31 Mart 2012 Cumartesi

noksan

Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz...

Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz!

Bursavi Tabib Muhammed Bey

29 Mart 2012 Perşembe

cumanız mübarek olsun

"Ey Rabbimiz! Bizi Sana boyun egenlerden kil, neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çikar, bize ibadet usüllerimizi göster, tevbemizi kabul et. Zira, tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak Sen'sin." (Bakara, 128) Alemlerin efendisine selatu selam(a.s.m) ile ... Hayirli Cumalar Dua ile...

şikayet

Bela dildendir ol dildar elinden dâdımız yoktur!

Gönüldendir şikâyet kimseden feryadımız yoktur!

Nev‘i

26 Mart 2012 Pazartesi

'Beyaz Ekmek Sağlığa Zararlıdır'

'Beyaz Ekmek Sağlığa Zararlıdır'






Gıda Güvenliği Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer, Türkiye'de ekmeğe, "Sağlığa zararlıdır" ibaresi yapıştırılması gerektiğini söyledi.



Gıda Güvenirliği Hareketi Genel Başkanı Kemal Özer, düzenlediği basın toplantısında ekmeğe ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulundu. Türkiye'de ekmeğin zararlı olduğunu öne süren Özer, "Ekmeğe, 'Sağlığa zararlıdır' ibaresi yapıştırılmalıdır" dedi.



Dünyada 1 yılda 220 milyar dolarlık ekmek tüketimi yapıldığı belirten Genel Başkan Özer, "Türkiye'de ise 1 yılda 12 milyar dolarlık ekmek tüketimi yapılıyor. Türkiye'nin dünya nüfusunun yüzde 1'ini oluştururken yine dünya nüfusunun 5 katı ekmek tükettiğini görüyoruz. Bu da, 'Türk halkının günlük besin ihtiyacının yüzde 44'ünü ekmek sağlıyor' tezini doğruluyor.



Türkiye'de gerçekten ciddi bir ekmek problemi var. Temel gıdası ekmek olan bir toplumun ekmeğinin sağlıklı olması beklenir. Oysa dünyanın aksine biz hala beyaz ekmek tüketiyoruz. Beyaz ekmek, bugün bir fakirlik göstergesidir. Türkiye'de büyük çoğunluk beyaz ekmek tüketiyor. Olması gereken tam buğday unundan ekşi maya ile su ve tuz ilave edilerek yapılması gereken bir ekmek çeşididir. Bu ekmek çeşidi mevcut ekmeğin neden olduğu obezite, şeker hastalığı, bağırsak, kalp, damar problemlerini ortadan kalkmasını ya da azalmasını sağlayacaktır" diye konuştu.



Ekmeğin ambalajda satılması gerektiğini belirten Özer, "20 yıla yakın zamandır Türkiye'de ekmeğin ambalajlı satılması yasal bir zorunluluktu. 4 Ocak 2012 tarihinde yapılan değişiklikle bu zorunluluk kaldırıldı. Günde ortalama 17 yabancı elin temas ettiği ambalajsız bir ekmekten sağlık beklenebilir mi? Elbette beklenemez. O halde bu ekmeğin ambalaja girmesi lazım" şeklinde konuştu.



Gıda Güvenliği Hareketi Genel Başkanı Özer, Türkiye'de acilen bir ekmek kanunu çıkarılması gerektiğini de ifade ederek sözlerini şu şekilde sürdürdü:



"Tebliğ ile geçiştirilecek kadar basit bir iş değildir. Halkın gıdasının yüzde 50'sini oluşturan bir gıda maddesinin sıradan bir tebliğ ile geçiştirilmesi düşünülemez. Mutlaka bir ekmek kanunu çıkarılmalıdır ve bu kanun Türkiye Büyük Millet Meclisi değil, konunun ehli olan uzmanlar tarafından hazırlanıp Meclis'e götürülmelidir. Aksi halde bu problemleri yaşamaya devam ederiz. Dünya Sağlık Örgütü, 'Türkiye ekmek sorununu çözerse sağlık sorununun yüzde 30'unu çözer' diyor. Özetle şunu söyleyebilirim: Türkiye'de ekmek sağlığa zararlı bir maddedir ve yasaklanmalıdır. Tam buğday ekmeklerinin dışındaki bütün ekmeklerin üzerine sigarada olduğu gibi, 'Sağlığa zararlıdır' ibaresi yazılmalıdır."

