden çalışan Hâfız Osman Efendi; yirmi beş Mushaf-ı şerîf, çok sayıda En'âm-ı şerîf, Delâil-i hayrât, yazı kıt'aları, karalamalar, murakkalar yazdı. Bir gece rüyâsında Resûl-ü Ekrem efendimizi görmekle şereflenerek aldığı emir üzerine, ilk defâ levha şeklinde Hilye-i Saâdet'i yazdı. Bu hilyelerde Resûl-i Ekrem’in şemâil-i şerîflerini, mübârek yüzlerinin şekillerini, Hazret-i Ali'nin rivâyetine göre târif etti. Asırlarca elden ele duvardan duvara dolaşan Hilye-i Saâdet levhaları, cemâl-i Resûlullah’a âşık insanların yetişmesine vesîle oldu. O'nun mübârek şemâil-i şerîflerini geceleri rüyâlarında, gündüzleri âşikâre gören bu mübârek insanlar, Hâfız Osman Efendiye binlerce duâlar gönderdiler.


Hattat Osman Efendi, özenerek, bütün ustalığını kullanarak şânına lâyık edeb ve saygıya riâyet ederek yazmış olduğu Mushaf-ı şerîfleri; zamânın en usta nakkaş ve tezhibcilerine teslim ederdi. Onlar da aynı edeb ve saygı içerisinde vazifelerini icrâ ederler, asırlara mâl olacak, binlerce Müslüman tarafından kopya edilip yazılacak, milyonlarca Müslüman tarafından okunacak şâheserler vücûda getirdi. Hâfız Osman Efendinin eserlerini, yeğeni Bayrampaşa türbedârı Hâfız Mehmed Çelebi ve Ahdeb Hasan Çelebi gibi tezhib ustaları süslerlerdi. İstanbul'un, zamânın hilâfet merkezi olması sebebiyle, Hâfız Osman hattı ile basılan Kur'ân-ı Kerîm’ler bütün dünyâya yayıldı. Hâfız Osman Efendi de bütün dünyâda rahmetle anıldı.


Birçok talebe yetiştiren Hâfız Osman Efendi, hiçbir talebesinden ücret almaz, bilakis talebesinin kâğıt ve kalem ihtiyâcını da kendisi tedârik yoluna giderdi. Kendisinden icâzet alan talebe, tam bir ahlâk ve edeb numûnesi olarak mezun olurdu. Hâfız Osman Efendinin, elli civârında talebesi kitaplarda kaydedilmiştir. Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi, Anbârîzâde Derviş Ali Efendi, Hasan Üsküdârî, Bursalı Mehmed Efendi, Kürtzâde Bursalı İbrâhim, Derviş Mehmed Kevkek ve Yûsuf-i Rûmî, Hâfız Osman Efendinin ileri gelen talebeleri arasındadır.














Hafız Osman'ın Eserlerinden Örnekler;


































































Bilmek İstersen Seni

Bilmek İstersen Seni







Bilmek istersen seni


Can içre ara canı


Geç canından bul anı


Sen seni bil sen seni






Kim bildi ef'alini


Ol bildi sıfatını


Anda gördü zatını


Sen seni bil sen seni






Görünen sıfatındır


Anı gören zatındır


Gayri ne hacetindir


Sen seni bil sen seni






Kim ki hayrete vardı


Nura müstağrak oldu


Tevhid-i zatı buldu


Sen seni bil sen seni






Bayram sözünü bildi


Bileni anda buldu


Bulan ol kendi oldu


Sen seni bil sen seni






Hacı Bayram Veli


söylenmesi caiz olmayan sözler....







Söylemesi caiz olmayan sözler..1- Bir alet çalışmayınca veya bozulunca azizlik etti demek uygun değildir. Çünkü dinimizde aziz; izzetli, şerefli, değerli, evliya gibi anlamlara gelir. Bozulunca şerefli bir iş yaptı denmez.






2- Çocuk yedinci kattan düştü. Mucize olarak kurtuldu demek caiz olmaz. Çünkü mucize sadece Peygamberlerde görülür, çocuğa Peygamber denmiş olur. Allah’ın kudreti ile kurtuldu demek gerekir.






