25 Ekim 2011 Salı

kaddafi

Kaddafi'ye rahmet diliyorum.



















Kaddafi’yi kutluyorum. Kaçmayacağım, şehit olana kadar çatışacağım demişti. Sözünün eri çıktı. Allah günahlarını affeder inşallah diyorum.






Sözümona, filtre edilmeye zaman bulunamamış vahşi görüntüler ekranları kapladı. Saatlerce filtre edilmeye zaman bulunamadı.






Bir yandan, çocuklarınız seyretmesin denilerek, bir yandan tekrar tekrar saatlerce beynimize kazındı. Çocuklarınız seyretmesin, hoş olmayan görüntüler dene dene yayınlandı. Hoş değil ama müstehaktı. Çocuklar görmemeliydi ama sonu işte buydu. Azdı bile..






Birisinin elinde AB bayrağı, ne denli mutlu olduğunu anlatıyordu kameraya. ‘NATOnun desteğiyle devrim yaptık, Allah’ıma çok şükür.!’ le bitiriyordu konuşmasını.






NATO-Devrim-Allah-Şükür nasıl aynı cümlede kullanılabiliyor ve AB bayrağı altında kullanılabiliyordu..? İnsanı dumura uğratıyor.!






Bu görüntüler, Müslüman Kaddafi’ye değilde, bir Fransız Alman yada Amerikalıya ait olsaydı, ekranlarda nasıl yer alırdı, neler söylenirdi acaba.?






Düşünüyorumda, ne İslam’ın ne kadar vahşi bir din olduğu kalırdı, ne doğu insanının barbarlığı..






Ne İslam’ın teröristliği..






Hatta ve hatta salt bu görüntüler bile, ‘demokrat ve humanist batının’ müdahalesi için yeterli sebep oluşturabilirdi..?!






*






Özgürlük, özgürlük haykırışları görüntülere eşlik ediyordu..






Libya’ya demokrasi ve özgürlük gelmişti, NATO bombalarıyla, silahla ve kanla, vahşetle, linçle..






Allah’ım sen bizi demokrasi ve özgürlükten koru demek geliyor içimden.!






*






Haber ve görüntülerin anlattığı: Kaddafinin yer aldığı konvoyun havadan vurulduğu, yaralanan ve kendinden geçen Kaddafinin ambulansla götürülürken, yolda çevrildiği ve linç edildiğidir. Gerisi holivud işi, kes-yapışır clip.!






*






Nesine rahmet diliyorsun soranlara, 1- Petrol gelirinden, az-çok bütün halkına pay dağıttığı , 2-Kıbrıs harekatında ve sonrasındaki karşılıksız yardımları, 3-Onca dost ve stratejik müttefikimiz, pekaka na kucak açarken, bir tek o geri çevirdiği için yeter diyorum.


22 Ekim 2011 Cumartesi

Bayrakla Doğanlar, Bayraksız Ölemez!







Cenâb-ı Hak buyuruyor:






“Allâh yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler! Allâh’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara nâil olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allâh’tan olan bir nîmeti, bolluğu ve Allâh’ın, mü’minlerin ecrini zâyî etmeyeceğini müjdelerler.” (Âl-i İmrân, 169-171)






Rasûlullah (sav) buyurdular:






“Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allâh yolunda şehîd olmak, sonra diriltilmek tekrar şehîd olmak yine diriltilip tekrar şehîd olmak isterdim.” (Buhârî, Îman, 26; Müslim, İmâre, 103, 107)






Allâh Rasûlü (sav) bir gün ashâbına şöyle buyurdu:






“Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve kıymette idi. Sonra o iki kişi bana:






“–Bu eşsiz ev, şehîdler sarayıdır.” dedi.” (Buhârî, Cihâd, 4; Cenâiz, 93)






Peygamber Efendimiz, ashâbından şehîd olanlarla çok yakından alâkadar olmuş, onlara husûsî bir ihtimam göstermiş, onların cennette olduklarını müjdelemiş, hem yakınlarını tesellî etmiş hem de sahâbe-i kirâmı şehâdet makâmına özendirmiştir.






19 Ekim 2011 Çarşamba

ŞEHİTLERİMİZ

Şehitlerimize Allahtan Rahmet…Ailelerinde Başsağlığı diliyoruz…acımız çok büyük hangi kelime ile anlatılır bilemiyorum

18 Ekim 2011 Salı

düğüm

İçte deprem olur dışın düğümü/ İhlâssız çözülmez işin düğümü/ Aklımdan geçeni, düşündüğümü/ Okusam kim dinler, yazsam kim anlar?" A. Krkc



akıl

Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan dahî, Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-i mekteb ol" (Nef''î)



saadet

Saadetten murad şekavet zail olmakmış derler. Şikayetten kurtulmakla ele geçiyor mutluluk dedikleri..



17 Ekim 2011 Pazartesi

sevgi

Sevgi garip bir yangın.Yaşaması için büyümesi gerek.O yangına herşeyini atacaksın; zamanını, gururunu, dehanı.. (Cemil Meriç)



sufiler

Sufiler insanın günahına kafayı takmasında bile bir benlik gizlendiğini söylerler. Ben yaptım, nasıl yaptım, nasıl yaparım?Yaparsın.



16 Ekim 2011 Pazar

Zikrin Sağlığa Etkisi


Maddesel boyutu ile akıl almaz hızda ilerlemesine rağmen modern tıp uygulamalarının insanlarımızın beklentilerine cevap verememesi günümüzde biz hekimleri başka alternatiflere yöneltmektedir. Bugünkü konumuzu bu nedenden ötürü farklı bir alana ayırarak sizleri kısa özetlerle bilgilendirmek istiyorum.



Bütün dünyanın yıllardır bildiği bir kavram var: Adı Chi...






Can yada Chi... Adına ne söylersek söyleyelim. Yaşamak için oksijene suya havaya ve gıdaya ne kadar ihtiyacımız varsa en az o kadar da Chi'ye ihtiyacımız vardır. Bu enerjinin büyük bir kısmı daha dünyaya gelmeden ebeveynlerden elde ediliyor. Yani anne rahminde iken biz aslında bu enerji ile yaşamaya başlıyoruz. Doğduktan sonra ise akciğerlerimize dolan oksijen ve annemizden emmeye başladığımızı süt ile Chi enerjimizi belli bir dengeye oturtuyoruz.






