25 Mart 2014 Salı

Hayati İnanç - Fatih Sultan Mehmet Beyitleri (Başka Şeyler)

Serdar Tuncer & Hayati İnanç - Küntü Kenzen







Bu âleme gelmekten murad ve maksad şudur:
“Küntü kenzen mahfiyyen, feahbebtü en u’rafe  fehalektül halka liu’rafa bihi...”
Şeklindeki Kudsî Hadîste belirtildiği üzere;
 “Ben bir gizli hazineydim, bilinmekliğimi arzu ettim ve bu halkı halkettim.”
 
Ancak, ey aşık, Hakkı bilmen yalnız, kendi nefsine arif olmakla mümkün olur.
Nitekim hadîs-i şerifte:
“Men a’refe nefsehu fekad a’refe rabbehu..”.
 “Kim nefsine arif olursa, o rabbine arif olur!” buyurulur.
 Lübb-ül Lüb-Muhyiddin İbn-i Arabî Hz.

18 Mart 2014 Salı

gecti artık

Çocukluğumdan beri dar mekanlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış ama bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.Oysa ki o dar mekanlara şimdi ister istemez girecektim.
Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.

- Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki daha yapacak ne kadar çok işi vardı.

Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini de henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup, dostlarımı orada toplamak da artık hayal olmuştu. Üstelik kış çok yakın olduğu halde odun-kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini aktaramamıştım.Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köşelerinde yankılanıyor ve:

- “Geçti artık geçti”, diyordu.

İçimden “keşke geçmemiş olsaydı” diyordum.Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım.

Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engelleyebilmek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde, ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:

- “Aman Allah’ım!..” dedim, “ne olacak şimdi halim?”

Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenaze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık.

Cami deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikayet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:

- “Geçti artık geçti” diye tekrarladı. “Bitti artık.”

Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşların neşeli kahkahalarını işitiyor ve “herhalde ölüm haberimi almamış olacaklar” diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da millî takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:

- “Rahmetlinin tersliği öldüğü günden belli”, diyordu. “Sırılsıklam olduk birader.”

Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi?
Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım. Aman Allah’ım!.. Bu kabir değil miydi?

O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım:

- “Ya Rabbi diyordum, “Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim.”

Aynı ses her zamankinden daha şiddetli olarak:

- “Geçti artık geçti” diye tekrarladı “her şey bitti artık”.

Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu. Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:

- “Geçti artık geçti” diye bağırıp duruyordu. “Geçti bak hiçbir şeyin kalmadı.”

Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yarım kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak halinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken:

- “Yâ Rabbî, sana zerrelerim adedince şükürler olsun” diyordum. “İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?

Cüneyd Suavi

19 Şubat 2014 Çarşamba

evlerin edebi

LÜTFEN ÇOĞALTARAK PAYLAŞALIM

Evlerin edebi 

Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin sesleri geliyordu:

"-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!.."

Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce: 

"-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!.." dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:

"-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!" dedi.

Evin gelini:

"-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer." dedi. Yaşlı kadın:

"-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır."

Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
"-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti... Anlat bakalım, merak ettim!.." dedi.

Yaşlı kadın söze başladı:
"-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan sofraya el uzatmazdık.

Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe... Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!.."

Torunu:
"-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz babaanneciğim!" dedi.

"-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi. Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı. Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder; ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik. Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz kızarırdı."

Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.

"-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz...

Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla... Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.

Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde... Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.

Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde... Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar... Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı. Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde anlatıyor, değil mi Leylâcım!.." dedi gelinine... Leylâ mahcup bir şekilde:
"-Evet anneciğim." diyebildi.

Torunu:

"-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!.."

"-Aayy ne ayıp... İnsan hiç yediğini söyler mi?"

"-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar..."

"-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene... Evler çırılçıplak kaldı desene..." dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:

"-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük... Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada... Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım. Hikâye dedimse, adı hikâye... Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de... Yani mânâsını Allâh'ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis...

Bu hadîs-i kudsîye göre:
"Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm'ı yarattığı vakit Cebrâil aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki: «Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:

"-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik. Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!.." diye emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti."
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak..."

Gelini:
"-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız arttı." dedi.

Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
"-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!" dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce sessiz bir şekilde Allâh'a hamd etti.

12 Şubat 2014 Çarşamba

buda geçer yahu



Kesme nevanı içine salsalar da keder
Kırılsa gönül medd ü cezr ile hepsi geçer...

hepsi geçer...
......

