31 Ocak 2011 Pazartesi

nefs akıl ruh kalp

Nefs, akıl, ruh ve kalb” ?! bazen kafamız çok karışıyor , bu kavramları birbiri yerine bile kullanır olduk…



- Tasavvuf yolunda, ayrı mânâlara gelen bu saydıkların bazı âriflerce sergilediği özellik, taşıdığı sıfat ve tezahürlerine göre aynı beşeri ruhun farklı gömlekleri bilinmiştir. Beşeri ruh; şehvetin egemenliğine girdiğinde nefs; haram olan şehvetini yenince akıl; kendi kendisini bağlayıcı bir iman çizgisinde olunca kalb; Cenab-ı Hakk’ı, hakkıyla bilip eksiksiz kulluk yapınca da ruh şeklinde görülmüştür.


Mü’min,

Hadis-i Şerif: Mü’min, (şeriatın) hududunu koruyan, daima tefekkür eden, ilim öğrenen, akıllı, kamil, dili nazik, ahlakı güzel olan, az gülen, çok ağlayan, dünyayı terk eden, ahirete rağbet eden, dünya işlerinde saf, ahiret işlerinde akıllı olan, az yiyen, hüznü daim, hevası az olan, şehvetleri terk eden, şeytana muhalefet, Rahman’a muvafakat eden, kendi ayıpları ile meşgul, başkalarının ayıplarıyla ilgilenmeyen, Kur’an sözü, salihler arkadaşı, Allah C.C dostu olan, Allah’ı zikirle mutmain, Allah’ın emrinde müstekıym (devam eden,) ve kıyamet gününden korkan kimsedir.

30 Ocak 2011 Pazar

nuh nebiden kıssa

Nuh Peygamber zamanında insan ömrü 950 yıl civarında imiş. Bir gün Nuh Nebi ashabıyla sohbet ederken onlara "Ahir zamanda evlatlarımızın ömürleri pek kısa olacak!" demiş. O sırada ashabından biri atılmış:



- Ne kadar kısa olacak ey Allah'ın elçisi!


- Kısa olacak işte, pek kısa.


- Ne kadar ya Rasulallah?


- Hemen şöyle 80-90 yıl kadar.


- O kadar mı kısa olacak ey nebi!?..


- İşte o kadar kısa olacak.


Bu sırada köşede konuşulanları dinleyen birisi sormuş:


- Ya Nuh!. Onlar yeryüzünde ev falan da yapacaklar mı?!..


29 Ocak 2011 Cumartesi

toprak

Toprak ayağının altından kayarsa mahvolacağını, sonunun geleceğini düşünen bir varlıktır insan. Hava, su ve ateş arasında bize en yakın olanı odur sanki. Yerkürenin üstünde bir hayatı harmanladığımızdan mı, yoksa ahirinde gecinde ona karışıp kaybolacağımız için mi nedir, biz kendimizi dünyalı hissederken aslında biraz da topraklı hissederiz. Ayağımızın altında toprak var ise kendimizi güvende zannetmemiz bundandır. Yalınayak çimenlere basmak, toprakta yürümek, kumsalda uzanmak, hep onunla aramızdaki dostluğu pekiştirdiği için güzel ve romantik görünür bize. Bedenimizin olumsuz enerjilerini ona boşaltır, böylece huzur bulduğumuzu vehmederiz. Onun bağrında beslenip büyürüz, serpilip gelişiriz. O bize annelik eder. Şefkati, merhameti, cömertliği herkes tarafından takdir edilmiştir. Evlat nankör dahi olsa o asla üvey annelik yapmaz. Hatta bizi bağrında sakladığı o muhteşem ateş ile de korkutmaz. İçinde evlat ateşi taşıyan bir anne gibi davranır, duyar, hisseder, merhamet gösterir. Bütün bu sebeplerden dolayı onu canlı addedebiliriz. Diğer gezegenlere nazaran yerkürenin yaşadığını, karaciğerlerinin nefes alıp verdiğini, kılcal damarlarında akışkanlıklar olduğunu söylemek yalancılık olmaz.



İnsanın suya, ateşe veya havaya karşı saygısı biraz korkudan, biraz şerri belasınadır. Oysa toprağa gösterdiğimiz saygı böyle değildir. O bu hakkı bize yakınlığı ve şefkatiyle kazanmıştır. Nitekim günlük hayatımızda en çok onunla ilişki içinde oluruz. Dünyanın çekirdeğindeki ateş topunu, yeryüzünün dörtte üçünü kaplamış denizleri veya başımızın üzerinde 480 km. dikey gaz kütlesini hangimiz hatırına getirir ki?!.. Öte yandan her ayağa kalkışımız, her oturuşumuz, her adımımız, elimizdeki kahve fincanını her düşürüşümüzde toprakla, toprağın dönüşüm geçirmiş bir versiyonuyla temas ederiz. Çünkü o, insanın nerede bulunduğundan, sosyal çevresinin oluşumuna, gardrobundaki giysinin renk ve çeşidinden beslenme ve diyet programına kadar hayata hep müdahale eder.


Yerkürenin neresinde, hangi bölgesinde ve ne şartlarda yaşadığınız elbette çok önemlidir. Uzay ölçeğindeki o büyük gayrimenkul ağı içinde en uygun, ucuz ve kullanışlı arazileri, bölgeleri, ülkeleri, kıtaları biz ancak toprakta bulabiliriz. Üstelik o, diğer üçü gibi (ateş, hava, su) değişkenliklere saparak bizim yatırımımızı boşa çıkarmaz. Kum, çamur, mineral, maden vs. hepsi bir yana devasa dağlar ve o büyüklükte kayalar bizi hep sadakatle bekleyip dururlar. Onlar, sismik basınçlar hariç ne yerlerinden kımıldar, ne sallanırlar. Bu yüzden uyanık Laz müteahhitler ev yapmak için kayaların üzerini tercih ederler.


Dünyada bilimin, teknolojinin ve sanatın toprak sayesinde geliştiğini, mimarinin toprağa bağlı olduğunu, ilk aletlerini taştan yapan insanoğlunun gelişme gösterdiği uzun zaman dilimlerini toprağa bakarak isimlendirmesinden anlayabiliriz. Taş Devri, Cilalı Taş Devri, Tunç Devri, Demir Çağı vs. Eğer çağların adları bu sıralamayla devam etseydi bugün belki de Pırlanta Devri veya Bor Çağı'nı yaşıyor olabilirdik. Toprak olmasaydı bugün ne antik dünyanın yedi harikası, ne tarihî sanat eserlerine bakan insanların hayranlıkları, ne modern sanatçıların kendilerini ifade edebilmeleri mümkün olurdu. Toprak olmasaydı insanlar "Altına Hücum" filminin bilmem kaçıncı versiyonunu çevirmek üzere her çağda rol kavgası yaparlar mıydı sanıyorsunuz? Toprak olmasaydı tarih bilimi kimin umurunda olurdu ki!?. Hem bunca uzun zamandır savaşıp duran atalarımızın birbirlerine atacak taşı da, sığınacak kalelerin duvarlarına koyacak mermeri de, mancınıklarla fırlatacakları kayaları da bulamayacakları bir hakikattir. Toprak olmasaydı Kabe de, piramitler de, Tac Mahal de, Süleymaniye de olmayacaktı. Velhasıl insanoğlu toprağa o kadar bağlıdır ki, sanat eseri yapacağı vakit de, yeni bir icatta bulacağı vakit de, hatta savaşacağı ve kardeşini öldüreceği vakit de başını toprağa indirecek, elini ona uzatacaktır. Sanki bir kısır döngü gibi, toprak bize bir yandan hayat sunarken diğer yandan ölümüzü (cesedimizi) bir anne misali kucaklar. Toprak insana kibir değil tevazu telkin eder. Sonunda koynuna girip onunla bütünleşeceğimiz yerdir ve bize, hal diliyle büyüklenmek değil, başını yere indirmek gerektiğini anlatır durur.