Peki Chi nedir nasıl tanımlamamız gerekir?






Vücudumuzda kendine özgü özel kanallar aracılığıyla dolaşan can enerjisi yada yaşam enerjisi olarak kısaca tanımlayabiliriz. Çin kültüründe ise “Chi” enerjisi daha karışık olarak tarif edilmektedir. Chi enerjisinin tam olarak tanımını yapamasak da hücre ve dokularımıza can veren onları ruhla bütünleştiren bir aracımız olarak da kabul edebiliriz. Chi tüm canlılar için adeta olmazsa olmaz bir enerjimizdir.






İçim bayılır gibi oluyor yada canım çekiliyor diye yakınan bir insan aslında Chi enerjisinin azaldığını ifade etmiş oluyor. Günümüzün sık yakınma konularından olan halsizlik yorgunluk huzursuzluk depresyon ve enerji azlığı tükenmişlik gibi bir çok yakınma ve şikayetin altında bu Chi eksikliği yatıyor olmasın. Yapılan onlarca tetkik ve tedavilere rağmen hiçbir olumlu sonuç alınamayan bu ve benzeri şikayetleri olan insanlara artık bir çok hekimimiz ilaç dışı şeyler tavsiye eder oldu. Bir kısmı yoga derken başka bir kısmı meditasyon diyebiliyor. Geleneksel çin tıbbında Tai Chi olarak isimlendirilen çeşitli bedensel ritüellerle hareketlere ise sanki can simidi gibi sarılır olduk.






Chi enerjisi doku ve organlarımızda, tıpkı kan damarları ve sinir sistemi gibi bir ucundan diğerine, hiç durmaksızın gece gündüz mütemadiyen dolaşır. Bu özel kanallara geleneksel Çin tıbbında meridyen ismi verilmektedir. Ortodoks batı tıbbı bugün içinden çıkmakta zorlandığı bir çok açmazını çözüme kavuşturmak için Chi enerjisini ve onun dolaşım yolları ile ilgili açıklamakta zorlandığı konuları bilimsel temellerine oturtarak içselleştirmiş durumda. Her insanın vücudunda yirmiden fazla kanalda 300 den fazla noktada non stop (hiç durmadan) dolaşan bu enerjinin akımı ile ilgili bir çok problem hastalık olarak karşımıza çıkmaktadır.






Çağımızda modern tıbbın ne kadar ilerlemiş olduğunu belirtmeme gerek bile yok. Nerde ise ömürlere ömür katılacak derken doğal felaketler ihtiras savaşları ve teknolojinin getirdikler yanında götürdükleri ile de ömürlere ömür katmak yerine 20 li 30 lu yaşlarda kalp ve beyin krizinden aids uyuşturucu batağı intiharlar ve strese bağlı hastalıklardan yine patır patır dökülmeye devam ediyoruz. Sanırım bu paradoks bilimsel kafalı meslektaşlarımızı uyandırarak nerde yanlış yaptık sorusu ile bizleri yüzleştirdi ki ben bu gün size böyle bir aktarım yapabiliyorum. Zikir ve Chi…






***






Zikir; kelime anlamı ile anma-hatırlama ve insanın hayatı duyarak yaşaması ya da varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alması demektir. Bu mânâda zikir ile namaz arasında sıkı bir irtibat söz konusudur. Zikir gizli ve açık oturarak yatarak yürürken konuşurken hareket halinde devamlı yaratanla rabıtalı olmak anlamına kullanılabilir. Zikir özellikle açık ve tasavvufi ritüellerle gerçekleştirildiğinde duaya katılan bütün insanlarda manevi haz ve mutluluğa bağlı bir gevşeme rahatlama ve paylaşıldıkca artan bir enerji fazlalığına sebep olabilmektedir.






Batıda ve uzak doğu kültüründe kabul gören yoga meditasyon gibi ritüelli ibadetlerin bizim kültürümüzdeki karşılığı manevi dinamiğimizdir zikir. . Bu gözlük bize sağlıklı olmada dinç ve zinde yaşamada Rabbi ile bağlantılı olmanın avantajlarını temin edecektir. Rabbimize yaklaştıkça ondan direkt olarak aldığımız saf enerji bizi sadece hastalıklara karşı korumayacak aynı zamanda çevremizle ve kendimizle daha barışık yaşamanında kapısını aralayacaktır. Sağlık ve mutluluk dileklerimle.






Dr. Ali Akben; Altınoluk Dergisi;2008 - Kasim, Sayı: 273, Sayfa: 059


15 Ekim 2011 Cumartesi

TEMBELLİĞE VE MAZERETE SON!






Halkımız arasında meşhur bir söz vardır. Derler ki: “İsteyen bir yol bulur, istemeyen de mazeret bulur.” Bu söz, günümüzdeki Müslümanların bir bölümüne şıp diye oturuyor. İnsanlar yapmaları gereken şeyleri “azgın nefis”in telkin ve teşvikleriyle yapmadıklarından dolayı kendilerini temize çıkarabilmek için mazeretler uyduruyorlar. Uydurdukları mazeretleriyle kendi sığınakları oluşturuyorlar. Hâlbuki bu tür davranış içerisine girenler ancak bilerek ya da bilmeyerek kendi kendilerini aldatıyorlar.






“Günahları”nı, “tembelliklerini, “ihmalkârlıklarını, “vesveselerini mazeret kılıfıyla örtmeye çalışanların“, zerre miktarı hayır ve şerrin hesabının görüleceği” günde imtihanı kaybetmesinden endişe ediyoruz.






Günümüzün tembellik ve mazeret içerisinde bocalanan bazı meselelere bakalım… Hangi konularda tembellik yapıyoruz?






Allah'a kulluk noktasındaki tembellik en tehlikeli olanıdır. Bilindiği gibi tembel insanlar zamanında yapacakları işi devamlı ertelerler. Namaz kılınması lâzım… Yarın kılarım derler yarınlar bir türlü gelmez.






Ramazanda Oruç tutması gereklidir: Bin türlü mazeret hazırlar.






Zengin sınıfında ise Zekat vermesi icap eder: Hep bir sonraki sene toptan veririm der ama miktar arttıkça ertelenen sene sayısı da artar.