Sadi Şirazi 

10 Şubat 2014 Pazartesi

Aşk Bezirganı.wmv





Aşk bezirgânı, sermaye canı,
Bahadır gördüm cana kıyanı.
Zehî bahadır, can terkin vurur,
Kılıç mı keser himmet giyeni?
Kamusun bir gör, kemterin er gör,
Adi görmegil palas giyeni.
Tez çıkarırlar fevkal'ulâya,
Bin isa gibi dine uyanı.
Tez indirirler tahtes-sarâya,
Bir karun gibi dünya kovanı.
Âşık olanın nişanı vardır,
Melâmet olur belli beyanı.
Atlası kodu, palası giydi,
İbrahim Edhem sırdan duyanı.
İlmin var deyi mağrur olmagıl,
Hak kabul etti kefen soyanı.
Çün Mansûr gördü, ol benim dedi,
Od'a yaktılar, işitin onu.
Od'a yandırdın, külün savurdun,
Öyle mi gerek seni seveni?
Zinhâr ey Yunus, gördüm demegil,
Od'a yakarlar gördüm diyeni.
Hz.Yunus


4 Şubat 2014 Salı

Şâhidî İbrahim Dede(Muğlalı Şâhidî)'den Bir Beyit - Hayati İnanç







"Şahidi derdü beladır şahidi aşk-u vela
Sebti dava etmeye burhane gelmişlerdeniz" /Şâhidî  
Mânâsı:
"Elest meclisinde ilahi aşka düşüp yola çıktım, cennete doğruda gitmedeyim. Çıktığım yer belli varacağım yer belli. Fakat öğrendik ki hakiki adam olmanın şartı bela çekmekmiş, belada dünyada bulunuyormuş o yüzden dünyaya uğradık. Ne arıyorsun? Belamı arıyorum yani. :)" /Hayati İnanç

25 Ocak 2014 Cumartesi

asıl tohum

* Asıl tohum Hz Adem zamanında atıldı; hayat ve varoluş mucizesi.
* Hz Nuh zamanında filizlendi; büyüme ve kurtulma mucizesi.
* Hz İbrahim zamanında dallanıp budaklandı; yayılma ve korunma mucizesi.
* Hz Musa dönemi, üzümlerin çıkışını gördü; meyve mucizesi.
* Hz İsa zamanı ürünlerin olgunlaştığı zamanıydı; tatma ve sevinç mucizesi.
* Hz Muhammed zamanında ise berrak şarap sunuldu; erişme ve dönüşme mucizesi.

Bayezid-i Bistami hz (Sûfi ö. 846)

çınar ve sarmaşık

Çınar ve Sarmaşık


Bir gün, bir çınar ağacının yanı başında bir sarmaşık filizi boy vermeye başlamış. Bahar günleri ilerledikçe; sarmaşık, çınar ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurun ve güneşin etkisiyle büyümüş ve çınarın boyuna ulaşmış. Sarmaşık hızlı büyüyüp boy atmanın gururuyla ve küçümseyen bir eda ile çınara sormuş:
Sen kaç ayda büyüyüp bu hale geldin diye?
Çınar cevap vermiş: 100 yılda!
100 yılda mı demiş sarmaşık. Alaycı bir tavırla gülmüş ve yapraklarını böbürlene böbürlene sallamış. Daha sonra da;Ben iki ayda senin boyuna geldim, bak diyerek alaycı tavrını sürdürmüş.
Doğru demiş, çınar; Sen iki ayda benim sırtımdan, benim gıdamı emerek ve benim gövdemi kullanarak benim boyuma geldin!
Günler günleri kovalamış. İlkbahar ve yaz bitmiş. Sonbahar, yani hazan mevsimi gelmiş. Sonbaharın ilk rüzgarlarıyla sarmaşık; önce üşümeye sonra yapraklarını dökmeye, soğuklar arttıkça da, dalları aşağı doğru düşmeye başlamış. Sarmaşık endişe içinde, çınara sormuş: Neler oluyor bana?
Ölüyorsun ve yok oluyorsun diye cevap vermiş çınar. Sarmaşık, Niçin diye sormuş panik içinde. Çınar cevap vermiş:
Benim yüz yılda geldiğim yere, sen iki ayda gelmeye çalıştığın için.