3- Günahkâra veya kâfire, (Günah keçisi) demek caiz değildir.






4- Ana babası Hıristiyan olan, namazda zammı sure olarak (Rabbenağfirli velivalideyye...) âyetini okuması caizdir, salli bariklerden sonra dua olarak caiz değildir.






5- (Haram ama seviyorum) demek haram olur, küfür olmaz.






6- (Allah yazdıysa bozsun) demek, dua niyetiyle caizdir.






7- Kâfire, (dayı, amca, dayıcığım, buyurun) demek, âdet olarak söylendiği için caizdir.






8- Allah bizi düşündüğü için göz vermiş demek caiz olmaz. Zira düşünmek mahlûklara mahsustur.






9- (Allah kuşlara kanat vermeyi ihmal etmemiş) demek uygun değildir. Allahü teâlâ ihmal etmez. Sanki ihmal de edebilir anlamı çıkacağı için söylememeli. İhmal etmez anlamında söylemek küfür olmaz.






10- Yüzünü gören Cennetlik veya hacı oluyor, demek caiz olmaz. Çünkü bir kimseyi görmekle Cennetlik veya hacı olunmaz. Bu bakımdan böyle söylemek yanlıştır.






11- Müslümana şeytan gibi adam demek caiz değildir. Cin gibi demek caizdir.






12- Müslüman ölü için (Toprağı bol olsun) demek caiz olmaz, bu ifade gayri müslimler için kullanılır.






13- (Allah kuşların planını kader defterine çizerken yakıt ihtiyaçlarını da hesaba katmış) demek caiz ise de böyle ifadeler kullanmak uygun olmaz.






14- (Allah insanın binasını hücre tuğlası ile örmüş) demek caiz ise de dememelidir.






15- Kâfire yaptığı iyilik için Allah razı olsun ifadesini imana gelmesini veya "Allah razı olduğu şekle çevirsin" diye niyet ederek söylemek caizdir.






16- (Allah unutmadı) demek edepsizlik olur. Sanki böyle demekle unuttuğu zaman da olabilir anlamı çıkmaması için böyle söylememeli.






17- (Allah yarattı demem döverim, almadan vermek Allah’a mahsus) gibi sözler küfür olmaz, ancak, Allahü teâlânın ismini, gereksiz yere kullanmak hürmetsizlik olur. Lüzumsuz yere yemin gibidir.






18- Şerefsizim ki doğru söylüyorum demek caiz değildir. Müslüman böyle söylemez.






19- (Anam avradım olsun) demek küfür olmaz. Ama Müslümana böyle söylemek yakışmaz.






20- İlah yerine, (Ey rahmeti bol padişah) demek, ibadet olmayan yerlerde caizdir.






21- Eskimiş Kur'an demek caiz değildir. Eski Mushaf olur ama, eski Kur'an olmaz. Kur’an, Allah kelamı demektir. Kur'an-ı kerimin kağıtlara yazılmış şekline Mushaf denir. Bunun gibi, büyük Kur'an, küçük Kur'an demek de caiz olmaz.






22- Kur'an için antivirüs programı, Resulullah için yürüyen Kur'an, Savaş Peygamberi, Allah için mimar, sanatçı diyenler var. Böyle söylemek caiz değildir. Çünkü Allahü teâlânın isimleri, tevkîfîdir, yani dinin sahibinin bildirmesine mevkuftur, bağlıdır. İslamiyet’in söylediği ismi söylemelidir. İslamiyet’in bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar iyi, güzel isim olsa da, söylenmez. Dinde bid’at çıkarılmamalı. Diğerleri de böyledir. Allah Resulüne, Allah kelamına saygı göstermeli, misyonerlerin tuzaklarına düşüp de Müslüman olarak böyle şeyler söylememeli.