Bu ve buna benzer İtikat, İbadet, Muamelat, ve her türlü dini noktalarda Allah'a kulluğunu erteleyen Müslüman öyle bir zamana rastlar ki; Ecelin ertelenmediği vakit gelmiştir. Hayıflanmak, üzülmek, esef etmek te artık çare değildir. Aklımızı başımıza alalım ve her amelimizi zamanında yapmaya gayret edelim. Çünkü yaşadığımız hayatın yedeği yok. Ahirette de kandırılacak, aldatılacak, mazeret dinleyecek birilerini bulamayacağız.






Kitabımız Kur’ân-ı Kerime yeterli derecede vakıf olmaktan uzağız. Kur'an'ı anlamıyoruz, İşin garip olan tarafı anlamaya da çalışmıyoruz. Hep birileri okusun, birileri anlatsın… lâkin biz yüzünden dahi okuyamayalım. Eğer böyleysek acınacak durumdayız demektir ve en kısa zamanda Kurana hizmet yönünde önce kendimiz kitabımıza sarılacağız, sonra eşimize ve çocuklarımıza Kuran sevgisini aşılayacağız. Çevre çevre Kuran halkasını genişleteceğiz. Kuranın hizmetçisi olacağız.






Çünkü Peygamber efendimiz mealen buyuruyorki: " Sizin en hayırlılarınız Kuranı öğrenen ve öğretenlerinizdir." Müslümanlar için çok önemli olan bu müjdeli habere sımsıkı sarılacağız. İnanıyoruz ki; Kurtuluş sadece Kur'an'da ve İslam’dadır...






Müslümanlar Kur’ân’ın sınırlarını çizdiği helâl-haram hudutlarını kesinlikle ihlâl edemezler. Yalnız bu hudutları tayin etmek de İlim ile olur. Onun için Kitabımızı çok okuyacağız. Anlayana, kavrayana kadar ondan kopmayacağız. Zorda kaldığımız her an ona sarılacağız… Edebimiz, ahlakımız, yaşantımız, velhasıl her adım atışımız kitabımıza uygun olacak.






Ne olur artık dünyamızı mamur hâle getirmeyi, dünya malına canla başla sarılmayı birazcık erteleyelim birazda Dinimiz için gayret sarf edelim. İnanıyoruz ki; Dinimiz düzelirse hem dünyamız, hem de Ahiretimiz nurlanacaktır. Şükürler olsun çoğumuzun hali vakti yerinde, imkanlarımız çok geniş. Allah’ın dinine sarılmayı ertelemeyelim.






Müslümanların İnsanlığa faydalı olacak faaliyetlere koşması zaruridir. Bu tür sosyal faaliyetlerden kişinin kaçması kendi kendinden kaçması, kendi kendisini aldatması demektir. Müslümanlar artık kendilerini ciddiye almalarının vaktinin geldiğini hesap etmelidirler. Akıl baliğ yaşını idrak etmiş olanlardan itibaren kimse kendisini geri planda göremez. Yaşı ilerleyenler " Artık yeşeripte bostan mı olacağım " düşüncesiyle kendilerini bu hizmetin dışına çıkaramazlar.






Bu din kadını, erkeği, yaşlısı, genci, fakiri, zenginiyle yaşanmak için Rabbimiz tarafından Peygamber efendimiz (sav) aracılığıyla bizlere ulaştırılmıştır. 1400 küsur senelik geniş bir İlmi birikim bizlere kadar taşınmıştır. Bizlere sadece ihlâsla, İslam dinine sarılmak kalıyor… Tekrar ediyoruz Tembelliğe ve Mazerete geçit yok diyeceğiz.






Arif Nihat Asya ne diyor şiirinde: " Hâla ne diye oyunda oynaştasın. Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın."






Evet kendimizi ciddiye alalım. Biz ciddiye almazsak hiç kimse bizi adam yerine koymaz. Yaratılmışların en şereflisi olduğumuzu bilelim ve buna lâyık olalım...






Şeytanın en büyük uğraşı bütün insanlığı yoldan çıkartmak için çalışmak ve bu uğurda Kıyamete kadar gayret göstermektir.






Aman Şeytana ve şeytanın uşaklarına fırsat vermeyelim. Şeytan Haramları, günahları, Dinimizin çirkin bulduğu bütün amelleri allayıp pullayıp yandaşlarına güzel gösterecektir.






Haramların kapısını sonuna kadar açacak zinacıyı, içkiciyi, kumarcıyı, yalancıyı, iftiracıyı, hasta ve illetli beyinlilerin hepsini geçici olarak koruma altına alacak, onların dostu gibi görünecek, Vesvesesi ile muhatabını sapıklığa sürükleyince de zevkten dört köşe olacak…






İnananların kalbine şirk tohumlarını atmak için asker sayısını sürekli artıracak, İsyan bayrağının kıyamete kadar taşıyıcılığını üstlenecektir. Aman şeytanın hilesine, desisesine, aldatmalarına kapılmayalım…






Uyanık olalım. Kış uykusuna yatmış olanları da uyandırmaya gayret edelim. Ömrümüzün geri kalan kısmını Allah'a ve Peygamberine (sav) bağlılıkla geçirelim.






Unutmayalım: Şeytan bizim günahlardan tövbe etmemizi istemez. Şeytan bizim Hidayete, kurtuluşa kavuşmamızı istemez. Şeytan bizim Allaha sığınmamızdan hoşnut olmaz. Şeytan bizim Namaz kılmamızı, SECDE etmemizi istemez. Müslümanlar günah işledikten sonra, Pişmanlık duyup tevbe kapısına yapışınca o kusur ve günahlarından kurtulacakken, Güzel niyetleriyle iblisi çatlatması gerekirken Hâla tembellik ve Mazeret hastalığını gündemde tutarak hayatını sürdürüyorsa o insanın alçalışı ve düşüşü hızlanır…






Allah korusun * ESFELİ SAFİLİNE * Yani aşağıların aşağısına yuvarlanır. İnsanlık şerefini ayaklar altına alır ve hayvanlardan daha aşağı derecelere iner.






Akıl nimetinin bize tanıdığı güzellikle diyoruz ki Allaha ve onun Resulüne (sav) itaat etmekle Şeytanı, lanetli iblisi çıldırtalım. Allah'ın gazabına uğramaktan korunalım. Samimiyetle ve sadakatle dinimize bağlanalım, sarılalım.