17 Ocak 2014 Cuma

nefis

Nefis sen ölmez misin öleni görmez misin
Soğuk sular ısındı canan çimmeye gelmez misin

Nefis sen ölmez misin öleni görmez misin
Yakasız gömlek biçildi giymeye gelmez misin

Nefis sen ölmez misin öleni görmez misin
Cansız atlar yürüdü canan binmeye gelmez misin

anonim

bilmedim ahvalimi

MUHİBBi

Bilmedim ahvâlimi gerçi ne hâl üstündedir
Şol kadar bildim nefs ile cidâl üstündedir
Fikri zikri âşıkın gerçi visâl-ı yârdir
Lîk hiç mümkün değil, fikri muhâl üstündedir
Gözleri dolmayanın âhir dolar toprağ ile
Hâce-i dünya gibi kim fikr-i mal üstündedir
Ölmez ol kim anıla adı anun iylik ile
Tâ kıyamet anılır ol kim kemâl üstündedir
Fahr-i âlem bakmadı dünyaya fakr etti kabûl
Ol mübarek cismine bak gör ki şal üstündedir
Korkarım ki gark ede bir gün beni seylâb-ı eşk
Kaldı hayrette Muhibbî sanki hâl üstündedir

Muhibbi’den gazel



Bilmedim ahvâlimi gerçi ne hâl üstündedir
Şol kadar bildim nefs ile cidâl üstündedir
Fikri zikri âşıkın gerçi visâl-ı yârdir
Lîk hiç mümkün değil, fikri muhâl üstündedir
Gözleri dolmayanın âhir dolar toprağ ile
Hâce-i dünya gibi kim fikr-i mal üstündedir
Ölmez ol kim anıla adı anun iylik ile
Tâ kıyamet anılır ol kim kemâl üstündedir
Fahr-i âlem bakmadı dünyaya fakr etti kabûl
Ol mübarek cismine bak gör ki şal üstündedir
Korkarım ki gark ede bir gün beni seylâb-ı eşk
Kaldı hayrette Muhibbî sanki hâl üstündedir

Bu gazel Kanunî’ye ait. Osmanlı hükümdarları içerisinde en hacimli divanın sahibi (1) ve bütün Divan Edebiyatı içinde de en çok gazel yazan şair sultana. Şöyle diyor bütün bilgeliğiyle: Gerçi gidişatımın ne durumda olduğunu bilmedim; ama şu kadarını bildim ki nefis ile çekişme halim devam ediyor (Daha ne istiyorsun koca hünkar İ.P.).Gerçek âşıkın fikri de zikri de Sevgili’ye kavuşmadır; lakin bu hiç mümkün görünmüyor. Çünkü bu fikir temelsizdir (yani sevgiliye kavuşabilen âşık görülmemiştir).Kim ki cihan bezirganı gibi mal-mülk fikri ile yaşamaktadır, mal onun gözünü doyuramaz; ama sonunda toprak doyurur.Adı iyilik ile anılan kişi asla ölmez; kim ki kemâl (olgunluk) üzerine yaşar, adı ta kıyamete kadar kalır.
Alemin övüncü olan Hz. Peygamber, dünyaya dönüp bakmadı ve fakr halini kabul etti. Nitekim (ipeklerin değmeye can attığı) mübarek bedenine baksan, kuru bir şal üstünde görürsün. (Efendiler Efendisi’nin “Fakrım fahrimdir / Fakirliğimle övünürüm” mealinde bir hadisi vardır. Buradaki fakirlikten kasıt muhtemeldir ki zengin olup da fakir gibi yaşamaktır.)

Gözlerimden akan yaşların seli bir gün beni (sürükleyip denizinde) boğacak diye korkuyorum. Muhibbî bu işe hayrette kaldı, galiba (şu an) hâl üstündedir.(Tasavvufta kendinden geçişi temsil eden hayret makamı sufinin hâl ehli olması anlamına da gelir.)

Doğrusu bir hükümdarın onca nimet içinde yaşarken böyle duyarlı ve mahviyetkâr şiir yazması ibrettir. Yahut şöyle denilmeli; yönetici makamında olanlar bu söylenilenler çerçevesinde hareket ederlerse kendileri iki cihan saadetine erdikleri gibi memleketleri de yükselir gider. Kanunî devletinde olduğu gibi.