Toprak bizim köyümüz, kasabamız, şehrimiz, ülkemiz, vatanımızdır vesselam...


NUH NEBİ'DEN BİR KISSA






Nuh Peygamber zamanında insan ömrü 950 yıl civarında imiş. Bir gün Nuh Nebi ashabıyla sohbet ederken onlara "Ahir zamanda evlatlarımızın ömürleri pek kısa olacak!" demiş. O sırada ashabından biri atılmış:


- Ne kadar kısa olacak ey Allah'ın elçisi!


- Kısa olacak işte, pek kısa.


- Ne kadar ya Rasulallah?


- Hemen şöyle 80-90 yıl kadar.


- O kadar mı kısa olacak ey nebi!?..


- İşte o kadar kısa olacak.


Bu sırada köşede konuşulanları dinleyen birisi sormuş:


- Ya Nuh!. Onlar yeryüzünde ev falan da yapacaklar mı?!..


BERCESTE






Neşv ü nema bulamaz baktabul


düşmeyicek hâke nebât


Mütevazı olanı


rahmet-i Rahman büyütür


Tohum, toprağa düşmeyince gelişip büyüyemez. Tıpkı onun gibi mütevazı olanı da Allah'ın rahmeti büyütür.


Laedr






İskender Pala

ÖMÜR TEK SERMAYEMİZ


ÖMÜR TEK SERMAYEMİZ

















Her birimiz ayrı bir dünya yaşadık; yaşıyoruz ve yaşayacağız. Ya uzun sürdü bu ömür; ya da çocukluğumuzda bir hastalık ciğerimizi çürüttü. Belki herhangi bir insan gibi bir araba kemiklerimizi ezdi, bir bombaya kurban gittik, kalbimiz habersiz bir krizin baskınıyla dinlenmeye çekiliverdi.


Tüm yaşantımızmış gibi algıladığımız dünyadaki ömür, aslında ahirette yaşayacağımız sonsuzluğa nisbeten birkaç saniyeden ibaret. Dünyadaki ömrün sonsuzluğa oranla miktarı ne kadar küçükse, aynı sonsuzluğa oranla değeri o kadar büyüktür. Çünkü sonsuzluğa değin sürecek hayatın nerede ve nasıl geçeceğini, ömür denilen birkaç saniye boyunca neler hissettiğimiz, istediğimiz ve yaptığımız belirleyecek.


Dünyadaki saniyeler boyunca kazanabileceklerimizi, ahiretteki asırlar boyunca elde edemeyeceğiz. Demek ki, sonsuzluğu kazanmakta kullanabileceğimiz tek sermayenin adına ömür demişiz. Belki de bu yüzden yarışıyor karıncalar; kuşların dünyayı şenlendirmek için güneşi bekleyememelerinin sırrı da buradadır.


Niçin yaşadık? Ev, araba, unvan ve zenginlik için çırpınışımızın, televizyon seyretmemizin, dedikodularla bütün sermayemizi yok etmemizin; kısacası ömrümüzün saniyelerini paslanmış bağ bıçağıyla milim milim parçalayışımızın sebebi nedir?


Nice insan, evreni kuşatacak bir sayfayı kendi adıyla açıp doldurarak gitme fırsatı eline verildiği halde, tembellik yüzünden elleri bomboş olarak dünyadan kovulmuştur.


Eğer her gece uykuya dalacakken, sermayemizle hangi ticareti yaptığımızı sorgulamıyorsak; yolumuzu biz tayin etmiyoruz demektir. Zaman nehrinde akıp gidenlerin yolculuğu iki şekilde çizilir: Ya onlar birer saman çöpü gibidirler, rüzgârla savrulurlar; kum ve toprak parçacıklarıdırlar, sellerle yuvarlanıp giderler. Ya da onlar, kendilerini bir vadiden diğerine taşıyan arı gibidirler.


İşte, büyük bir ruhu çalışmaya feda ettiren olağanüstü sözler: "Karşımda büyük bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor." Üstadın ifadesiyle "Biz gidiyoruz; aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar. Sevkiyat var." Sonra da bizler... Kendimize kahredişimiz; haksızlık ve zulme ilgisiz kalmaktan veya sadece bunların dedikodusunu yapmaktan başka bir yolu tercih etmeyen insanlar...


Elimizdeki her değerin emanet olduğunu ve pek yakında çekilip alınacaklarını biliyoruz: eşimiz, işimiz, mülkümüz ve hayatımızı paylaştığımız her şey. Her şeyin sahibi olduğunu sanan, ama ‘ömür sermayesinin saniyelerinden başka’ hiçbir şeyi olmayan insanlarız. Vücudumuz bile bize ait değil ve biz buradan ayrıldığımızda vücudumuz dahi bizimle gelmeyecek. Bizimle birlikte gelecek olan, kalbimizi güneşleştiren dualar, dilekler ve eylemlerimizle manevî hafızalarda bıraktığımız tertemiz izler olacak.


İslâm Peygamberi(a.s.m.) "İnsanlar uykudadırlar; öldükleri zaman uyanırlar" der ve uğrunda ağlaşıp çekişip durduğumuz dünyaya dünya hesabına saplanmanın anlamsızlığını hissettirir: "Ahirete nazaran dünyanın değeri, ancak sizden birisinin parmağını denize daldırmasına benzer." Hatırlıyorum, 1989 yılında Akdeniz bölgesinden geçerken, Mersin iline uğramıştık, şehrin sahilinde deniz kenarına vardık ve "Akdeniz’in suyuna dokundum" diyebilmek için elimi deniz suyuyla ıslattım. Orada geçen tüm zaman beş dakikaydı. Şimdi düşünüyorum; beş asır olsa da, fani olunca aynı şey değil midir?


Benjamin Franklin, "Hayatı seviyorsan, zamanını boşa harcama; çünkü zaman hayatın ta kendisidir" der. Bu gerçeği ruhunun derinlerinde hisseden büyük insanların lüzumsuz meşguliyetlerle öldürülecek bir saniyeden bile kaçtıklarını görürsünüz. Pek çok insan, değil dakikalarını, saatlerini harcıyor ve bu saatleri, değil lüzumsuz işlerle meşgul ederek, hiçbir şey yapmayarak, âdeta heykel gibi donup kalarak öldürüyor. Gereksiz uykularla ve faydasız televizyon seyretmelerle yaptığımız bundan başkası mıdır?


Epiktetos, tarihin derinliklerinden şöyle fısıldar: "Yarın bambaşka bir insan olacağım diyorsan, niye bugünden başlamıyorsun?" Biraz daha dikkat edince, Tolstoy’un "Herkes insanlığı değiştirmeyi hayal eder; ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez" dediğini duyacaksınız. Ömür sermayesiyle sonsuzluğu kazanmanın zamanı bugündür ve yolu, işe kendimizi değiştirmekten başlamaktır.