Ve bilelim ki; hesapların görüleceği o günde:






Ne tembelliklerimize ne de dünyadaki mazeretlerimize…






MAZERET GÖSTERİLMİYOR…






Alıntı






14 Ekim 2011 Cuma

adam olmak

Prof. Dr. Metin Kazancı Bey, ilk üç Osmanlı padişahının, yani Osman Bey, Orhan Bey ve Murat Hüdavendigar’ın okuma yazma bilmediklerini söyledi. Ayrıca hem Osman Bey’in hem Orhan Bey’in vefat ettiklerinde geride bıraktıkları mal varlıklarının birkaç koyun ve birkaç kap kacaktan ibaret olduğunu öğrenince, dünyanın en iyi üniversitelerinde okuyup da ülkelerine döndüğünde devlet malını yağma eden prensler geldi aklıma. Demek ki adam olmak için sadece okumuş olmak yeterli olmuyormuş. Osman Özsoy



13 Ekim 2011 Perşembe

hayırlı cumalar

‎''Bir namazım, bir duam, birde eski seccadem, hepsi hepsi bu kadar, işte benim sermayem''



Necip Fazıl Kısakürek

Televizyon Karşısında "1095 SAAT"

Büyük emekler ve yüksek fiyatlarla ele geçen bir nimetin değerini herkes takdir eder. Fakat hiçbir fiyat ödemeksizin doğuştan sahip olduğumuz nimetler, dünyadaki herşeyden daha değerli olmalarına rağmen, layık oldukları itinayı nedense görmezler. Böyle nimetleri mirasyediler gibi harcamakta birbirimizle adeta yarışırız.







İşin en garip tarafıda, bu nimetlerin en değerlisinin, en hoyrat bir şekilde israf edilmesidir. Bu nimet sayılıdır, sınırlıdır, her an hızlanan bir tükenişle eriyip gitmektedir ve bir daha geri gelmeyecektir. Zaman tünellerine belki filmlerde, hikayelerde ve rüyalarda girebilirsiniz ama, gerçek hayatta asla. Bir hastalık sonrası sağlığın geri dönüşü gibi, kayıp zamanlar hiçbir zaman tekrar ele geçmez.






Zaman deyince, onun en büyük düşmanı ister istemez akla geliyor: Televizyon.






Bu aletin ömrümüze maliyetini hiç hesapladınız mı ?






Gelin, beraber hesaplayalım.






Birinci soru : Günde kaç saatiniz televizyon başında geçiyor ?






Ortalama -belki de iyimser - bir hesapla üç saat diyelim. İlk başta pek ürkütücü gelmiyor. Ancak günler damlaya damlaya hafta olur, ay olur, yıl olur, sonunda bir ömür olur, biter. Eğer televizyonun günde 3 saatten bir yılda yiyip bitirdiği zamanı hesaplarsak, 1095 saat eder. Bu da gecesiyle, gündüzüyle 45 gün demektir, televizyon başında geçen 45 gün ve 45 gece.






Geriye kalanlar ise dizilerin, gevezeliklerin, daha bir yığın levhiyat ve fuhşiyatın günah izleri. Belki araya tesadüfen bir iki bilgi kırıntısıda sıkışmış olabilir; ama bununda fiyatı herhalde 1095 saatlik insan ömrü değildir !






Şimdi ikinci soru : Televizyon canavarının pençesinde can veren bu 1095 saat, bize neler kazandırabilirdi ?






Bu rakam, bir öğrencinin bütün bir öğretim yılı boyunca gördüğü ders saatlerinde daha da büyük bir yekûndur. Demek ki, en azından kayıp bir öğretim yılı var orta yerde.






1095 saat içerisinde bir yabancı dili iyi seviyede öğrenmek mümkündür. Bu demektir ki, televizyon her yıl bize bir yabancı dil kaybettiriyor.






Kitap okumayı tercih ederseniz, ağır bir okuyuşla 25000 sayfalık kitabı bu müddet içerisinde bitirmeniz mümkündür.






Eğer herbir harfi en az 10 bâkî sevap meyvesi veren Kur'an okuyacak olsanız, bu 1095 saat, 10 tane hatim eder. ( Ağır okuyanlar üzülmesin; onlara zaten çifte sevap müjdesi var.) Veya bu müddetin sadece üçte birini kaza namazlarına ayırmakla, üç yıllık borcu defterden silebilirsiniz.






Eğer bu hesaplar uzun ve karmaşık geliyorsa, televizyonun sadece bir tek ezan vaktindeki maliyetini düşünün. Bu yeryüzünde Kabe'ye yönelerek halka halka saf tutmuş yüz milyonlarca müslümanın arasına katılıp onların dualarına ve aminlerine iştirak etmek gibi bir fırsatı tepmek manasına gelir. Tek bir namaz vaktindeki bu kaybı, dünyada hangi şey telafi edebilir ?






" İnsanlardan öylesi vardır ki, halkı farkettirmeden ve hiçbir bilgiye dayanmaksızın Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak icin boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. işte onlar için hor ve hakir edici bir azap vardir. "(Lokman Suresi,6)






"İblis dedi ki: "Madem ki, insan yüzünden Sen beni rahmetinden uzaklaştırdın; bende Senin doğru yolundaki insanların önüne oturup yollarını keseceğim. Sonra önlerinden ve arkalarından, sağlarindan ve sollarından onların üzerine varacağim.Sen de onların çoğunu şükredici bulmayacaksın."(A'raf Suresi, 17)


Firkâtine râm oldum,umudunla haşroldum!