23- Bazıları, “Domuz oğlu domuz, domuz gibi bakıyorsun. Eşek oğlu eşek demek küfürdür, çünkü böyle söyleyince Hazret-i Âdem'e kadar gider. Böyle söyleyenin iman ve nikahını tazelemesi gerekir” diyorlar. Bunlar doğru değildir. Hazret-i Âdem'e kadar gitmez. Böyle söylemek uygun değilse de, küfür olmaz. Müslüman böyle sözler söylemez.






24- (Anladıysam Arap olayım) demek uygun değildir. Niyeti, Arabı, Peygamber efendimizi kötülemek ise küfür olur.






25- (Allah bana kulum demesin) diyerek yemin etmek caiz değildir, çok tehlikelidir.






26- Allah’a akıl sahibi demek caiz değildir, akıl mahlûktur. Allahü teâlâ aklın yaratıcısıdır.






27- Eskiden mürşid-i kâmiller vardı, ama dünya işlerinden anlamazlardı demek caiz değildir. Onlar ahiret işleri gibi, dünya işlerini de bilirlerdi. Bazı kimseler de evliya ayrı, âlim ayrı diyorlar. Yani evliya ilimden anlamaz diyorlar. Evliya haramdan, mekruhtan kaçan salih kimsedir. İlim olmadan haramdan, bid'atlerden nasıl kaçılır ki?






28- İnsanlar için, (Beni ihya etti, beni ihya ettiniz) demek caiz değildir. İhya etmek kelimesi, canlandırmak, can vermek, diriltmek anlamındadır. Bu anlamda kullanılması uygun değildir.






alıntı......






Baykuş ile bülbül...

--------------------------------------------------------------------------------







Hayat-ül hayvan kitabında bildiriliyor ki:






Süleyman aleyhisselam bütün hayvanlarla konuşurdu. Bu onun mucizelerinden biriydi. Gökte tahtı ile gezerdi. Bir gün baykuş Süleyman aleyhisselama selam verdi. Süleyman aleyhisselam selamını alıp ona sordu ki:






- Niçin buğday yemezsin?


- Âdem aleyhisselam onun yüzünden Cennetten çıktığı için.






- Niçin su içmezsin?


- Nuh aleyhisselamın kavmi suda boğulduğu için.






- Niçin hep harabelerde bulunursun?


- Harabeler Allahü teâlânın mirasıdır.






- Niçin evlerde ötersin?


- İnsanları ikaz için."Önlerinde şiddetli tehlikeler varken nasıl gafletle uyurlar. Böylesine yazıklar olsun!"






- Gündüzleri niçin çıkmazsın?


- İnsanlar bana zarar verebilirler.






- Öterken ne dersin?


- Tesbih okur bir de"Ey gafiller çıkacağınız uzun sefer için azık hazırlayın!"derim.






Süleyman aleyhisselam baykuştan daha nasihatçı kuş olmadığını söyledi. (Berika)






***






Ya Bülbül!..Güle asik olmak..






İbrahim aleyhisselamı ateşe attıkları zaman bütün melekler vahşi haywanlar ve kuşlar ağlaştılar ve etrafında toplanıp İbrahim aleyhisselama bir yardım yapabilmenin çaresini aradılar.






Bunların arasında zayıf bir bülbül yavrusu vardı. Kendini ateşe atacağı sırada Hak teâlâ Cebrail aleyhisselama emredip buyurdu ki:






- O kuşu tut ve ne dileği olduğunu sor.






Cebrail aleyhisselam kuşu tutup istediğini sorunca kuş dedi ki:


- Halilullahı ateşe atıyorlar. Madem ki kurtarmaya kâdir değilim bari onunla beraber ben de yanayım.






Hak teâlâ buyurdu ki:


- O kuşun benden dileği nedir?






Bülbül şöyle arz etti.


Benim dünyada Hak teâlânın adını anmaktan başka arzum yoktur. Bin bir ismi olduğunu işittim. Yüz birini biliyorum. Dokuz yüz ism-i şerifini de bilmek isterim.


Hak teâlâ kuşun dileğini yerine getirdi.


Şimdi sahralarda feryat eden bülbül Hak teâlânın ismini söylemektedir.