İnsan, sermayesi zannettiği malını, makamını korumak uğrunda bütün enerjisini, bazen canını, hatta şerefini feda eder. Gerçek ve tek sermaye olan ‘ömür’ün hızla tükendiğinin yeterince bilincinde miyiz? Yoksa en acımasızca, israfla harcadığımız tek sermayemiz ömrümüz müdür? Ben otuz dört yaşındayım. Beş yaşında, on yaşında çocukların dünyadan ayrılışlarını duydukça, Hz. Âdem’i(a.s.) ve Hz. Havva’yı(r.a.) Cennette sonsuzlukla kandıran şeytanın, aynı yalana onun çocuklarından olan beni de dünya hayatında inandırmaya çalıştığını fark ediyorum. O anda eğer tembellik tuzağına düşmüşsem; kulaklarım vicdanımın haykırışlarını yakalayıveriyor ve beni tehdit ettiğini duyuyorum: "Sen öldün dostum; sen öldün."


İnsanlar mallarını korurlar; krizler geldiğinde paralarının eriyip gitmemesi için her şeyi düşünürler. Mevki ve makamlarını rakipleri kapmasın diye, ne yapılacaksa yaparlar. Peki, ya bir saniye bile duraksamadan akıp giden günlerinin israf olmaması için; ömürlerinin ellerinden çalınmaması, krizlerle eriyip gitmemesi için ne yaparlar? Paramızı düşündüğümüz kadar ömrümüzü düşünüyor muyuz? Yoksa iki simit satamayınca ipe götürecek kadar değersiz bir can mı taşıyoruz göğsümüzde? Sonsuzluğun bedeli bu denli basit olamaz.


Eğer son nefesimizi vermek üzere değilsek, henüz her şey bitmemiştir. Bizim için ‘her şeyi’ hazırlayan Yaratıcımızdan istemeye vaktimiz var demektir. Bulduğumuz her boş saniyeyi dualarımızla doldurmaya; yürürken, konuşurken, hatta uyurken kalbimizin ellerini sınırsız rahmetine uzatmaya; benliğimizi O’nun varlığının ve şefkatinin idraki ile doldurmaya fırsatımız var demektir.


Herkesin uyuduğu sessiz gecelerde tembellik beni ruhumdan yakaladığında ve dizlerime hâkim olamadığımda, Azrail’in(a.s.) pencereden ziyaretime geleceği ânı hayal etmeye çalışırdım. Üşenen kalbim ürpertiyle canlanır; ama bu yalancı hayalin etkisi yeterince uzun sürmezdi. Bir sabah henüz uyanamadan bir dakika önce, silueti yanıma geldi ve artık sonsuzluk yolculuğuna başlamam gerektiğini haber verdi. Öylesine acıdım ki hâlime.Günlerdir beni üzen her şey birkaç saniyeye sığdı bilincimde; kalan projelerimi tek tek hatırladım. Uğrunda üzüldüklerim, sinek kanadı kadar değersizleşti ve yeterince önemsemediğim işlerimin her biri birer dağ gibi karşıma dikildi. Kazası gereken ibadetler, yazılmayı bekleyen kitaplar; helalleşmem gereken insanlar, hazırlamam gereken vasiyetname... Ben çaresizim; çözülmesi gereken yığınlarca asıl iş var orada ve ben onların teki için bile artık harcayacak bir saniyeye sahip değilim. Rüya biraz daha uzasaydı da yalancı dünyaya geri gelmeseydim; oradaki birkaç dakika tüm saçlarımı ağartmaya yetecek kadar ağır gelecekti.


Şimdi bizi çok seven sevgili Peygamberin(a.s.m.) "Rabbinize yalvara yakara dua ediniz" sözü ruhumuzun bir parçası olabilir. Ya da, "Eğer Allah katında sizler için neler hazırlandığını bilseydiniz, çok muhtaç olmayı dilerdiniz" sözünden ders alabilir; fırtınalı çölde annesini kaybeden çocuk gibi, dünyanın eziciliğinden kurtulup Evrenin Sahibine kavuşabilme arzusu ile ruhumuzu doldurabiliriz.


Önemli olan dünyada neler elde ettiğimiz değildir. Neleri ne kadar büyük ölçekte kazandığımızın sonsuzluğumuz açısından hiçbir değeri yoktur. Zira bizim elimizle gerçekleştirilenlerin yaratıcısı değiliz ki onlara sahiplik iddia edelim. Bizim defterimize yazılacak olanlar, asıl bizden olanlar, yani bize ait olanlardır ki, onlar da sadece kalbimizden ve ellerimizden çıkanlardır. İnsan başarabildikleri kadar değerli değildir; insan sadece başarmak uğrunda dile getirebildiği duası kadar ve başarabilmek için sergileyebildiği çırpınışı kadar büyüktür.


İnsanın hak edeceği sonsuzluğun değerini ve büyüklüğünü belirleyen iki faktör vardır: Bedenimizin içinde yaşadığı evrende hangi eylemleri, çırpınışları bıraktık. Başarıp başarmadığımız sonsuzluğumuz açısından önemli değil; başarabilmek için üzerimize düşeni yeterince yaptık mı? Meşhur olmayabiliriz; adımızı kimse duymayabilir dünyada. Ancak şurası kesin ki, peygamberlerin yaptıkları gibi yapmaya adananları, burada kimse tanımasa da semada tanımayan melek yoktur.


Diğer faktör de kalbimizdir. Bedenimizin parçası olduğu madde evreninde, hangi izleri ve eylemleri bıraktığımız kadar; kalbimizin içinde yaşadığı ruh evreninde de hangi duaları, duyguları ve niyetleri bıraktığımız önemlidir. Öyle insanlar vardır ki, melekût evreninde, kalpleri ve duaları adına âdeta gezegenler inşa edilmiştir.


Sonsuzluğu kendileriyle paylaşacağın meleklerin seni sevip sevmediğini merak ediyorsan; senin melekleri sevip sevmediğine bak. Seninle ne kadar ilgilendiklerini anlamak istersen, senin onlarla ne kadar ilgilendiğini sorgula.


Yaratıcının sevgisine kavuşup kavuşmadığını anlamak istersen; şimdi kalbine sor: "Onu seviyor muyum?" Peki seni ne kadar seviyor? Sor kendine: "Onu ne kadar seviyorum?" Hatırlayınca hıçkırıklara boğulabilecek kadar var mı? Eğer öyleyse, sen köyde kağnıyla yük taşıyan, dağların ötesinden habersiz fakir delikanlı/veya genç kız da olsan; senin adın semanın öteki ucunda bile meşhurdur.


Hayat geçiyor, zaman uçuyor; hazineler gaybdan akıp gidiyor. Uyuyamayız, heykeller gibi donuklaşamayız. Yaratıcımızın görevi olan sonuçları yetersiz sanıp kaderimize küsemeyiz; alacağımız asıl karşılık, sonsuzluk evreninde verilecek karşılıktır. Hiçbir akıllı insan da, tüm çabalarının karşılığını dünyada alıp, sonsuzluğa eli boş gitmek istemez. Bize düşen, karıncalar gibi durmadan ve üstelik koşarak çalışmaktır; Yaratıcımız eylemlerimizden ne yaratır; sadece ahiret mi, yoksa biraz dünya ve biraz ahiret mi?