23 Mart 2012 Cuma

Mecalis-i Seb'a

Yazdır
altAnlatıldığına göre bir padişah varmış, âlim, adil, Allah ‘tan korkan, tebaasını düşünen. O padişahın emirleri varmış. Onların kimileri, tecrübeli yöneticilerden ülke yönetmeyi öğrenmiş kalem sahibi kimselermiş. Kalemleri meleklerin sağ yandaki kalemleri gibi iyilik dışında harekete geçmezmiş. Hile, aldatmaca, mazlumu ezme gibi şeylerin onların defter ve kalemleri çevresinde dolaşmaya cesareti olmazmış. Onların defterleri, tıpkı kıyamet divanında müminlerin defterleri gibi, divana aydınlık verirmiş. Kullardan kimileri de kılıç ve sancak ehli olup fedaiymiş.
Hepsinden daha düşkün olan bir kul varmış. Kalemde becerisi olmayıp ilimde de bir gücü yokmuş. Padişah onu hepsinden daha çok severmiş. Hepsinden daha yakınmış padişaha. Padişah, sırlarını ona söyler, onun sırrını ötekilere söylemezmiş. Onun hilat ve elbiseleri, ötekilerden daha çokmuş. Kuruntu, onların gözlerine kıskançlık sürmesi çekermiş. Nitekim Yusuf ve kardeşleri kıssasında da babaları Yusuf ‘a düşkündü. Kardeşlerse gizliden gizliye “Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgili” (Yusuf-8) diye öfke ve kıskançlıkla kıvranıyorlardı. Bir arada yalnızken, peki diyorlardı, hangi becerisiyle, hangi hizmetiyle ve ne surette bize karşı böyle üstün oluyor ?
Bir kimse bir başkası hakkında gıyabında kötü söz söylerse, onun gönlüne ve yüzüne düşmanlık damgası dağlanır da bu iki kişi karşılaştığında görenler görürler, göremeyenler hissederler. Padişahla o has kulu, beylerin alınlarında, gözlerinde ve sözlerinde kötü düşüncelerini ve kötü sözlerini görüyormuş. Gıybetin izi alınlarında, gözlerinde ve sözlerinde ister istemez açığa çıkar tabii. Nitekim yüce Allah, münafıkların gıybetleri konusunda Peygamber ‘e şöyle buyuruyor : “Onları konuşma tarzlarından tanırdın” (Muhammed-30). Fakat padişah ve veziri biliyormuş, ama bilmezden geliyorlarmış. Kişinin rezil olacağı gün, yani : “gizlilerin yoklanacağı gün” (Tarık-9), yaklaşmaktadır. Olur ki o gün gelmeden önce kişi tövbe eder. O yüzden onu şimdi rezil etmeyiz. O beyler, ne yapalım, padişahtır diye birbirlerine yakınıyorlarmış. Hâkimdir diyorlarmış, el onun elidir. Adaletsizse kim ona engel olabilir ? Gündüze gece dese, kim yanlıştır diyebilir ?
Bir gün o beylerin daha tez canlısı ve sabırsızı, beyler, kardeşler, demiş ; sizin sabrınız olsa da bende artık sabır kalmadı. Bugün gidip sultanın huzurunda diz çöküp başıma topraklar saçacağım. Sorun nedir derse şöyle diyeceğim ;
“Dedin ki göz yaşın niçin gül gibi al al ?Madem sordun doğru söyleyeceğim, nasıl oldu ; Yüreğim, senin sevdanla kan ağlarken coşup kabardı da dışarı taştı” “Gam yüzünden canıma yetirdin, yeter artık,Dumanımı bütün dünyaya yaydın, yeter artık,Deriyi deldi geçti, acımasızlık etme,Bıçağı kemiğe dayandırdın, yeter artık”
Kardeş, demişler doğru söylersin ancak hatırımız için birkaç gün sabret ; “Sabır rahatlığın anahtarıdır”. Demiş, sabredeceğim de ne olacak ? Böylece fırsat kollamış oluruz demişler. Demiş, hangi vakit ? Demişler ki padişahın neşeli ve keyifli olduğu, bize güler yüz gösterdiği gün…İşte o vakit merhameti coşup kabarır. “Yürek yanarken dua etmeyi ganimet sayınız” (Hadis).
Peygamber, (Allah ‘ın salat ve selamı üzerine olsun) buyuru ki ; yüreklerinizin daraldığı, gözlerinizin yaşla dolduğu, yanıp kavrulduğunuz vakit hacet dileme vaktidir. Bunu ganimet sayın, çünkü o vakitte rahmet kapısı açıktır, hacetler dileyin.. Sonunda bir gün padişah, acayip avlar avlamış olup çok mutlu ve neşeliymiş. Ezel ve ebed padişahının değerli avı, aşıkların gönülleridir. Çünkü “ Allah, mümin kulunun tövbesiyle neşelenir.” O ne ulu rahmet isteğidir ki kulları gayretle kaçırtır, yabancılaştırır, sonra da rahmetle yeniden avlar!