Kimi zaman suskun kaldım


Sadece hasretin yudumuyla yol aldım, kalbime nazar edeni andım


Fecrin kuşatan vecdiyle nasıl ağladım,kalbimin sahibine adandım ve kandım


Yâr dedikçe, figanım nüksettikçe,boynum çaresiz büküldükçe malik olana sığındım






Ne cezbeden hâlin esiriyim


Ne sevdayı karartan bir mânânın hastasıyım,hangi dirilişin niyazındayım


İnşiraha muhtaç bir kalple nasıl vuslatı anayım,ecrin feyziyle aşkına ulaşayım


Nasıl bir aklın,nizama kadir olmayan nefsi hastalıkların ki sadrından kurtulayım






Arif ne söyler,aşkı tarif eder


Ruhunu yakmayan bir lahzadan nasıl söz eder, ar içinde kime iltica eyler


Mecnun niye boynunu büker, bir lokma ekmeği neyler, o aşk kalbine evet, yeter


Melülleşen hissiyat, çaresiz kalan nefs-i maslahat elhak ruhuna aşkın vecdini eker






Nasıl taklidin sulbunda yaşayayım


Ruhumu bahşedene, akıl ve irade verene, merak ettiren Hakka imanla varayım


İdrake ulaşmayan,hesabı gale almayan, lahzanın didarında yol almayanı anayım


Bahtın teslimiyetinde,nasibin telakkisinde, tercihin her cümlesinde aşksız kalayım






Çürümeye amade tenimi ne sanayım


Aldatmayı, insanlıktan çıkmayı, nefsin sefilliğinde solumayı nasıl bırakmalıyım


Benlik kafesinden, tekebbürün kepaze eden illetinden bu ahvalimle nasıl sığınayım


Utanmayı unutmuş, edebi ruhunda yaşatmayı anlamamış bir kalbi ben ne yapayım






Yâr derken, kendimden geçerken


İrademden vazgeçmeyi yeğlerken,lafazan mı olayım,”ne derler”lemi” yol alayım


Hırsın nasıl bir hissiyatın tezahürüdür, asabiyetin neden halinde ki çaresizliğindir


Mütemadiyen yargıç olman, olur olmaz zan içinde bulunmanı ise nasıl anlayayım






Mustafa CİLASUN






12 Ekim 2011 Çarşamba

Kalbin Gücü







Kalp; sözlükte vücudun kan dolaşımı merkezi, yürek, gönül, herşeyin ortası, duyguların sultanı ... gibi anlamlara gelmektedir.






Tıpla ilgili kitaplar ise, insan kalbi hakkında daha değişik bilgiler vermektedir.










Dakikada 70-75 defa atar. 70 yaşlarına gelmiş bir kişinin kalbi o güne kadar takriben 2900 milyon kere atıp en az 167.961.600.000 kere kanı damarlara pompalamıştır. Bunu başka şekilde söylemek gerekirse, bir yılda 1,5 milyon galon kanı pompalamak suretiyle bir ömür boyunca 2100 kadar boing 747 jet uçağının yakıt ihtiyacı­nı karşılamakla eş değerdedir. Yumruk büyüklüğündeki bir cisim ve aklın sınırlarını zorlayan bu rakamlar! 24 saat zarfında sarfettiği enerji normal bir adamı 125 metre yüksekliğe kaldıracak güç demektir.










Bununla beraber kalbin bir de manevi yönü vardır ki, biz ona genellikle gönül adını vermekteyiz.


Çünkü, insanlar akılla bulamadıklarına gönülle erişmek isterler. Bu yüzden olacak ki, aklın sınırlı oluşuna dikkat çeken Mevlana, "Bu yolda akıl, çamura batmış eşektir." benzetmesini yapmaktadır. Çünkü insan, herşeyi akılla çözemediği gibi salt mantıkla da halledemez, işte o zaman devreye gönül girer. Kalbin işlevinin bittiği yerde gönül yoluna devam eder.










Gönül, öyle yüce bir varlıktır ki, alçağı bile yükseltir. Söz gelişi, birine 'alçak' dediğinizde o kişi buna fazlasıyla üzülür, ama ayni kişiye 'alçak gönüllü' dediğinizde ise, kendini yücelmiş hissederek bir sevinç duyar. Demek ki gönül, burada alçağı yüceltmiştir.










Dr. Haluk Nurbaki, kalbi bu yönden ele alarak şu bilgileri verir:










"Yeni buluşlar birçok şeyi yıktığı gibi materyalist görüşü de kökünden söküp atmıştır. Darwin nazariyesinden sonra 'akıl ve beyin herşeyi halleder' görüşü de iflas etmiştir. Çünkü insanı insan yapan değerler akıl ve beyinden ibaret olmayıp bir de kalp vardır. Merhamet, cesaret ve sevgi gibi insanı yücelten değerler hep kalp ile ilgilidir. İnsan vücudundaki bütün bezelerin beyne bağlı olduğu kanunu temelden yıkılmıştır. Çünkü göz yaşı bezlerinin, emri kalpten alıp, akıl ve beyni değil, sadece kalbi dinlediği tespit edilmiştir. Şefkat, merhamet ve sevgi merkezlerinin de kalp olduğu kesinleşmiştir. Allah'ın:






“Kalbinizle inanın' öğüdünün sırrı böylece anlaşılmıştır."










Kalp, gönül veya yürek... Adına ne derseniz deyiniz. Herşeyin madde planı yanında bir de manevi yönü vardır ki, ilim ilerledikçe gerçekler biraz daha netlik kazanacaktır.










Ümit










Bois adındaki düşünür: "Ümidini kaybetmiş olanın başka kaybedecek birşeyi yoktur." diyor. Ne yazık ki, doğru söylüyor. Ümidini kaybedenlerin sanki yaşamaya da hakları kalmamıştır. Onları hayata bağlayan bütün ipler kopmuş olduğundan tutunacak birşeyleri kalmamıştır. Büyüklerimiz şu hatırlatmayı yapmışlardır: "Hayat bir faaliyet ve harekettir. Onu yürüten ise şevktir. Şevk dolu bir ruhla hayat ortamına atılan insan, yeis yani ümitsizlik adı verilen korkunç düşmanla karşılaşır. Bu düşman onun ayağını kaydırıp düşürmeye çalışır:










Aman sende!.. Bu işi senden başka yapacak yok mu? Hem sen bu işi başaramazsın... gibi bir sürü olumsuz düşüncelerle yolundan döndürmek ister. Eğer moral bozulur, maneviyat sarsılırsa gerçekten o iş başarılamaz, ve bir adım dahi ileriye gidilemez. Onun içindir ki, bu azılı düşmana karşı Allah'ın kullarına yaptığı hatırlatma daima gözönünde bulundurulmalıdır: "Allah'dan ümidinizi kesmeyiniz." Bu söz ile daima ümitsizlik yenilebilir. İnsanları kemiren yeis daima bu ümitle yokedilir.










Peygamber Efendimiz de şu hatırlatmayı yapmışlardır: "Birşey tamamen ele geçirilmezse, tamamen de terkedilmez."