Şu kadarını iyi biliyoruz: Her zerre eylemin ve duygunun sonsuzluk evreninde mutlaka çok büyük karşılıkları vardır. Başarı yolculuğunda attığımız her meşru adım, Cennet sarayına dikilen bir ağaçtır. Eylemlerimizin bu evrendeki karşılıklarının yanısıra; eş-zamanlı olarak, sonsuz hayattaki karşılıkları da yaratılıyor. Ruhumuzu tatmin edebilecek tek karşılık, şeytanın ütüleyip boyaladığı maddede kokuşmak değil; sonsuzluğun sahibiyle kurulacak dostluk ışığında sonsuzlaşmaktır. Sevgili Yunus bunu anladı ve şu en güzel cümleyi bize bıraktı: "Bana Seni gerek Seni..."


MUHAMMED BOZDAĞ


Gönül ülkesine giden yolda

Bizim Yunus'un gönüllere çarpan bir ilahisi vardır; hani hepimiz biliriz:"Aşkın aldı benden beni / Bana seni gerek seni / Ben yanarım dün ü günü / Bana seni gerek seni"dizeleriyle başlar. Bu şiir Anadolu'daki tasavvuf anlayışını ve Türk yurtlarındaki tekkelerin derin coşkusunu anlatmak bakımından başlıbaşına bir şaheser, tek başına bir abidedir. Şiirin hemen her kıtasında bir tasavvuf umdesi derinlemesine ama öz olarak verilmiş olup aynı konunun başka kitaplarda uzun uzun anlatıldığını görürüz. Bu anlatımlar bazen sayfalar dolusu va'z u nasihat, bazen kısa hikâyeler ile sürer. Söz gelimi yukarıdaki mısralar için onbeşinci yüzyıl gezginci dervişlerinden Kaygusuz Abdal'ın Budalaname veya Defter-i Budala adlı risalesine bakalım:



"Sözün aslı gönüldür. Her kim gönül bahrine (denizine) yol buldu, ne dürr (inci) isterse dalıp çıkardı. Onlar kim surete (görünüşe) baktı, gaflet ipin boynuna taktı; taati hırmenin oda (itaat birikimini ateşe) yaktı, duhanı (dumanı) göklere çıktı. Zira gönlü Hak kendi için yarattı; "Her kim beni isterse sınuk (kırık) gönüller içre bulsun!" dedi. Her ki gönle yol bulmadı ve istedüği nesneyi onda bulmadı, uçmağa (cennete) dahi girmedi, Padişah didarın (Allah'ın cemalini) dahi görmedi. Gafil mebaş (Gafil olma)! Gönle yol bulan kişiye kul olan mağbun (düşkün) değildür. Eğer ol seni kulluğa kabul iderse zehi devlet (ne saadet)!... Pes imdi anun kim (O halde şimdi her kimin) gönülden haberi olmaya, kamışı şekerden ayırmış ola!"


İlahi'nin devamında Yunus şöyle der:


"Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa yerinirim /


Aşkın ile avunurum / Bana seni gerek seni"


Bunun nesir anlatımını yine Kaygusuz'dan takip edelim: "İmdi, Hâlık'ın emri beni bir çömlekçi başlığı gibi devranın çarkı üzerine koydu, dolap misali döndürdü. Kâh beni ayaklar altında hiç eyledi, kâh hayvan eyledi, Kâh halk içre aziz eyledi. Kâh gül eyledi başa çıktım, kâh kıl eyledi hâke(toprağa) düştüm. Kâh kul olup satıldım, kâh dellal olup sattım. Kâh oynayıp uttum, kâh bilmeyip utuldum. Kâh beni hâkim eyledi, kâh hakem eyledi. Kâh avcı eyledi, kâh av oldum. Kâh âlim oldum, kâh câhil oldum. Elkıssa (velhasıl) dünyada bir sıfat kalmadı ki bana ettirdi."


Yunus, şiirinin devamında başka bir perde açar:


"Aşkın âşıklar öldürür / Aşk denizine daldırır / Tecelliyile doldurur / Bana seni gerek seni!"


Feridüddin Attar da Mantıku't-Tayr (Kuş Dili) adlı ünlü eserinde şöyle anlatır:


"Can gözü ile görenlerden biri denize daldı ve dedi ki:


- A deniz! Neden mavisin sen? Niçin yas elbiselerini giydin? Ya sende hiç ateş yokken niçin kaynayıp duruyor, köpürüp taşıyorsun?


Deniz o güzel kişiye şöyle cevap verdi:


- Sevgilinin hicranı ile kıvranıp durmakta, coşup kaynamadayım. Yas elbiselerine bürünmem onun hicranı ve hasretiyledir. Suyum ama onun susuzluğuyla dudağım kurumuş dalgın bir halde kalakalmışım. Aşkının ateşiyle yanışımdır ki beni köpürtüp coşturur. O'nun Kevser'inden bir katrecik bulabilsem ebedi hayata erer kapısından ayrılmaz, orayı beklerdim. Fakat benim gibi nice yüzbinlerce susuz, yanıp kavrulmuş kul tanırım ki gece gündüz yolunda ölüp gidiyorlar. Ben şimdi kendi halime bakıp yas tutmayayım mı?"


Bir kıta daha okuyalım:


"Cennet cennet dedikleri / Birkaç evle birkaç huri


İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni "


Şimdi de İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye'den okuyalım: "Zengin bir adam dindar bir kadına âşık oldu. Kadın çok güzeldi ve Allah'ın dostluğundan gayrı düşündüğü bir şey yoktu. Bu yüzden talip olunuyor ama reddediyordu. Zengin adam onun hacca niyetlendiğini öğrendi. Hemen üçyüz deve satın aldı ve 'Deve kiralamak isteyen falancadan kiralasın' haberini yaydı. Kadın da ondan deve kiraladı. Yolculuk sırasında bir gece adam kadına gelerek, 'Ya benimle evlenirsin, ya da başka bir şey olur!' dedi. Kadın, 'Yazıklar olsun sana, Allah'tan kork!' dedi. Adam, 'Hadise işittiğinden ibaret, vallahi ben deveci değilim. Buraya sadece senin için geldim. Ne istersen verir, zenginliğimi sana teslim eder, seni saraylarda, köşklerde yaşatırım. Ama eğer razı olmazsan dediğimi yaparım.' Kadın başına kötü bir şey gelmesinden korktu ve 'Yazık bize, bak bakalım insanlardan uyumayan kimse var mı?' dedi. Adam, 'Hayır, hepsi uyudu' dedi. Kadın, 'Peki âlemlerin Rabbı da uyudu mu?' dedi ve sonra derin bir nefes aldı, oracıkta can verdi."


BERCESTE


Gözüm seni görmek içün


Elim sana irmek içün


Bugün canım yolda kodum


Yarın seni bulmak içün


Yunus Emre






Bezm-i aşkın sensiz ey kan-ı kerem bir râhı yok


Neyleyem ol ıyşı kim anda şeb-ârâ mâhı yok


Tâ-be-key bu gam şebi bir lahza subh-gâhı yok


Bu ne sırdır kimse bilmez bilse de efvâhı yok


Tekye-gâh-ı âlem içre kimsenin hiç âhı yok


Yokladım kûy-ı harâbâtı dahi âgâhı yok


Sensin işret-gâh-ı dehrin çünki sırr-ı rûşeni


Şeyh Câm'ın bâdesinden cür'a-nûş eyle beni


Faik Ömer










İSKENDER PALA

28 Ocak 2011 Cuma

nefs sahibine

Nefs sahibine,



…İmdi her kim imân eder ve nefsini ıslah ederse artık onlar için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. [En'âm, 48]






Nefs elinden âvâreyim


Hırs elinden bîçâreyim


Gayrı kime yalvarayım


Al gönlümü senden yana


















Dâim sen ol dilde sözüm


Seni fikreylesin özüm


Gayriye bakmasın gözüm


Al gönlümü senden yana










Ey benim latîf canım! Ey benim cihânım! Şu ağır uykudan seni uyandıracağım. Ey aşka talib olan! Kalk hadi artık, hem acele et biraz. Bak su sesi geliyor. Sen susuzsun ve uyuyorsun. Utanmadan, sıkılmadan senden borcumu isteyeceğim. Sen de bilirsin ki, ben, her Cuma kapınıza dayanan aman bilmez, insafsız bir alacaklıyım.