Beyler padişahı neşeli görüp rahmet kapılarını açık bulunca hep birden huzurunda diz çökerek, ey alem padişahı, bu böyle daha ne kadar sürüp gidecek ? Bizi öldürdün. Senin kereminden böyle bir şey beklenmezdi. Uzun süredir gönlümüzün ipi, sisli geceyle kan kızılı akşamın korkusundan sıtma ipi gibi düğüm düğüm… Padişah demiş ki, ben size ne yapmışım ? Biz, demişler senin kullarınız. Candan daha aziz ne olabilir ? Savaş safında senin hoşnutluğun için canımızı esirgemeyiz. Savaşta, herkesin kendi can derdine düştüğü sırada bizim canımızı tehlikeye atışımızı gördüğün halde ne oldu da filancayı bize yeğledin ? Hangi becerisi ve hangi iyi kulluğuyla ? Biz ne kusur ettik ? Hakim sensin, buyruk senin ama… “Kulluğunu ikrar eden kimseyeBöyle yapmaya gönlün elverir mi ?” O ne tür bir güzel kulluk ediyor da bizim dikkatimizi çekmiyor ?
Padişahlık edip onun kulluğunun ne tür bir kulluk olduğunu bize azıcık bildir de biz de çabalayıp becerimizi sergileyelim. Padişah ; ne diyeyim demiş ? Onun yaptığını siz yapamazsınız. Ey âlem şahı, demişler, öyleyse bizi sına. Üstesinden gelemezsek kendimizi tanıyıp onun üstünlüğünü bilelim ve kıskançlık ve kuruntudan kurtulalım. Ondan sonra da şahın hayaliyle değil, kendimizle savaşalım. Padişah buyurmuş ki ; kulumun hünerlerinden biri, hep bana bakması ve gözünü yüzümden ayırmamasıdır. Ey âlem şahı, demişler, öyleyse çabuk söyle bu kolay bir iştir. Biz bundan böyle bütün gün bütün gece sana bakarız. Öteki işlerin canı cehenneme! Bundan güzel iş mi olur ? Bütün beyler, bu mutlulukla secde edip silahlarını çözüp atarak ; bundan böyle silahımız senin yüzün, çıkarımız senin yurdun. Dergâhını haccetmek büyük erdemdir. Sıraya dizilip padişahın yüzüne bakmaya başladılar.
Padişah özel mabeyincisinin kulağına, davul haneye git demiş. Orada ne kadar davul varsa, kös varsa söyle sarayın damına getirsinler ve bir anda şu aralıktan aşağıya atsınlar. Gidip söyleneni yapmışlar. Bir anda korkunç bir gürültü ve sarsıntı kopmuş. Herkes, sarayda ne oluyor, diye sağa sola bakmışlar. O has kulun gözüyse, şahın siması nasıl bir hal alıyor, diye şahın yüzünde kalmış. “ Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı” (Necm-17)
Azizim ! Bu kıssadan maksat padişah değil. Beyler ve ordu değil. Bu padişahtan maksat padişah değil, yüce Allah hazretleridir. Bu beylerden maksat, beyler değil yedi göğün melekleridir. Sizi yeryüzü meskeninden azlettik ve bu vilayeti ikta olarak Adem ‘e verdik, diye buyruk gelince hepsi şöyle bağırdı : “Orada fesat çıkaracak olanı mı halife kılıyorsun” (Bakara-30).Yeryüzünde fesat çıkarıp kötülük yapan ve kan döken kimseler mi yaratacaksın? “Oysa biz seni hamd ile tesbih edip takdis ediyoruz”(Bakara-30 devamı). Gece gündüz hizmet, kulluk, tesbih ve takdis ile meşgulken bize işten el mi çektiriyorsun ?
Celali yüce Allah cevap buyurdu : bu var, ancak ben onlardan sizin elinizden gelmeyecek bir hizmet biliyorum. İlginç dediler, tertemiz meleklerin elinden gelmeyip de kirli insanoğlunun elinden gelen ne tür bir hizmet ola ki ?
İki dünyanın elçisi, insanlarla cinlerin önderi Muhammed Mustafa (Allah ‘ın salat ve selamı üzerine olsun) kendisine Miraç gecesi gösterilip yedi göğün ilginç ve garip şeyleri sunulduğu ve sekizinci gök (kürsi) ile dokuzuncu gök (arş) gösterildiği zaman elbette bakışını ilahi cemalden ayırmadı : “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı” (Necm-17).
Önce ve sonra için Allah ‘a hamd, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem‘e ve soyuna selam olsun…