Can Veren Pervaneler 2012.01.31 - Nefis

6 Ocak 2014 Pazartesi

edep

EDEB Ya Hû…
Bahaeddin-i Şah-ı Nakşibendî (k.s.) buyurmuştur:
Men vasale illa bil edeb,Men sakate illa bi’t-terkil edeb (Kim Hakka ulaşmışsa ancak edeble ulaşmıştır. Kim de makamından düşmüşse, ancak edebi terk etmesindendir.)
Edep bir tâc imiş ol nûru Hüda dan.Giy ol tâcı Emin ol her belâdan.(Anonim)
Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Edeb ikidir: Biri gizli, biri de âşikârdır. Gizli olana âdâbüs-sır derler ki, kalbin tahâreti ve temizliğidir. Bu, mânevî olanâdâbdır. Aşikâr olanı ise temizliğin zàhir olanıdır ki, bu da bütün a’zâları ma’siyyetten, küçük-büyük bütün günahlardan ve kusurlardan muhafaza etmektir.”
İnsanın edebi,zeheb(altın)inden daha hayırlıdır.(Anonim).
SAKIN TERK-İ EDEPTEN
Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu.!..
Felekte mâh-ı nev Bâbu’s-selâm’ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu!
Habîb-i Kibriyâ’nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.
Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.!
Nâbî
17. yüzyıl (IV. Mehmet dönemi) Osmanlı şairlerinden Urfalı Nâbi, bir grup devlet erkânıyla hacca gitmek üzere yola çıkar. Medine-i Münevvereye yaklaştıkları gece, Peygamber Efendimiz’in (sav) huzuruna varma aşkıyla uyku uyuyamayan Nâbi, bir devlet adamının, ayakları kıbleye karşı uyuma gafleti üzerine, o anın ilhamıyla bu kasideyi söyler ve yazıya geçirir. Medine-i Münevvere’ye girdiklerinde sabah ezanının okunma vaktidir ve minarelerden Türkçe bir kaside okunmaktadır. Nâbî, dehşetle, okunanın kendi şiiri olduğunu farkeder. Hemen müezzine koşar ve bu şiiri nereden öğrendiğini sorar. Müezzin şöyle cevap verir: Bu gece rüyamda Efendimiz (sav)’i gördüm, bana ‘Ümmetimden Nâbî adında bir şairin, benim hakkımda yazdığı bu kasideyi oku!’ dedi. Ben de aynen okudum. Nâbî sevincinden bayılıp, düşer…
Edep;ön şart ve ilk adımdır, başarıyla atıldığı zaman merdivenin basamakları daha sağlıklı çıkılır.Tekke ve dergahların duvarlarını süsleyen serlevhaların başında gelir, evlerimiz de bulunur.Edeb yâ Hû.Temeli Şanlı Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hz.lerinin rahle-i tedrisin de yetişen eshab-ı suffa zamanın da atılmıştır.O güzel insanlar Efendimiz A.S.’mı dinlerken o kadar edebli idilerdi ki,başlarına kuşlar konardı da haberleri olmazdı.Hiç kimse Peygamberimizin yüzüne bakmaya cesaret edemezdi hayasından dolayı,seslerini ondan alçaltarak konuşurlardı,bedeni hareketleri de ha keza aynı idi.Hz.Ebu Bekir R.A. ve Hz.Ali R.A. yolu ile günümüze ulaşan tasavvufî akımlarda en evvel talibliye öğretilen edep olmuştur.

Abdulbasit Abdussamed - Kısa Sureler 1

Abdulbasit Abdussamed - Kısa Sureler

3 Ocak 2014 Cuma

BİR KAPI AÇIK KALSIN

Bırak, Rabbinle aranda bir kapı açık kalsın!

Eski zamanlarda bir zat, seyahati sırasında çok ilginç bir olaya şahid olur..

Çölde, eşkiyaların bir kervana saldırdıklarını, ne var ne yoksa zorbaca gasbettiklerini korkuyla seyreder uzaktan..

Biraz sonra bakar ki, soygun yapan eşkiyaların reisi bir kenarda abdest alıp, namaza duruyor..

Adam hayretlerdedir..
Dayanamaz, namazdan sonra yanına varır ve sorar ona;

“Merak ve hayretler içindeyim” der..

“Yaptığın iş zalimce ve haram..Günahlar içindesin..Sonra da kalkıp, o yaptıklarını men’edenin huzuruna varıyorsun! Bu nasıl iştir?”