Sendeki seni, O’na varmana mâni olan ben(liğ)i haber vermeye geldim. Hiç gam yeme, ben senin gönlünde toz görürsem onu gözyaşlarımla yıkar, temizlerim. Ne o sende mi şikayetçisin nefsin elinden ?!






Neden şekvâ bu nefsinden revâ mı bilmemek kıymet


Hüday-ı Zülcelal’dendir sana o pek büyük nimet [271. Mestmp3]


















[Nev-Niyaz ve Dedesi]






Sözü güzel dizici, rakîbini ezici


En büyük yol kesici, yandım bu nefsin elinden










- Bizim bildiğimiz Arapça dilinde, “bir şeyin varlığı ve bizatihi kendisi” demek olan NEFS, tasavvuf dilinde de “Kula ait illetli vasıfların, kötülüklerin kaynağı, içten vuran özelliğiyle ruhun asıl âlemine yükselmesine mâni olan tabii kuvvet” değil midir? Ve bu haliyle de “yandım Allah” deyip şikayet etmek gerekmez mi nefsin elinden?!


- “Neden şekva bu nefsinden reva mı bilmemek kıymet?” buyuran Hazretim, “Aman ha nefsinden şikâyet etmeyesin, onun sayesinde adam, onun sayesinde Hazreti insan olacaksın” demek istiyor. Nefsin seni, yanlışa ve çirkine doğru götürecek ki sen mücadele edip tekâmül edebilesin. Seni zorlayacak ki sen onunla kavganı yapasın. Tıpkı Hz. Pir Mevlana’nın, “Ada olmazsa cihat olmaz” deyişi gibi. Gidip alınacak bir yer yoksa niye savaşalım, deyişi gibi. Maksuda erdiğinde dönüp insan-ı kâmile bakıyorsun hür, şikâyetsiz, her şeyden razı…






Bütün emelleri gönlünden eylemiş ib’âd,


Ne verseler ânâ şâkir, ne kılsalar ânâ şad










- Hazret-i insan’ın serüveni…


- Atamız Hz. Âdem’in, bilinen zelleyi işlemesi, O’nun Cennetten Dünya’ya gönderilmesine sebep olmuştur. Bu yeni mekânda neslinin çoğalıp bir imtihana tabi tutularak, Âdemoğullarından bir kısmının, ancak hak kazanma neticesinde, tekrar asıl yurdu olan Cennete döndürülmesi, insanın Ahsen-i takvim şerefine nâiliyyeti için lazımdır. Ancak bu şeref ve değerin artması için Cenâb-ı Hakk insanı “nefs” ile teçhiz eylemiştir. Velhasıl, “Nefs”, ulaşılacak neticenin şeref ve değerini arttıran muazzam bir engel, kaliteli bir düşmandır.










Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;


Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!










- Bir ehli dünya olarak aynel yakin biliriz ki “Bir zaferin şerefi, ona ulaşmak için katlanılan güçlükler ve bediî heyecanlar neticesindedir”


- İnsan olarak geldiği âlemde, insanlığı bulmak isteyen kimse, nefsini tanımak, gönlünde ve kalbinde kurduğu otorite ile kendisini belli yönlere ve davranışlara sevketmek isteyen sâikleri (havatır) bilmek, birbirinden ayırdetmek, kendisini yükselten izlerin peşinden gitmek, alçaltan duygularını ise frenlemek ve susturmak zorundadır.






- “Nefs, akıl, ruh ve kalb” ?! bazen kafamız çok karışıyor dedem, bu kavramları birbiri yerine bile kullanır olduk…


- Tasavvuf yolunda, ayrı mânâlara gelen bu saydıkların bazı âriflerce sergilediği özellik, taşıdığı sıfat ve tezahürlerine göre aynı beşeri ruhun farklı gömlekleri bilinmiştir. Beşeri ruh; şehvetin egemenliğine girdiğinde nefs; haram olan şehvetini yenince akıl; kendi kendisini bağlayıcı bir iman çizgisinde olunca kalb; Cenab-ı Hakk’ı, hakkıyla bilip eksiksiz kulluk yapınca da ruh şeklinde görülmüştür.






- Ya insan, bunların arasında ne yapsın…


- Birbirine zıt temayüller ve karşıt renklerin baskısı altındaki can, bunlardan hangisi kuvvetli ise onun etkisine girer ve o istikamette davranış sergiler. İnsanın içinde, biri akıldan, diğeri heva ve hevesten kaynaklanan iki sevkedici his durmaksızın didişir durur. Akl-ı selim’in davetine uyan, iman ve tevhide erer, heva ve hevesin çağrısına uyan da dalalet ve sapıklığa düşer. Ruhu akıl, nefsi ise arzular yönlendirir. Bahsi geçen içimizdeki kavgalar ve zikzaklı iniş-çıkışların cereyan ettiği muharebe meydanı ise yer ise “kalp”tir.






Muhakkak hem şeytanın hem de meleğin insanoğlu üzerinde yönlendirici bir etkisi vardır. Şeytanın etkisi, kötülüğe sevk etmeye ve hakkı yalanlamaya, meleğin etkisi ise hayra ve hakkı tasdike yöneliktir. [Hadis-i Şerif]






- Demek ruh ile nefs ya da şeytan ile melek, insanların kalplerini hedef alarak onu ele geçirmenin çetin bir savaşı içinde…


- Öyle ya erenlerim, belki de kimin daha iyi insan olabileceğini tayin ve imtihan için yaratılan ölüm ile hayatın sırrı bu noktada saklıdır… Deyim yerindeyse, ruh (veya melek) ile nefs (veya şeytan) düzleminin tam kesişme noktasında bulunan kalb, kendisinde hayat bulan bu iki unsurdan galip gelenin mahiyetine bürünür. Duruma nefs egemen oldukça kalb, nefs ile örtülür. Eğer kavgada nefs değil de ruh üstünlük sağlarsa bu sefer kalb onun mahiyetine dönüşecek ve aynı zamanda içinde yayılacak olan nurla nefsi de değiştirecek ve işte o zaman kalb asıl hüviyetiyle kendini gösterecektir.






- Peki bu noktada tasavvufun gayesi nedir?


- Kalbin ayrı düştüğü, ilahi alemlere yönlendirilip oraya doğru yükselme çabası, hem dini duygunun ta kendisi, hem de tasavvufun bütünüyle gayesidir. Din ve tasavvuf, insanı Allah aşkıyla kendi içine bakmaya, kendini aşmaya ve melekî hasletlerle donanmaya çağırır. Varlığımızın şahsiyet kazanması, mânâ bulması bizi “mekarim-i ahlak” a götüren bu yükselme ve yücelme mücadelesinde gizlidir. Bu terakkide başarı öncelikle kalbin nefsanî duygu ve düşüncelerden arındırılması, kötülüğü fısıldayan seslerin susturulması ve olumsuz düşüncelerden boşaltılmasına, ardından da bu boşluğun güzellikler, iyilikler ve ulvi nağmelerle doldurulmasına bağlıdır. Bu iki ameliyeden birincisi: nefsin tezkiyesi veya fenâfillah, ikincisine de kalbin tecliyesi veya bekâbillah’tır.