21 Mart 2012 Çarşamba

Çakmak ve İmtihan

Trende yanyana oturduğumuz adam, karşımızdaki delikanlıya nutuk çekiyor ve:

- Sigara efkâr dağıtır, diyordu. Yak bi tane.

Çocuk adamın kendisine uzattığı sigarayı kibarca reddederek:

- Sağ olun, diye cevap verdi. Kullanmıyorum.

- Amma yaptın ha, dedi adam. Yoksa annen mi kızar?

Bu laflar çevremizdeki yolcuların gülüşmelerine yol açmış, benimse fena halde canımı sıkmıştı. Uyumak niyetiyle kapattığım gözlerimi aralayarak delikanlıya baktım. 20-22 yaşlarında olmalıydı. Son derece temiz bir ifadeye sahip olan yüzü, adamın söylediklerinden dolayı hafifiçe kızarmıştı.

Adam:

- Her halde sen aslan sütü de kullanmazsın, diye devam etti. Kullanmazsın değil mi?

Delikanlı, onun içkiden bahsettiğini anlamıştı.

Bu sefer susmayıp:

- Bira dâhil bütün içkiler haramdır, dedi. Elbette kullanmıyorum.

Konuşmaları benim olduğu kadar ayakta seyehat eden yolcuların da dikkatini çekmiş olmalıydı. Herkes kulak kesilmiş, onları dinliyordu.

Adam, alaycı bir ifadeyle:

- Amma tutucu bir insansın be kardeşim, dedi. O haram, bu haram...

Çocuk yine susmayı tercih etti. Ancak sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Adam ise, aklı sıra onu köşeye sıkıştırmış ve perişan etmişti. Sigarasının dumanını, çocuğa doğru bir kahraman edasıyla üflerken;

- Cehennem korkusundan dünyanın bütün zevklerinden mahrum kalıyorsunuz, dedi. İş mi sizin yaptığınız?
Dayandığım yerden doğrularak adama baktım.

Bu sefer bana dönerek,

- Ne dersin dostum, dedi. Haklı değil miyim? Hepimiz az çok yanmayacakmıyız? Üstelik hep beraber olduktan sonra, ne var korkacak?

Sinirlerim iyice tepeme çıkmıştı. Yine de sakin bir ifadeyle:

- Gerçekten cesur bir insanmışsınız, dedim. Sahi, yanmaktan korkmuyor musunuz?

- Pek korktuğumu söyleyemem, diye cevap verdi. Elle gelen, düğün bayram değil mi?

Böyle diyerek koltuğuna biraz daha gömüldü ve cam kenarındaki sigarasına doğru uzandı. Paketin yanında duran çakmağı ondan önce ateşledim ve:

- Buyurun, dedim. Yakın.

Paketten büyük bir pozla çıkarttığı sigarasını çakmaktan adeta fışkıran aleve doğru uzatırken,

- Hayır, dedim, sigaranızı değil, parmağınızı uzatın.

- Anlayamadım, dedi. Neden parmağımı uzatacak mışım?

- Cehennemde yanmaktan korkmadığınızı, bundan daha iyi nasıl gösterebilirsiniz? Dedim. Doğrusu hepimiz merak ettik.

Adam ne diyeceğini şaşırmıştı ve bir saat işleyen çenesi, adeta tutulmuştu. Yerinde bir müddet kıvrandıktan sonra,

- İneceğim istasyona geldim, diyerek ayağa kalktı ve kalabalığı yararak gözden kayboldu.