Demek ki, pes etmek yok. Çünkü azmin elinden birşey kurtulmaz. Ancak yılmamak gerekir. Çünkü başarının ilk engeli ümitsizliktir. Onu aşmadıkça düzlüğe çıkamayız. Ümidin bittiği, çaresizlik anlarının gelip çattığını sananlar için bir İngiliz şairi şunları söylüyor:










"Umudunu mu yitirdin? Dostların çekip gittiler mi? Kendini yapayalnız mı hissediyorsun? Asla yalnız olduğunu sanma!. Kapını ve pencereni sonuna kadar aç ve dış dünya ile harman ol, hemhal ol ve onunla kucaklaş.. Kuşları dinle, yıldızları oku ve denizle dertleş. Allah ile konuş..Allah'a yalvar ve yakar. O seni duyar. O'nun sana neler verdiğini düşün. Lutfettiği nimetleri bir bir gözönünde bulundur, şükretmesini öğren... (Göreceksin ki,) esen yel içine ferahlık dolduracaktır..."










Unutma ki, nice tek gözlüler hiç gözleri olmayanlara bakarak, nice tek kollular hiç kolları olmayanları görerek.. Nice tek bacaklılar hiç bacağı olmayanları düşünerek, mutlu olmasını bilmişler ve kendilerine bu nimetleri veren Allah’a şükretmişlerdir.










Unutmayalım ki, bizim rnutlu olmamız ve ümitsizliğe düşmememiz için bir değil birçok sebep var. Hele bunlar üzerinde bir düşünelim!. Meğer biz nice imkânlara sahipmişiz!...










Mehmet Coşar, Altınoluk Dergisi

10 Ekim 2011 Pazartesi

içimizdeki düşman

Ey Hak yolcusu!


Gerçeği öğrenmek istiyorsan;

Mûsâ da, Firavun da ölmediler;

bugün senin içinde yaşıyorlar,

senin varlığına gizlenmişler,

senin gönlünde savaşlarına devâm ediyorlar.

Bu sebeple birbirine düşman olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!



(Hz. Mevlana)

9 Ekim 2011 Pazar

Hatırlayanımız var mı, sevgi neydi?







Sevgilerinin üstünden kışlar ve baharlar geçenlere!






Hatırlayanımız var mı,sevgi neydi?






İlk sevgi sözcüğünü ,ilk kıpırdanışını yüreğinin hatırlayanımız var mı?






İlk hüznümüzün adını sevgi koyabiliyor muyuz şimdi geriye dönüp baktığımızda?Deruni coğrafyamızı kaplayan zifiri bulutların ve üzerimize örtülen maddeci felsefenin ağırlığına nezaman başkaldırmıştı sevgilerimiz,hatırlayanınız var mı?Ne zaman sevgilerimiz paralarımızdan önce tartılırdı;ya ne zaman Pazar eyledik sevgilerimizi,biliyor musunuz?En son nezaman bir sevgiyi söyleşmiştik bir sevgiliyle?!..Her gün bir parçamızı daha tüketen teknoloji çağında sevgiye en son ne zaman yürekten bir merhaba demiştik,hatırlayanınız var mı?






Hatırlıyor musunuz,sevgi neydi?






Üzüm henüz yaratılmamışken insanları sarhoş eden o muydu acep?!..O muydu canından ve cihandan geçiren sahip kıranları?.Binyıllar ve binlerce yıllar boyunce pervaneyi ateşe düşüren,bülbülü şeydalandıran o muydu?Neydi sevgi?!..






SEVGİ BİR BAKIŞ,BİR GÜLÜŞ MÜYDÜ BAZEN;BİR AKIŞ,BİR KOŞUŞ MUYDU?..SEVGİ GÖNÜL KUMAŞINDA BİR NAKIŞ MIYDI?!..






Hatırlayan var mı sevgi neydi?Leyla’ların,Şirin’lerin,Aslı’ların nazı mıydı o;yoksa Mecnun’ların,Ferhat’ların,Kerem’lerin niyazı mı?Hangisinde belirmişti ilk kıvılcımı sevginin?Neydi sevgi?!..






Açıkken gözbebeğimize yerleşen de,göz yumduğumuzda gönlümüze sızan da sevgi değil miydi bir vakitler?Bir dudağın kıpırdanışından yanağımıza akseden pembelikler,utanmalar sevgi değil miydi yoksa?En son ne zaman kızarmıştı yanağımız,hatırlayanınız var mı?Uykumuzu en son ne zaman terketmiştik sevgiyi düşünmek adına?En son sevgi şiirini hangi gecede okumuştuk;?






SAHİ, NEYDİ SEVGİ?BİR ÇUHAYI İPEK GÖREBİLMEK MİYDİ;TOPRAĞI AMBER NİYETİNE KOKLAMAK MI?SURETİ SİRETE,ARAZI CEVHERE,BEDENİ RUHA KÖLE EYLEMEK MİYDİ SEVGİ?SEVGİ BİR İYİLİK MİYDİ,ŞEFKATLİ BİR CÜMLECİK Mİ?NEYDİ SEVGİ,DIŞ MIYDI, YOKSA İÇ Mİ;ZAHİR MİYDİ,YAHUT BATIN MI;KALIP MIYDI,YA Kİ CAN MI?VAR OLMAK MI,VARLKITAN GEÇMEK Mİ?DÜNYAYA GÜLMEYE Mİ GELMİŞTİK,AĞLAMAYA MI;ÖLÜYOR MUYUZ,YOKSA DOĞUYOR MU?SEVGİ NEYDİ?!..






Unuttuk,acep neydi sevgi?Bir yetimin başını okşarken dimağımıza yerleşen tat mıydı o?Bir bebeğin süt kokulu teninde ki su çiçeği miydi?Sabah evden çıkarken özlemeye başladığımız bir ses miydi?Hatırlayanınız var mı,sevgi neydi?






Sevgi bir sigara dumanında,bir tren düdüğünde,bir dalganın en son hışırtısında ve bir turnanın kanadında mı kalmıştı?Sevgi Medine’de,Semerkant’ta,Sevgi Bağdat’ta,Endülüs’te,ta caddelerde,sokaklarda,evlerde,kapıların tokmaklarında çınlar durur muydu eskiden?Ya neden şimdi Ayasofya’da pitoresk,Divanyolun’nda kaldırım taşı,Ankara’da ittifak,Yeşil Kubbe’de Mevlana,Erciyes’te kar,Fırat’ta bir içim su olup girmiyor dünyamıza?!Neden nefeimiz daralıyor hummalı inatlarımız,kallavi benliklerimiz yüzünden?