- Tezkiye, temizleme, saf ve duru kılma…


- Tezkiye, nefsin fıtrata ters, ilahî yasaklara karşı gelen emir ve isteklerini temizleme gayretidir.






… Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder… [Yusuf, 12]










- Yani tezkiye nefsin öldürülmesi mi demektir?










Refikindir sakın hor görme onu hoşça kullan sen


Bilen nefsin bilir hakkı nedir hem lezzet-i vahdet










- Tezkiye’de mühim olan, nefsin isteklerinin öldürülmesi değil dizginlenmesi, kontrol altına alınmasıdır. “Akılsız ruh nasıl eksik ise hevasız nefs de öyle eksiktir.” Bunlar, meşru zeminlere kaydırılarak tatmin edilmeli veya daha ulvi değerlere yönlendirilerek yüceltilmeli ve böylece her şey yerli yerme oturan bir itidal çizgisine getirilmelidir. Aksi halde bastırılan enerji ve istekler iç sıkıntısı, stres ve komplekslere sebep olacaktır. Zira sıkıştırılan duygular yok olmaz, bir başka zeminde hemen ortaya çıkıverir. Şahsiyette ulaşılması gerekli olan hedef, şehvet, öfke ve akıl gibi nefse ait kuvvetlerin kendilerine ait sınırlar içinde ve adalet ölçülerinde tutulmalarıdır.










- Yani içimizdekilere de adil davranmak gerek…


- Kalbin adaleti, şahsiyetin ve iç dinamiklerin dengeli olmasını ifade eder. Zıt temayüllerin ve karşıt duyguların çekişmesinden kurtulan kalp böylece “kalb-i selîm”e dönüşmüş olur. Bu dengelerin kurulmasına “fazilet” denir. Aklın fazileti “hikmet”, öfkenin fazileti “şecaat”, şehvetin fazileti ise “iffet”tir. Aklın fıtratından cerbeze ve hile, tefritinden de hamakat ve cinnet meydana gelir. İnsanda ulvi ve yüce değerlerin ortaya çıkması için nefsin bir tadilat ve dengeye kavuşturulması, ardından kötülüğü emreden tarafının tezkiye edilmesinden sonra ibadet ve zikir gibi güzel amellerle süslenmesi lazımdır.






- “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyruğunu nasıl anlayalım?


- “Nefsini bilme” Nefsin, neyi kaybettiğini unutturucu hilelerinin ve yolumuza çıkardığı engellerin farkında olma ve bunlardan kurtulma çabalarıdır. Nefsini bilen ve yüz günahı olan kimseden kaçma, fakat yüz iyiliği olduğu halde nefsini bilmeyenden sakın” nasihatini de hemen peşi sıra kaydetmek gerek.






- Peki bu yolda ibadetlerin yeri nedir?


- Kul olan, ibadeti “Allah’ı ta’zim ve takdis ifadesi olarak, nefsin arzuları hilâfına yapılan ihtiyarî ve iradî fiiller” olarak bilir. Amelde esas olan kalbe tesir etmesi, yolcuyu menzile yaklaştırmasıdır. Davranışlara yansımayan ve ahlakî hayatta fiili bir düzenleyiciliği bulunmayan bilgiler ilim değildir. İbadetler, beden-ruh bütünlüğü içerisinde icra edilerek ruhu kuşatmak ve onu derinden etkilemek için ifa edilmelidir. Doğruluk, adalet ve merhamet gibi prensiplerin insanı etkilemesi, ihtiras, şehvet gibi alışkanlıklarım yenebilmesi ancak, nefsi yüce âlemlere yönelten, ruhu derinden etkileyen ibadetlerle mümkündür.






- Amma yaptın yani, şimdi “bir namaz” bunların hepsini nasıl yapar dedem!






- Biz susalım da ehlinden dinle:










Allah’ım! Namazda gönlümü tam manasıyla sana veremezsem, ben bu namazı namaz saymam! Ben, yüzümü Sen’in aşkından ötürü kıbleye çevirdim! Yoksa bana Sen’siz usanç veren namazı ve kıbleyi ben ne yapayım? Ben, bu riyalı namazdan öyle utanıyorum ki, utancımdan gönlüme inemiyorum, Sen’i bulamıyorum! Aslında, gerçekten namaz kılanın melek sıfatlı, melek huylu olması gerekir. Hâlbuki ben, hala nefse uymuş, yırtıcı canavar huyundayım. Bir kimse, üzerindeki elbisesini bir köpeğe değdirse, orasını temizlemedikçe namaz kılamaz! Ben ise, nefis köpeğini koltuğumda taşıyıp duruyorum; benim namazımı kim kabul eder? Benim namaz kılmaktan maksadım o dur ki; namazda Sen’i gönlümde öyle bulayım, Sen’inle öyle beraber olayım ki, ayrılık derdinden artık hiç bahsetmeyeyim! Yoksa bu nasıl namaz olur ki? Sen’inle oturayım da, yüzüm mihrapta, gönlüm çarşıda pazarda olsun! [Hz. Pir Mevlana]






Sakın, sen ona aldırma; secde et ve yaklaş. [Alak, 19]






- Tamamdır dedem, biz anladık hatamızı. Başladığımız yere dönecek olursak “şikâyet”i lügatimizden siliyoruz, ta ki nefisten bile olsa… Mademki O’ndandır, bir hikmeti vardır, razıyız diyoruz…






- Gökten yağanı, hiç yer kabul etmez olur mu? Mevlam, önümüze her ne koyarsa, başımıza her ne getirirse, nasıl olur da ona razı olmayız? Onu kabul etmeyiz.






Ya ilahi! Sen benim gibi birisini ararsan, kum sayısınca çokça bulursun. Ama ben seni mumla arasam da bulamam. Ancak sana secde ettiğim zamandır ki, kendimde bir varlık bulurum. Var olduğumu anlarım. Sevgilim, sana secde etmek imkânını bulmam dualarımın kabul edilişindendir: Bana; “Herkesi gönlünden çıkar at! Gönlünü cihan halkından yıka, temizle!” demiştin. Gönlümü nasıl yıkayayım? Ayrılık ateşin bende su bıraktı mı? Kaldır perdeyi aradan, göster cemâlin şem’ini, yansın ona pervâneler, ne olur, ne olur…






Muhabbet-i Ehli beyt-i Mustafa üzerlerimize sâyebân,


Vakt-i şerif, sebeb-i gufran, aleme bayram olan Cuma,


ömür ve şahsiyetlerimiz, ahir ve akibet,


zahir ve batınlarımız hayrola,






Aşk ola, aşk ile dola, Aşkullah,


Muhabbettullah, Marifetullah,


Şevkullah ve Zikrullah gönüllere nakşola erenler






Umalım ki Mevlam söylediklerimizi önce bize duyursun,


sonra ihtiyacı olanlara tesir buyursun. . .