Çakmağın bende kaldığını, adam gittikten sonra farkettim. Bunu, karşımdaki delikanlı da görmüş ve gülmeye başlamıştı.
Çakmağı ona doğru uzatırken,

- Sigara içmiyorsun ama çakmak sende kalsın, dedim. Artık onu nerde kullanacağını çok iyi biliyorsun.

[ Cüneyd Suavi ]

20 Mart 2012 Salı

eşim olma karım ol

Eşim olma, karım ol! Bakma daha ilkel durduğuna sen, ruhu vardır kelimelerin. Karı-koca ‘ten daha çok şey anlatır. Hatta belki bize unutulmuş bir şeyi söyler. Sahi, biliyor musun? Neden erkeğe “koca“, kadına da “onun karı” demiş eskiler?
Eşim değil, karım ol! Kedilerin eşi olur, terliklerin de. İnsanın eşi olmaz. Bir ömür eşlik ediyor diye mi sevgiliye eş denir? Eşlik etmek yeter mi? Fazlasını beklemez mi insan yârinden? Kelimeleri yitirmeseydik anlardık belki, evlenecek erkeğe eskilerin neden “koca” dediklerini. Çünkü “koca” bilge demektir, yüce demektir. Koca demek, dağ demektir. Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde kar olmayan dağ eksiktir. Dağların yücesine kar yağar diye kadına da “kocanın karı” demişler. Bakma şimdi evlenenlerin “karı-koca” ilan edildiğine. “Koca ve onun karı” olmalıdır aslında. Yani yüce bir dağ olmalı adam. Kar gibi pak ve masum olmalı kadın. Örtmeli ve bir ömür, süsü olmalı dağın. Çünkü üşür tepesinde kar olmayan dağ, ne kadar yüce olursa olsun, yarım görünür.
Eşim olma, karım ol! Bana benzemeye çalışma sakın. Bana benden lazım değil bir tane daha. Ama unutma ki sensiz yarımım. Her zaman söylemem, ama sen anla. Eşim olma, karım ol! Beni tamamla.
(Halil Çalışkan)

19 Mart 2012 Pazartesi

Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”

Dönemin Başbakanı Sayın Turgut Özal zamanında gerçekleşmiş bir olay şöyle anlatılır: Japon eğitim uzmanları gelmiş ve ülkemizin eğitim sistemini incelemiş, Sayın Özal'ın bürokratlarının da hazır bulunduğu bir ortamda raporlarını sunmuş ve sonuç olarak şunu söylemişlerdi: “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”







Turgut Özal'ın “Nasıl?” sorusu üzerine şunu anlatmışlardı: “Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir, dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır Hiroşima ve Nagazagi'ye götürür, orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir deriz ki: Eğer siz çalışmaz, bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”






Bürokratlardan biri atılır: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!” der.






Japon uzmanın cevabı tokat gibidir: “Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”






13 Mart 2012 Salı

ZAMAN VE İNSAN

İnsanoğlu için nedir zaman?

Kimilerine göre uzun, kimilerine göre kısa; dönüşü ve tekrarı imkânsız hayat yolu. Tabiî bu başsız ve sonsuz mücerret kavramın, bilinen boyutu... Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan, akıl ile donatılan insan; kendine göre yorumlamış, dilimlemiş, adlandırmış bu mücerret kavramı. «Milât» demiş, «asır» demiş, «yıl» demiş; sonra dönmüş yılın gösterdiği değişikliklere bakarak «mevsim» demiş. Yetmemiş mevsimleri aylara; ayları haftalara bölmüş. Güneşin doğuşu ile batışı, onu yeni adlandırmalara zorlamış olacak ki bu defa da günü, saati, dakikayı, saniyeyi bulmuş. Sonra bir koşudur tutturmuş, tutmak, hiç değilse de at başı birlikte olmak için zamanla; ama nafile! Bazen hızlı bazen yavaş; bazen bir rüzgâr gibi esen, bazen su gibi akan zamanı ne tutabilmiş, ne de ardından yetişebilmiş. Zaman; sırrını, gizliliğini muhafaza ederek hep sır kalmış. Âlemi keşfeden, atomu parçalayan, genetik kodlamaları çözmeye çalışan insanoğlu; sıra zamana gelince ona söz geçirememenin burukluğunu yaşamış sonra dönmüş;

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında...

deyivermiş.