Yani bu ne perhiz bu ne lahana turşusu hesabı

Eşkiyaların reisi olabildiğince hüzünlü, şu ilginç ve ibretli cevabı verir;

“ Ey yolcu! Ben yıllardır şeytana ve ayartıcı benliğime uyarak, Rabbimle aramda faraza 100 kapı varsa, 99 unu kapattım İstiyorum ki hiç değilse BİR KAPI AÇIK KALSIN!”

Aradan zaman geçer, o zatın yolu, nasibolur Kabe’ye düşer..Tavaf esnasında bir de bakar ki, yıllardır hiç unutamadığı o eşkiya reisi de orada!.. Kabe’ye sarılmış, huşu ile dua etmekte, hıçkırıklarla ağlamaktadır..

Yine hayretlerdedir o zat..
Yanına varır selamlar onu, kendini tanıtır ve sorar;

“Oradan buraya...Nasıl oldu bu iş? Nedir bunun hikmeti?”

Tebessüm eder tövbekar adam ve ışıl ışıl gözleri, boynu bükük der ki;

“Sana demiştim ya hani; Hiç değilse BİR KAPI AÇIK KALSIN O’nunla aramda..İşte ben, tüm acizliğim ve samimiyetimle o kapıyı hep açık tuttum..Rabbim de rahmetiyle, muhabbetiyle lutfetti tüm kapıları açıverdi, O’nun atasına hudud mu var?”

CUMANIZ MÜBAREK OLUN

Selam ve dua ile cumamiz mubarek olsun 

Gençliğine güvenip 

Vakit çok erken derken, 

Belki elveda bile diyemezsin
giderken. 

Necip Fazıl Kısakürek..

YEŞİL ELBİSE

Yolda
karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

-Gel
seni camiye götüreyim,dedim.

Bugün Cuma biliyorsun.

-Sen
de benim camiye gitmediğimi biliyorsun,dedi

-Biliyorum
ama,sebebini gerçekten merak ediyorum.

-Ne
bileyim olmuyor işte,dedi.

Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri çıkar diye endişe
ediyorum.

Gayri
ihtiyari gülmeye başladım.

-Herhalde
şaka yapıyorsun,dedim.

Bunun için cami terkedilir mi?

-Ciddi
söylüyorum,dedi.

Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten
öyleydi.

Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir
başka tonundan seçer

ve her zaman ütülü tutardı.

-Peki,dedim.Hayatında
hiç camiye gitmedin mi?

-Çocukken
dedemle birkaç kere gitmiştim,dedi.

Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe
etmiyordum.

Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri
beni son derece şaşırtmış ve

bu konuyu açtığıma pişman etmişti.

Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra,kendisinin

Camide olduğunu söylediler.

Hemen gittim.

Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve

Üzerinde yine Yeşiller vardı.

Yavaşca
yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

-Hani,dedim.

Camiye gelmeyecektin?

Hiç
sesini çıkarmadı.

Çünkü musalla taşının üzerinde,

Yeşil örtülü bir Tabut içinde yatıyordu.
Cuneyt suavi

CUMANIZ MÜBAREK OLUN

Selam ve dua ile cumamiz mubarek olsun 

Gençliğine güvenip 

Vakit çok erken derken, 

Belki elveda bile diyemezsin
giderken. 

Necip Fazıl Kısakürek..

YEŞİL ELBİSE

Yolda
karşılaştığımızda ezan okunuyordu.

-Gel
seni camiye götüreyim,dedim.

Bugün Cuma biliyorsun.

-Sen
de benim camiye gitmediğimi biliyorsun,dedi

-Biliyorum
ama,sebebini gerçekten merak ediyorum.

-Ne
bileyim olmuyor işte,dedi.

Hem pantolonumun ütüsü bozulup,dizleri çıkar diye endişe
ediyorum.

Gayri
ihtiyari gülmeye başladım.

-Herhalde
şaka yapıyorsun,dedim.

Bunun için cami terkedilir mi?

-Ciddi
söylüyorum,dedi.

Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten
öyleydi.

Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir
başka tonundan seçer

ve her zaman ütülü tutardı.

-Peki,dedim.Hayatında
hiç camiye gitmedin mi?

-Çocukken
dedemle birkaç kere gitmiştim,dedi.

Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde endişe
etmiyordum.

Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri
beni son derece şaşırtmış ve

bu konuyu açtığıma pişman etmişti.

Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra,kendisinin

Camide olduğunu söylediler.

Hemen gittim.

Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve

Üzerinde yine Yeşiller vardı.

Yavaşca
yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

-Hani,dedim.

Camiye gelmeyecektin?

Hiç
sesini çıkarmadı.

Çünkü musalla taşının üzerinde,

Yeşil örtülü bir Tabut içinde yatıyordu.
Cuneyt suavi

2 Ocak 2014 Perşembe

RECEP TAYYİP ERDOĞAN REKORLAR KIRAN SEVGİLİ ŞİİRİ



BİZ BU ADAM GİBİ ADAMI ALLAH RIZASI İÇİN SEVİYORUZ HZ ALLAH ÖMRÜNÜNÜ UZUN EYLESİN

sır

Sır ziyaret

Dünya haritasını önünüze koyduğunuzda Türkiye'nin tam merkezde olduğunu rahatça görürsünüz! Koordinatlarımız gereği tam ortadayız! Bir yanımızda BATI diğer yanımızda ise DOĞU...
Coğrafyanın yaptığını yapıp iki tarafı birleştireni pek sevmezler! Sonuç olmasa da BATI'ya gidene bayılırlar!
Kimsenin aklına "Ortadoğu nerede?
Buraları kime bırakıyoruz?" sorusu gelmez! Musevi BARONLARIN ve Türkiye'deki temsilcilerinin tek isteği, sandıkla gelemese de CHP'nin GİZLİ İKTİDARIN savunucusu olmasıdır!
CHP lideri Kemal Bey de bilerek ya da bilmeyerek milli Ankara'yı çökertmeye çalışanlara destek oluyor!
Açıklamakta zorlanacağı ittifaklara giriyor! Varlık nedeni olarak karşı çıkması gereken ortaklıklara soyunuyor!
Ve bütün bunları yaparken de birinin çıkıp bunları ıskalamayacağını düşünmüyor!
CHP bu ülkenin büyük gerçeklerinden biridir! Bu nedenle CHP'nin doğru tahlil edilmesi Ankara'nın elinin rahatlaması ya da başının belaya girmesi demektir!
Artık kimin yanında olup olmadığı bilinmez hale gelen partinin hem içeride hem dışarıda BARONLARA teslim olması anlaşılır bir durum değil!
Bir partiden çok şirkete dönüşmüş durumda! Bir CEO tarafından yeni bir rotaya sürüklenme hali var! Ve umutları da çok! Bel bağladıkları yer ise ne yazık ki bu ülke ve bu millet değil!
17 Aralık operasyonu başlamadan önce CHP lideri yanına Faruk Loğoğlu, Şafak Pavey, Kamer Genç, Sezgin Tanrıkulu, Faik Öztrak, Osman Korutürk ve Aydın Ayaydın gibi isimleri alıp 30 Kasım 4 Aralık tarihleri arasında Amerika'daydı!
Kemal Bey'i kasetle getiren güç, Avrupa merkezliydi!
Kemal Bey'den bir süre önce de çok önemli bir Türk gelip çok önemli ve gizli görüşmelerin merkezinde olmuştu!
Kemal Bey burada bulunduğu süre içinde, yani 5 gün içinde 43 görüşme yaptı! En büyük zamanı, YAHUDİ örgütlerine ayırdı!
Ekonomik tetikçi David Cohen'i, Halkbank'ın üzerine yollayan ünlü Musevi örgütü AIPAC'la çok sağlam bağlar kuruldu!
Halkbank'ı ABD Kongresi'ne şikayet edenler, Kemal Bey için DOST tanımına giriyordu!
Hoş diğer Yahudi örgütleri de öyleydi!
Sarıgül'ün adaylığını orada duyuran Kemal Bey döndükten sonra da yüksek tempo ile çalışıyordu!
Amerikan Büyükelçisi Ricciardone ile 18 Aralık'ta, yani operasyondan bir gün sonra görüşüyor ve bir ay gibi zamana aynı isimle 3 ZİRVE sığdırıyordu! Galiba birini, partisinden bile kimse bilmiyordu!
17 Aralık'tan yaklaşık bir yıl önce İstanbul olağandışı günlerinden birini yaşıyordu!
CIA Başkanı David Petraeus, gizli temaslar için NAKLİYE uçağıyla geliyordu! Mc Cain ve Lieberman gibi iki önemli isim de beraberindeydi!