Sözü çok olanın, yalanı dahi çok olur imiş;


Yüksek müsaadelerinizle










Mevlam ateş-i aşkınızı ziyâde eylesin


Gam ve telaş sizlerden uzak olsun da


huzur bulasınız efendim






umutrehberi .com alıntıdır

27 Ocak 2011 Perşembe

hayırlı cumalar







İki dua vardır ki, asla ve asla ret olmaz


Dua eden ile Allah arasında, perde olmaz


Zulüm gören kişinin duası, hiç ret olmaz


Müminin gıyabında yapılan dua, ret olmaz






Günlerden bugün Cuma, Cumanız mübarek olsun


Allah’ın selamı ve rahmeti, üzerinize olsun


Gününüz aydın, işleriniz hep, yolunda olsun


Hasta olan kardeşlerimize, bu dua şifa olsun






Kısmetiniz bol, bereketli olsun


Geceniz gündüz gibi, aydınlık olsun


Yolunuz açık, gönlünüz nur olsun


Her gününüz bol, bereketli şen olsun






Melekler daima, duacınız olsun


Yüreğiniz ferah, İlhamınız bol olsun


Sevgili peygamberimiz, şefaatçiniz olsun


Cennetin sekiz kapısı, nasibiniz olsun






Sıkıntı çekenlerin, sıkıntıları yok olsun


Borçlu olanların, borçları hep eda olsun


Küs olanların, her birinin barışması olsun


Allah’ın selamı ve Cumanız mübarek olsun






ben bu aşka düş oldum


ben bu aşka düş oldum müziksiz ilahi
Yükleyen bulut_bey79. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın

Ben bu aşka düş oldum




Aşk ateşiyle kül oldum



Yandım yandım külhan oldum hu







Aşkından dolanıyorum



Külhan gibi yanıyorum



Allaha yalvarıyorum hu







Zincir tutmaz urgan tutmaz



Aşk ateşin candan çıkmaz



Yanar yüreğim dumanım tütmez hu







Aşkından dolanıyorum



Külhan gibi yanıyorum



Allaha yalvarıyorum hu







Zincir bana urgan bana



Ben gidiyorum haktan yana



Aşık oldum ben Allaha hu







Aşkından dolanıyorum



Külhan gibi yanıyorum



Allaha yalvarıyorum hu







Ben bu aşka düş oldum



Aşk ateşiyle kül oldum



Yandım yandım külhan oldum hu







Aşkından dolanıyorum



Külhan gibi yanıyorum



Allaha yalvarıyorum hu



YUNUS EMRE K.S.

dünya umruna meyleni verme

Dünya umruna meyleni verme



Sen de kurtulmazsın ecel elinden


Ben filanım diye göğsünü germe


Sen de kurtulmazsın ecel elinden






İskender de geldi alemi gezdi


Zaloğlu Rustem'in tahtını bozdu


Yunus balığıyla deryayı yüzdü


O da kurtulmadı ecel elinden






Söyler derviş Yunus serveti saman


Tacı tahtı aldı gitti Süleyman


Lokmanlar derdine olmadı derman


O da kurtulmadı ecel elinden






Yunus Emre


DİKKATE ALINMASI GEREKEN ÖĞÜTLER

DİKKATE ALINMASI GEREKEN ÖĞÜTLER







Merhametli ol: Ey oğul! Cenab-ı Hak şefkati ve merhameti sebebiyle Musa Aleyhisselâm’a peygamberlik verdi. Ey oğul! Sen de şefkat ve merhameti elden bırakma ki merteben yüce olsun. Yeryüzünde olan mahlûkata merhamet eyle. Resul-i Ekrem Efen...dimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Yâ Ebâ Hüreyre! Yeryüzünde olan mahlûkata merhamet edersen, Allah da sana merhamet eder."






Anne-babanın rızasını al: Ey oğul! Anne-baban yaşlanınca elinden geldiği kadar onlara yardım et. Çünkü ebeveynin, sen küçükken türlü türlü zahmetini çektiler. Devamlı onların hayır duasını al. Beddua ederlerse dünyan da, âhiretin de yıkılır. Anne-babanın rızası Allah'ın rızasıdır. Onların öfkelenmesi Allah'ın gazabıdır. Resul-i Kibriya Efendimiz (sav), "Cennet onların ayağı altındadır" buyurmuştur. Bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Anne-babasına iyilik edenin, onların gönlünü alanın ömrü bereketli ve uzun olur. Yarın kıyamette azap görmez."






Yakın akrabalarına iyilikte bulun: Ey oğul! Amcan ve halan baban hükmündedir, teyzen ve dayın da ana hükmündedir. Onlara anne-babana ettiğin hürmet gibi hürmet et, hayır dualarını almaya çalış, sakın ihmal etme.






Âmâ akrabana iyilik et: Ey oğul! Senin evindeki bereket direği, rahmetin vesilesi, sana gelecek musibetlerin gidericisi evindeki yaşlı âmâ akrabandır. "İdare edemiyorum, geçimim dardır" deme. Onların vesilesiyle gelen bereket olmasaydı, geçimin daha da darlaşacaktı.






Hocana hürmet et: Ey oğul! Hocana tazim ve hürmet et. Çünkü hoca hakkı ana-baba hakkından fazladır. Ana-baban dünyanı mamur ederken, hocan âhiretini mamur eder. Onun içindir ki, hocaya hürmet, ana-babaya hürmetten efdâldir. Hocanı gördüğün zaman elini öp, hürmet et, diz çöküp edeple otur. Senden bir isteği olursa, kendi işini bırak, önce onun işini gör. Eğer fakir ise elinden geldiği kadar yardım ederek hayır duasını al. Çünkü hocanın talebesine duası, ana-babanın evladına duası gibidir.






Kardeşinin ayıbını gizle: Ey oğul! Mümin kardeşinin bir ayıp ve kusurunu görürsen onu gizle, ifşa edip yayma. Resul-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "Kim bir mümin kardeşinin kusurunu görür de, halkın yanında onu rüsva etmezse, Allahü Teâlâ Kıyamet gününde onun ayıplarını örter, mahşerde halkın huzurunda rüsva etmez."






Hayırlı işlerde devamlı ol: Ey oğul! Hayırlı amellerinde sebat et ve işlemede devamlı ol. Bir gün yapıp bir gün terk etme. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle buyurmuştur: "Allah katında en sevgili amel, daimi yapılan ameldir. Daimî yapılan amel kişiyi maksuduna ulaştırır."








26 Ocak 2011 Çarşamba

"Mal mülk, çoluk çocuk...

Mal mülk, çoluk çocuk... Bütün bunlar dünya hayatının süsleridir. Ama baki kalacak yararlı işler ise Rabbinin katında, hem mükâfat yönünden, hem de ümit bağlamak bakımından daha hayırlıdır."







[Kehf Suresi 18,46]










25 Ocak 2011 Salı

Kul Hakkı İle İlgili Hadisi Şerifler

Kim bir kul hakkı yemişse derhal o kardeşi ile helalleşsin Çünkü (kıyamet günü) dirhem de geçmez dinar da Böyle olunca o (hak yiyen) kişinin sevapları alınır o adama yüklenir Eğer sevapları yoksa o hakkını yediği adamın günahları buna yüklenir” (Buhari, Rikak, 48 )











“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir Daha sonra cehenneme atılır”


(Müslim)










"Mazlumun bedduasından sakınınız Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur"


(Buharî, Müslim)






"Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir Daha sonra cehenneme atılır"


(Müslim)






"Kaçmayarak, yalnız Allah'tan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur Bunu bana Cibril söyledi"


(Müslim)














24 Ocak 2011 Pazartesi

Mucizevî Meyve Hurma

Mucizevî Meyve Hurma



Hurma sıcak iklimlerde yetişen bir meyvedir. Sekiz bin seneden beri varlığı söylenen hurmanın yetişmesi için iki unsur çok önemlidir. Biri su diğeri ise sıcaklıktır. Yani güneş. Bu ikisinden biri yeterli derecede olmazsa hurma yetişmez. Bundan dolayı hurmanın meyve vermesi sadedinde şöyle bir söz söylenir. “kökü sudan, tepesi güneşten ayrılmaması gerekir.” Bunu şu şekilde de ifade etmişlerdir. “Hurmanın ayağı cennette başı ise cehennemde olmalıdır.” Bu gerçekten doğrudur. Suyu bol yerde ekilen hurma ağaçları her ne kadar büyüyüp boy atsa da meyve verme sürecinde yeterli güneşi bulamadığından meyvesi olmuyor. Olan meyvelerde güdük kalıyor. Aynı şekilde güneş varsa su yoksa yine bu mümkün olmuyor. Hurma ağacının gövdesi geniş, silindirimsi ve uzundur. Bu iri yapı sıcak bir ortamda hayatını devam ettirebilmek için devamlı su istemektedir.