Neden gönül yuvalarımıza kuzgunlar pikeleniyor da nesillerimiz sersefil ve derbeder?!..Sevginin koynunda büyüttüğümüz nazeninlere nazı enin ile mi unutturdular,semenderlerimiz ateşe niçin yanmaktalar?Soralım ta içimize;neydi sevgi?






Sevgi neydi sahi?Bir mektubun ilk satırı mıydı,bir telefondaki ilk ses mi?İnsanı mutlu eden o ilk satır mıydı defalarca okunan,yoksa ilk satır arayışları mı tekrar be tekrarlanan?Telefondaki bir ses insanın bir ömrünü doldurursa mı sevgiydi gerçekten,yoksa yeni sesler duymaya hiç yetmeyecek ömrün arayışları mı?






Sevgi bir acıydı herhalde,bir kederdi,kah hüzünle,kah mutlulukla hatırlanan.Belki de sabırdı sevgi,affetmekti,gelecek günler adına.Sevgi sınanamaktı adl-i İlahi’de ve sınavı geçmekti ercesine.Sevgi bir tevbeydi,nasuh kisvesinde;bir dirilişti nefsi öldürerek.Sevgi bir iyi ad bırakmaktı fena yurdunda.Ömür geçer de ad kalır...






SEVGİ:İKİ HECE...






Sevgi,SEVMEK kelimesinden türetilen bütün öteki kelimelerin en güzeli...






DERİN UYKULARA DALMADAN ÖNCE İLK SORU:






Sevgilerinizi en son ne zaman hatırlamıştınız ve sevgiyi hak edenleri en son ne zaman?!..






BİR SORU DAHA:






SEVGİLERİNİZ YALAN MIYDI YOKSA?!..






VE SON SORU:






ÇORAK VADİLERE YÖNELMİŞSE SEVGİLERİMİZ,ÇEVREMİZİ KANDIRMIYORSA SULARA,İÇİMİZDEN AKAN NİL OLSA NE?!..






İskender Pala






8 Ekim 2011 Cumartesi

nadanı terketmeden


Nâdanı terk etmeden Se11Se111

Neden Keşif?

Birbirine aşk ile mi dolanmıştır o iki sağ el yoksa dua mı etmektedir? Neden iki sağ el? Bir aşk mümkün olsun diye iki elin iki farklı kişiye ait olduğu mu anlatılır yoksa tek bir sağ el aynada kendini mi seyretmektedir?

Rodin müzesini gezen bir göz...






Kâinat ALLAH’ın “ol!” emriyle var olduğu için bütün varlıklar O’nun sözleridir. Bu bağlamda Kâinat’ın yaratıldığı Lisan’ın dışında bir gerçeklik olamaz. Haliyle iktisab al nu’ût yani O’nun sıfatlarıyla şereflenmek de bir bakıma bu “Lisan” ile alâka kurmak, Lisan-ı İlâhi’yi kesbetmek mânâsındadır.










Varlık bir harftir, sen onun mânâsısın” diyordu Şeyh ül Ekber Hazretleri. Sormadan edemiyoruz kendimize: Bu Lisan ile yazılan Varlık harfinin mânâsına işaret eden aklî emareleri insan gözüyle (=aklıyla) görmek mümkün müdür?






Kâinat’a bakarak Hakikat’i görmek için gözümüze yol açabilecek bir Kâinat lisanı var mıdır?






Kâinat’ın lisanını çözmek için bilgi bulabileceğimiz bir kaynak var mı?” diye sorulabilir. Bu konuda Kâinat’ı yaratan Sanatçı’dan ve O’nun Elçisi’nden (SAV) daha güvenilir bir kaynak düşünmek imkânsız doğal olarak:






“En güzel isimler Allah’ındır. O halde, O’na bu güzel isimlerle dua edin..






Bunun için diyoruz ki göz ve kulak görme,işitme sürecinin özü değil de bir parça, bir uzantıdır. Benzer şekilde dil,,diş,dudak gibi organlar da “zikir” sürecinde aklî birer uzantıdır. Esası değildir:






“Nasıl ki dil ile “ateş” demek dili yakmıyor, “su” demek harareti gidermiyor, “ekmek” demek karnı doyurmuyor, “kılıç” demek vücudu kesmiyorsa; aynı şekilde, sadece dille kelime-i tevhidi söylemek de kişiyi kötülüklerden (ALLAH’ın rızası dahilinde olmayan hallerden) alıkoymaz. Söz kabuk, mâna özdür. Söz sedef ise, mâna incidir. Öz olmayınca kabuğu neylersin. İncisi olmayan sedef neye yarar. Kelime-i tevhidin sözcükleri ve mânası, beden ile ruh gibidir. Ruhsuz beden bir işe yaramadığı gibi, kelime-i tevhid de mâna olmaksızın hiçbir fayda sağlamaz.“ (Er-Risâletü’t-tevhîd Hz. Gazâlî)...




Ölüm Tohumları


admin Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar.






Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin.” sözünün Amerikan küçük sosyo-politik elit tarafından tüm dünya insanlarının akıbetini değiştirebileceğinin hikâyesi.






Engdahl titizlikle Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar konusunu her yönüyle okuyucunun gözleri önüne seriyor. Kalıtımın değiştirilmesinin arkasındaki karanlık oyunlar bilim laboratuarlarından büyük şirketlerin yönetim kuruluna, hükümetteki kilit mevkilerden devlet başkanlarına dek uzanıyor.






Günümüzdeki gelişmelerin arkasındaki nedenleri anlamak isteyen, dünya barışı ve sosyal adalete inanan herkesin okuması gereken uykudan uyandıran bir kitap.






Gazeteci F. William Engdahl, 'Ölüm Tohumları' eserinde GDO adı verilen "şeytan planının" tüm ayrıntılarını açıklıyor. Amerika üzerinden insanlığı kontrol altına almak, bazı milletleri kısırlaştırarak yok etmek gibi çok kirli planları olan şirketlerin içyüzünü deşifre edilen eserin 'giriş' bölümünü istifadenize sunuyoruz. 'Ölüm Tohumları' herkesin üzerinde çokça düşünerek okuması gereken bir şaheser.