Petraeus'un Ankara'ya da gittiği söylense de kimlerle görüştüğü bilinmiyordu! CIA Başkanı ortada yokken iki senatör Etiler'deki BACKYARD isimli lokantayı kapatıyor ve içeri kim olduğu belli olmayan iki misafir alıyordu! Kimse de gelenlerin kimliğini öğrenemiyordu!
Petraeus'un da Çırağan'da çok özel görüşmeler yaptığı biliniyordu! Sızan dedikodular böyleydi!
Türkler'i sevmediği SIR olmayan ÇUVALCI PAŞA ne çeviriyordu!
Aynı gün bu üç isim İstinye'deki Amerikan Konsolosluğu'na giderek BAŞKA görüşmelere imza atıyordu!
Ama kimse bilmiyordu?
Petraeus, bir skandalla CIA'yı bırakmak zorunda kalıyor ve üniversiteye dönüyordu! Karısından ayrılıyor, başka serüvenlere yelken açıyordu!
En ilginci de Kolhberg Kravis Roberts Yahudi şirketinin KİRALIK CEO'su oluyordu! Eski CIA Başkanı'nın yeni hedefi BARONLARIN işaret ettiği Merkez Bankaları'ydı!
Daha bir yıl öncesinden ilginç bir tesadüf yine oluyordu! Petraeus İstanbul'dan ayrılırken, şimdi çok yakından tanıdığımız David Kohen, temaslarda bulunmak üzere Atatürk Havalimanı'na iniyordu!
Kolhberg Kravis Roberts ve AIPAC'in hedefi Türkiye'deki güçlü Merkez Bankası ile Halkbank'tı!
Zaten eski CIA Başkanı bu operasyon için kiralanıyordu!
Ama ortada bir operasyon yoktu!
Bütün bakanlar ve aileleri, yakından takip edilse de bilinen bir şey yoktu!
Yani ne yolsuzluk ne de rüşvet vardı!
Ama birilerinin çalıştığı da sır değildi!
17 Aralık operasyonunda birbirinden ayrı zamanlarda yaşanan gelişmelerin tamamının aynı torbaya konulmasının bir anlamı var mıydı?
Şimdilerde basına sızdırılan görüntülerden Petraeus'un, Cohen'in, Mc Cain'in ve Lieberman'in haberi var mıydı?
Gezi'den önce böyle bir hazırlığın fitili yakılmış mıydı? Bir B planı olarak senaryo yazılmış mıydı? Birbirine çok uzak olan CHP ve başka camiaların bir araya getirilmesi için start verilmiş miydi? Emniyete görüntü veren SİVİL bu isimlerle bağlantılı mıydı? Amerikalı bu üç isim, bizim SİVİLE destek oluyor muydu?
Petraeus çekildikten sonra AIPAC, "İstanbul isyanı" diye bir senaryoyu tartıştırıyordu! "Sokaklar canlı tutulsun" diyen İsrail sevdalısı kuruluş, Gezi'yi önceden haber veriyordu! Onlar bu haberi duyururken, BARONLAR parayı buraya akıtıyordu!
Bakın!
Musevi sermayesi KRALİÇE'nin öncülüğünde Amerika'daki KOLUNU ayağa kaldırdı! Obama'nın da üzerine gidiyorlar! Mısır'da MURSİ'yi götürdükleri gibi, Türkiye'de de ortak bir operasyonla Erdoğan'dan kurtulmak istiyorlar!
1960, 1971, 1980 ve 28 Şubat'ta ORTAK olmayı becerdiler!
Londra kaybedeceğine, ortaklığı masaya getiriyor!
Arkasındaki güç hiç az değil!
Kemal Bey'in kendini Amerika'da anlatması, boşuna değil! Bizim tanımadığımız birini Amerikalılar nereden tanısın?
Yahudi de olsa Türkiye'de kimlerle çalışacağını bilmek istiyor! İTTİFAKI zorunlu hale getiren BARON da bunu emrediyor!
Ortada duran ittifak 2 yıl önce kuruldu! Sadece yeni duyuruldu!
Arşivler ve takipler yeni bitti!
Başımıza çuval geçirmek istemelerinin nedeni, Ortadoğu'da Türk malı çuvalın içinde çırpınmaları!
Umarım 2014'te de kıvranmaya devam ederler...

Herkese mutlu yıllar!