Hurma meyve olarak çok yararlı bir gıdadır. Onda insan bünyesi için gerekli her şey vardır. Yağ, protein, vitamin, mineraller vs. sizin bir çok şeyi yeyip alabileceğiniz bu ihtiyaçları hurma tek başına karşılar. Bundan dolayı bir insan yalnızca hurma yiyerek yaşamını devam ettirebilir. Ama başka bir şeyle bu mümkün olmaz. Vücutta halel (dengesizlikler) meydana gelir. Efendimiz s.a.v. zamanında insanlar bazen uzun zaman yiyecek bir şey bulamazlardı. Sadece hurma yerlerdi. Su içerlerdi. Ama hasta olmazlardı. Sahabi Hz. Aişe validemize soruyor. Efendimiz zamanında evinizde ne yer içerdiniz. O da tarihin ayağa kalkıp dinleyeceği şu sözü söylüyor. “. Evimizde bazen iki üç ay geçerdi de ateş yanmazdı. Peki ne yerdiniz? “Esvedân” Yani hurma ve su…işte canlı örneği kainatın efendisinin hanesi; hurma yemekle aylarca hayatını devam ettiriyorlar. Efendimiz bir defasında hurmanın doyuruculuk ve kifayet ediciliğini açıklamak için Hz. Âişeye “Yâ Âişe evinde hurma olmayanlar açtırlar”. Buyurmuştur. Bu sözü iki veya üç defa tekrarlamıştır.






Kadimden bu yana Araplar için hurma önem arz eden bir meyvedir. Şairler şiirlerine konu etmişler, kendilerine ilham kaynağı saymışlar,onu en güzel şekilde vasfetmek için yarışmışlardır. Hakkında şarkılar söylenmiş ve darb-ı meseller vurulmuştur.






Bu günün Arapları da hurmayı, yaşamlarındaki onlar için önemine binaen gerçek yerine koymaya ihtimam gösterirler. Ondan dolayı her yılın 15 Eylül günü hurma günü dür. Senede bir günün hurma günü olması Araplar için çok görülmemelidir. Eski zaman dan beri hurmanın Arapların hayatında önemi çok büyüktü. Hemen hemen hayatın her noktasına girmiş durumdaydı. Açlığı gidermenin, tedavinin, hediyeleşmenin, misafire ikramın tek adresi hurma idi. Bu gün Arap Devletleri Birliği ortak bir kararla bu günü şenlik günü ilan ederler. Bu günde hurma ile ilgili açık oturumlar, brifingler, ziraatının yalgınlaştırılması ile ilgili teşvikler, ziraatındaki incelikleri anlatma, stoklama ve dikkat edilmesi gereken hususları belirtme ve hurmadan modern bir şekilde en fazla istifade etme yollarının araştırılması gibi konularla ilgili faaliyetler yapılır.






Hurma ağacı çok nazlı bir ağaçtır. Bakımı da öyle kolay bir şey değildir. Çok ihtimam ister aynı zi ruhlar gibi hassastır, duygusaldır. Bir çocuk bakımı gibi dikkat etmek gerektir. Aşağıda bu konuya değineceğiz.






Nakhle Yandaki resme tıklayarak büyüğünü görebilirsiniz.


Hurma ağacının ismi Arapça nakhle dir.( Hı harfi ile) Allâme






Nimetullah Cezâiri “Envarun Numâniye” adlı kitabında şunu zikreder.






“Allah (cc.) Meleklere Ademi yaratacağı zaman Ademin toprağını bir eleğe koymalarını emretti. Koydular ve elediler. Saf ve ince olanından Adem yaratıldı. Elekte geriye kalan kısımdan da hurma yaratıldı.” Nakhle elekte kalan veya elenen anlamında dır. Ademin toprağının geriye kalanı anlamında hurma ağacına nakhle denmiştir.






Hurma ağacı incelendiğinde özellikleri açısından gerçekten de insana çok benzediği görülecektir. Özellikle döllenme konusunda insanı dehşete düşürecek kadar benzerlikler vardır.






Hurma ağacının insana benzemesi konusunda efendimizden bize bildirilen hadisler vardır. Sadece insana değil Müslüman insana benzemesi konusunda şu hadis bildirilir.






İbni Ömer anlatıyor.






“Efendimizin yanında otururken hurma ağacının közü getirildi. Efendimiz şöyle bir soru sordu. “Ağaçlardan bir ağaç aynen Müslüman adama benzer Yaprağı düşmez. Söyler misiniz bana hangi ağaçtır o?






Orada bulunanlar çöl ağaçlarına daldılar benim aklıma hurma olduğu geldi. Söylemeye niyetlendim ama baktım ki ben orada olanların en küçüğüyüm sustum. Efendimiz buyurdular ki “o ağaç hurma dır.”






Hurma ağacının özellikleri


Hurma ağacı şekil olarak palmiye ağacı ile benzerlik arz eder. Aynı neslin farklı bireyleridir. Dalları ona göre daha uzun ve yaprakları daha incedir. Gövdesi kesilmiş dalların kalıntıları ile kaplıdır. Bu dalların araları ise liflerle doldurulmuştur. Lifler ve dallar hakkında daha sonra söz edeceğiz. Hurma ağacı bir çok ağaca nispetle daha kalın ve dik bir gövdeye sahiptir. Hurma ağacı sıcak ve suyu seven bir ağaçtır. Sıcak ve su bir arada olmazsa meyve vermez .çekirdekten yetiştirilebilir ama daha sıhhatli olması için kendi bünyesinden çıkan filizlerden (yavru tabir edilir.) yetiştirilir.






Bu yavrular topraktan değil bizzat ağacın bünyesinden neşet eder. Daha sonra belli bir zaman sonra yani tabir caizse doğum vakti geldiğinde o, adeta bir sezaryen ameliyatı gibi bir ameliyatla alınır ve annenin yakınında bir yere dikilir.






Bu suretle yavrudan alınacak olan meyve hem annenin verdiği meyvenin aynısı olur hem de daha kısa bir sürede alınır. Ayrıca ağaç çekirdekten yetişen ağaçtan daha sağlıklı olur.






Hurma ağacının meyve verebilmesi için insan eliyle döllenme yapılması gerekir. Erkek hurma ağcından alınan erkeklik polenleri dişinin konması gereken noktasına belli miktarda konularak döllenme sağlanır. Hurma ağacının parça ve bölümleri başka ağaçlara hiç benzemez. Bu konuya aşağıda değineceğiz.