"Biz dünya nüfusunun %6.3'ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakaarlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok." Seorge Kennan, 1948






Bu kitap küçük bir sosyo-politik elit zümre tarafından 2.Dünya Savaşı sonrasında Vaşington'da ele alınmış bir proje ile ilgilidir. Bu, Kennan'in "farklılık durumunu sürdürebilmek" tümcesinin nasıl hayata geçirildiğinin anlatılmamış hikâyesidir. Aynı zamanda bir avuç insanın savaş sonrası tüm kaynaklara ve güce sahip oluşunun da hikâyesidir.






Bu, güç devrimi tarihinin de ötesindedir, hattâ bilim dâhi bu azınlığın hizmetine sokulmuştur. 1948'de Kennan'in da kendi notlarında tavsiye ettiği gibi, herhangi bir fedakârlık veya dünyanın iyiliği düşünülmeden acımasız politikalar uygulandı.


Seleflerinin aksine İngiliz imparatorluğu içindeki hâkim guruplar, yeni beliren 'Amerikan eliti, kendilerini savaştan sonra, "Amerikan Yüzyıh"nın şafağında ilan ettiler ve hitap yeteneklerini, dünyanın iyiliği için düşüncesini kendi amaçlarına uygun şekilde kullandılar. Onların Amerikan Yüzyılı daha yumuşak ve kibar bir imparatorluk olarak sömürgecilikten kurtuluş, demokrasi, ekonomik gelişme ve özgürlük kisvesi altında diğer ulusların kaderlerine hükmedebilen, Büyük İskender'den sonraki en büyük küresel imparatorluktu.






Bu kitap "Bir Savaş Yüzyılı: Anglo-Amerikan Petrol Politikaları ve Yeni Dünya Düzeni" adlı kitabın bir devamı niteliğindedir. Petrolden sonra ikinci bir "kırmızı hattı" takip eder. İnsanın yaşamını sürdürebilmesinde en temel ihtiyacı olan günlük ekmeğinin karşılanmasını konu alır. 70'ler boyunca bu Amerikan elitin menfaatine hizmet eden kişi, hayatı boyunca 'güç dengesi1 politikalarının bir uygulayıcısı olan Henry Kissinger'di. Ve dünya hâkimiyeti konusundaki şu fikrini açıklamıştır; "Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin."






"Küresel yiyeceği kontrol etme plânı" 1930'ların başlarına, savaşın patlak vermesinden önceye dayanır. Bu organizasyon belli başlı bazı ailelerin servetlerini korumak amacıyla seçilmiş özel kuruluşların yardımlarıyla maddi olarak destek görmüştür. Bu aileler güç ve zenginliklerini doğu sahili boyunca Boston, Vaşington, New York ve Philedelphia'ya yerleştirmişti. Bu sebeple egemen medya kuruluşları sıkça onlara atıfta bulunmuş, zaman zaman alay konusu etmişlerse de genellikle övmüşlerdir.






Savaşla birlikte Amerikan gücünün ağırlık merkezi doğu sahilinden Seattle, Houston, Las Vegas, Atlanta ve Miami gibi bölgelere dağıldı. Sonradan da Asya, Japonya ve Latin Amerika'ya.






2.Dünya savaşından bir süre önce bir aile diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır. Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan 'kara altın' petrole dayanıyordu. Bu aileyle ilgili olağandışı olan ise ailenin sadece petrole değil, diğer başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir.






Bu kitapta ele alınan ana konu olan 'genetiği değiştirilmiş organizmalar' ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (ve 4 kardeşin - David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir -ki savaşın Amerikan zaferiyle bitmesinden sonraki 30 yıl süresince güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir ancak işin maliyeti tüm dünyayı etkilemiştir.


Bundan 30 yıl önce, erk Rockefeller ailesinin etrafında toplanmıştı. Bugün ise 4 kardeşin 3'ü çeşitli nedenlerle vefat etmiştir. Tüm amaçları, daha sonraları Pentagon'un 'tam spektrum egemenlik' adı vereceği, gerektiğinde askeri gücün de devreye sokulabileceği küresel hâkimiyetti. Projeleri o günlerdeki küçük bir güç gurubundan bugün hayal bile edemeyecekleri, tüm gezegenin geleceği hakkında inisiyatif sahibi oldukları bir noktaya evirildi.






Kaltım mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için 2.Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir.


George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı 'yeşil devrim' sayesinde Petro-kimyasal gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı. Onların o günlerde yaptıkları bugünün genetiğini değiştirme tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır.






Yüzyılın başında gerçekleşen 4 çokuluslu dev şirket birleşerek dünya üzerindeki çoğu insanın temel besinlerinin (pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuk) kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş, güya kuş gribine dayanıklı ürünler ve geni değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir.






Dört özel şirketin üçünün Pentagonla kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı. Dördüncü şirket aslen İsviçre kökenli olmasına rağmen İngiliz kontrolü altındaydı. Petrolde olduğu gibi GDO tarım projesi de bir Anglo-Amerikan küresel plânıdır.






Mayıs 2003'te Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında ABD başkanı GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi ve ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünyanın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel plânın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi.






Her ne kadar Almanya, Yunanistan, Fransa ve Avusturya gibi AB ülkeleri diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalar da, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'ni toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı.






ABD ve İngiliz ordularının Irak'ı işgaliyle birlikte Vaşington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları ABD Tarım Bakanlığının bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi. İlk büyük çaplı deney 90'ların başında çok uzun zamandır Rockefeller ailesinin bozduğu ve yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de zaten yapılmıştı.


İlerleyen sayfalarda da göreceğiniz gibi GDO'nun yaygınlaşması ve çoğalması uğruna politik tehdit, hükümet baskısı, yalan, rüşvet yöntemleri kullanılmış ve hatta cinayetler bile işlenmiştir. Okurken bir suç romanı hissine kapılmanız sürpriz olmayacak. Tarımsal verimlilik ve dünyanın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kâr yoktur. Nihayetinde bu güçlü aileler kimlerin merkez bankalarının başlarında duracağına karar verirler. Para onların yaratmaları ya da yok etmeleri için emirlerindedir.






Amaçları daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi mutlak dünya hâkimiyetidir. Kontrol edilmezlerse 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi büyük önem arz etmektedir.






Bu metin Gazeteci F. William Engdahl’ın 'Ölüm Tohumları' adlı eserinin giriş bölümüdür.


Lütfen kitabı temin ederek okuyunuz