"Nemrud’un ateşi İbrahim aleyhisselama gülistan olunca bülbül gelip gül ağacında nağmeye başladı. O zamandan kıyamete kadar gül ağacına muhabbet etti aşık oldu






28 Ağustos 2010 Cumartesi

Alper Onlar öndeler onlar öncüler


Alper Onlar öndeler onlar öncüler
Yükleyen efsanesiz. - Ä°nsan, aile ve arkadaÅ� videolarını keÅ�fedin.

GEVEZELİK

GEVEZELİK ETMEYENLER HİÇBİR YERDE İSTİSKAL İLE KARŞILAŞMAZLAR ÇOK KONUŞANLAR



İSE KENDİLERİNİ HER YERDE REZİL EDERLER


(HZ ALİ)K.V.


Namazsız İnsan Kaybolmuş İnsandır



“Bir vakit namaz mı, hayat mı?” diye bir soruyla ve tercihle karşı karşıya gelsek ve gözümüzü hiç kırpmadan ve bir saniye bile düşünmeden “namaz” diyemeyeceksek, yaşadığımız hayatı “Hayy” olanın bir armağanı olarak göremiyoruz demektir.






Namaz, kulluk bilincinin zirve yaptığı duraktır. Bir insanın yükselebilecek olduğu en büyük makam, kulluk makamıdır. Namaz işte bizi buraya taşır. Bir insan kendini “kul” olarak kabul etmiyorsa, ne olarak kabul ederse etsin, fark etmez. O artık nefsinde ilahların çarpıştığı bir savaş meydanındadır ve “barış” denen nimetten de çok çok uzaklardadır.






Namaz, mü’minlere, Allah’u Teala tarafından Mirac’da armağan edilen en güzel hediyedir. O Mirac ki, Cebrail’in huduttan öteye bir adım atamadığı, bir yerden sonra, Rabbin huzuruna yalnızca AŞK’la girildiği bir ilahi tören! Zaman ve mekanın ötesinde, fakat aşkın en gizemli nağmelerini ruh ikliminde duya duya, insan olmanın şerefiyle ve seni yaratana “Rabbim” diyebilmenin mutluluğuyla “kul” olma onurunun insana hediye edildiği mutluluk diyarı. Bu diyarın mutluluğunu yalnızca kendisinin tatmasına gönlü razı olmayan Sevgililer Sevgilisi’nin, “Namaz mü’minin miracıdır.” diyerek Rabbi katında bize namazla şefaat etmesi, eğer uyuyan gözlerimizi hala uyandırmıyorsa, yazık!






Namaz, böyle bir iklimin diriltici soluğudur. Dünyanın dönüşü nedeniyle yeryüzünde ezan okunmayan bir an yoktur. Ve beş vakitin her anı dünyada mevcuttur. Dünya anbe an secde ederken, gökyüzünde melekler namaz şöleninde Allah’ı tesbih ederken, her varlık kendi diliyle “Allah” derken, insan, namaza durarak “Allahu Ekber” demiyorsa, kendi kıyametini koparmış demektir.






Namaz Mirac’dır ve Allah ile buluşmadır. Gözyaşlarıyla abdest almayan insan Rabbi ile nasıl buluşabilir?






Namaz, aşkta yok olmanın adresidir. Kendi varlığından başka varlık bilmeyenlerin o adrese gitmeleri nasıl mümkün olabilir? Namazsız insan, kaybolmuş insandır.






Namazla arınan gönül, duygularını aydınlatmıyorsa, sen kimin münevverliğinden (aydın) söz edersin?






Her sabah göklerden gelen diriltici sesi duyup, yeryüzüne merhametle dolmuyorsan, senin varlığından daha büyük eziyet mi vardır?






Secdede, aşkın doruklarında kainatın ruhunu sağamıyorsan, medeniyet meydanına “bozguncu” olarak indiğinin de farkında değilsin.






Namaz arındırıcı ve aydınlatıcıdır. Arınmamış ve aydınlanmamış insan bir şeyin başına geçer ve iktidar olursa, o yer fesada uğramış demektir.






Gece. Yıldızlar ayet ayet gökyüzünden asılıyor. Gökyüzünde şölen var: vaktin melekleri, insanoğluna ikinci kez eline geçiremeyecek olduğu “zaman dilimi”ni sunuyorlar. “Kalkın ey insanlar, Rabbimiz, sabahı size hediye ediyor!” diye nida ediyorlar.






İnsan uykuda. İnsan nefsinin kuyusunda. Kuyularda Yusuf yok. Rüyaları yılanlar basmış. Minareden bir ses: “Allahu Ekber!” Yusuf suretinde bir genç ayakta ve namazda: “Allahu Ekber!”






Kıyamet bugün de ertelendi, çok şükür.






Ve ruhumuzun kıyametinin ebediyyen ertelenmesi için hep birlikte haykıralım:






“Haydi namaza!”


HAYDİ BUYRUN NAMAZA

Namaz hesabını tam verenlerin diğerlerinde kolaylık göreceğine, veremeyenlerin, zorda kalacağına işâret vardır. Bir insan, bir vakit namazın yerine milyonlarca lira sadaka verse veya birinin iki rek'at namazı yerine bir başkası yüz rek'at namaz kılsa, namaz borçlusu şahıs bunlarla mes'ûliyetinden hiç bir sûrette kurtulamaz.















Ey Kul,Kıl Namazını Çekme Dünya Nazı,


Sonra Kılarım Diyenin,Dün Kıldık Namazını...






















NAMAZ KILMAKTAN AYAKLARI ŞİŞEN PEYGAMBER’İN (SAV)






UYUMAKTAN GÖZLERİ ŞİŞEN ÜMMETİYİZ


















Hazret-i Mevlana’nın namaz DeğerlendirmesiGönül ustası Hazret-i Mevlânâ, insanı ilâhî huzura ulaştıran tekbir, kıyam, rükû, secde, selam ve dua gibi namaz rükünlerine oldukça düşündürücü mânâlar kazandırır.






Namaza tekbirle girmek, “İlâhî, biz senin huzurunda kurban olduk” demektir. (Tekbir getirerek kurban kesildiği gibi, tekbirle namaza başlamak da ‘Allah’ım, canımız sana feda olsun’ anlamındadır.)






Namazda kıyama durmak, Allah’ın huzurunda kıyametteki muhasebeyi hatırlatır. Kul, biraz sonra hakkıyla yerine getiremediği kulluğundan ve işlediği günahlardan dolayı, utancından ayakta durmaya dermanı kalmaz, rükû’a eğilir.






Başı rükû’da iken “Hakk’ın sualle-rine cevap ver!” diye İlâhî ferman gelir. Kul, rükûdan başını mahcup olarak kaldırır. Ayakta duramaz, yüz üstü secdeye kapanır.






Tekrar ona “Secdeden başını kaldır! Yapmış olduklarından haber ver!” diye ferman gelir. O, yine mahcup bir halde başını kaldırırsa da, tekrar yüzüstüne kapanır.













O ağır yükün tesirinden dizleri üstüne çöker. Sağa selam verir; peygamberler ve melekler tarafına bakar, onlardan şefaat talep eder. Onlar derler: “Çare ve yardım günü geçti. Çare, ancak dünyada olabilirdi. Orada salih amellerde bulunmadınız, o günler gitti.”






Sola selam verir; akraba ve yakınlarının tarafına bakar. Onlardan da bir fayda göremez.






Herkesten ümidini kesince, dua için iki elini kaldırır. “Ya Rabbi, herkesten ümidimi kestim. Kuluna melce ancak Sensin. Senin rahmet ve mağfiretine sınır yoktur






Son dakika namazı

Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında: ''Oğlum



namaz hiç bu vakte bırakılır mı?'' Anneannesinin yaşı


yetmişe dayanmış, ama ezan


okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek


bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.






Kendisi ise,nefsini bir türlü yenemiyordu. Ne


oluyorsa, hep... namaz son dakikalara kalıyor, bu


sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu


düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı


ezanının okunmasına on beş dakika kalmıştı. Başını her


iki yöne pişmanlıkla sallayarak, "Yine geciktirdim


namazı." dedi kendi kendine.






Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini


yüzünü tam kurulamadan kendisini odasına attı.


Mecburen, hızlı hareketlerle namazı eda


etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden


edemedi. "Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine


bana." dedi. Çok seviyordu onu ...Hele öyle bir namaz


kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla


seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki...


hicabından renkten renge girerdi.






O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık


vardı üzerinde. Duasını yaparken, başını ellerinin


arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu


şekil tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi


oldu. "Ne kadar da yorulmuşum." dedi. Daldı gitti


öylece....






Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön


insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir


şekilde etrafı izliyor; Kimi sağa sola koşturuyor,


kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında


bekliyordu. Yüreği yerinden fırlayacak gibi atıyor,


adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor,soğuk soğuk


terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve


mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına


bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama


mahşer meydanında ki ürperti, korku ve bekleyişin bu


denli dehşet vereceğini düşünmemişti.






Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de


okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. "Benim


ismimi mi okudunuz?" dedi dudakları titreyerek.....






Kalabalık birden yarılmış, bir yol olmuştu önünde. İki


kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri


oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın


bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi.


Melekler her iki yanından uzaklaştılar. Başı


önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi


geçiyordu gözlerinin önünden...." Şükürler olsun "


dedi, kendi kendine ve devam etti; " Gözlerimi dünyaya


açtım,Hep hizmet eden insanları gördüm. Babam


sohbetlerden sohbetlere koşuyor, malını islam yolunda


harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor,


yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi


kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara


hizmete çalıştım. Onlara Allah'ı anlattım. Namazımı


kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine


getirdim. Haramlardan kaçındım. "Kirpiklerinden aşağı


gözyaşları


dökülürken, "Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi


zannediyorum." Diyordu. Ama bir yandan da "O'nun için


ne yapsam az, Cennet'i kazanmama yetmez." Diye


düşünüyordu.Tek sığınağı Allah'ın rahmetiydi.






Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyordu.


Sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri


terazinin ibresindeki neticeyi


bekliyordu. Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli


melekler ellerinde bir kağıt, mahşer meydanında ki


kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları


tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.


Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak


kesilmişti.






Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları


yanlış mı duyuyordu? İsmi cehennemlikler


listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten


dona kalmıştı." Olamaaaazzzz " diye bağırdı. Sağa sola


koşturdu. "Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım


boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla


beraber koşturdum. Hep rabbimi anlattım." Diyordu.






Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu.


Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını


sürüyerek ve kalabalığı yararak


alevleri göklere yükselen Cehennem'e doğru yürümeye


başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım


eden çıkmayacak mıydı?






Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla


karışık döküldü.."Hizmetlerim... Oruçlarım....


Okuduğum Kur'anlar......Namazım....Hiçbiri beni


kurtarmayacakmı?" diyordu. Bağıra bağıra yalvarıyordu.


Cehennem melekleri onu hiç sürüklemeye devam ettiler.


Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi.


Son çırpınışlarıydı.






Resülullah, "Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde


beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler,


günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle


temizler." Buyuruyordu. "Oysa ki benim namazlarım da


mı beni kurtarmayacak?" diye düşünüyordu.






" Namazlarım.....Namazlarım....Namazlarım." diye diye


hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye


devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler.


Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa


dönüp geriye baktı. Artık gözleri de kurumuştu.


Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.






Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem


meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birden


bire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu. Tam bir


iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu.






Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı


bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. kendisini


yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek


ihtiyarın yüzüne baktı.






"Siz de kimsiniz ?" dedi.


İhtiyar gülümsedi: " Ben senin namazlarınım."






"Neden bu kadar geç kaldınız ?Son anda yetiştiniz.


Neredeyse düşüyordum."dedi....






İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; Başını salladı;






" Sen beni hep son anda yetiştirirdin, ...hatırladın


mı?










Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter


içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı.


Yatsı ezanı okunuyordu.Bir ok gibi yerinden fırladı.


Abdest almaya gidiyordu.....