Uzun ince bir yoldayım,
Gidiyorum gündüz-gece...

diye tutturduğu türkü bakmış çok uzadı; o zaman da şeker yapmış zamanı, katmış çayına:

Karıştır çayını zaman erisin,
Köpük köpük duman duman erisin.

demiş. Bilene, anlayana her bir ânı dahî dünyanın en kıymetli hazinelerinden daha değerli olan zaman; hikâyelere, romanlara konu olmuş, olaylara ve durumlara yön vermiş, şiirlerde satır aralarına gizlenerek hasret olmuş, özlem olmuş, dert olmuş.

Peki, durdurulması, geriye döndürülmesi imkânsız olan zamanı gerçekten yakalamak kābil değil mi? Haydi diyelim yakalayamadık, onunla birlikte, onunla barışık yaşamaya engel bir hâl var mı? Ah çekmeden, eyvahlanmadan, keşkelere yer vermeden onu değerlendirmek; hattâ onu iç güzelliklerimizle bezeyerek geleceğe taşımak;

“Oh be! O, beni maddeten yıprattı ama ben onu mânen yendim.” diyebilmenin hazzına varmak çok mu zor insan için?

Karamsarlığa gerek yok. Bütün mesele, zamanı kontrol altına alabilmekte; işte o zaman varsın zaman önümüzde koşmaya çalışsın, dizginleri elimizde olur ya! Peki, nasıl başaracağız bunu? Öncelikle ve özellikle bir ânını dahî boşa geçirmeyerek, onu gereksiz ve anlamsız işlerde tüketmeyerek.

An dedim de aklıma geldi. Sahi an nedir? Zamanın en küçük dilimi... Bir de ânı yaşamak var. Çok sık duyarız bu sözü. Peki, ânı yaşamak nedir? Her şeye boş verip gününü gün etmek mi? Hayır, ânı yaşamak; geleceği düşünerek hareket etmektir. Birtakım değerlere sahip çıkarak güzelliklere kulaç atmaya karar vermektir. Hayallere, umutlara, başarılara yürümektir.

“Hiç ölmeyecek gibi ama yarın ölecek gibi hareket edebilmektir.” İlerleyen ömürde keşkelere yer vermemek için plân ve programlı olmaktır. Allâh’ın bize bahşettiği hayatı; ertelemeden, ötelemeden değerlendirebilmektir. Hayata gülümseyerek bakabilmektir. Yerine göre, hırsımıza gem vurup, öfkemize yenik düşmemektir. Ânın en gerçek ve en geçerli zaman dilimi olduğunun idraki içerisinde olabilmektir. Evet, ânı iyi değerlendirebiliyorsak, zamanla olan meselemizde de oldukça mesafe almışız demektir. Yarınlarda geriye dönüp baktığımızda;

“Keşke o günleri tekrar yaşayabilsem. Şunu şöyle, bunu böyle yapardım; hayatım çok daha farklı olurdu...” diye hayıflanan insanlardan olmamak için ânı; önünü, ardını düşünerek değerlendirmeliyiz.

Bana sorsanız; «En büyük savurganlık, anla başlayan zamanın israfıdır.» derim.

Gelin isterseniz sizinle, ele-avuca sığmayan şu zaman kavramı ile barışık yaşamanın hattâ onu lehimize kullanmanın yol ve yöntemlerini araştıralım:

Uyandık sabahleyin, gün ışımadan. Akıl defterimizde boş ve beyaz bir sayfa açtık. O gün yapılması gereken işlerin bir listesini yaptık. Ha unutmadan yapılması bize zor gelenleri ve öncelikli olanları listemizin başına koyduk. Sonra, sonrası kolay... Atlamadan, savsaklamadan «bismillâh» diyerek listemizdeki işleri sırası ile yapalım. Üşengeçliğe, bıkkınlığa, ertelemeye, ötelemeye yer vermediğimiz sürece; zamanı, avucumuzun içerisine almış oluruz. Bu söylediğim, zamanın bir günlük dilimini kendi lehimize çevirmenin yolu. Bu metodu; haftalara, aylara yıllara, ideal ve hedeflere göre de yapabilirsek... İşte o zaman, zaman bize eyvallah etmek zorunda kalır.

Peki, zamanı iyi değerlendirmek, onu kendi lehimize çevirmek amacı ile yapacağımız plânların dışında da yapacaklarımız var mı? Olmaz olur mu? Öncelikle kendimize güvenmeliyiz. «Bunun zamanla ne ilgisi var?» diyeceksiniz hemen. Var elbette. Çok isteyip de yapamadıklarımızın temelinde; «Ben bunu yapamam, beceremem, gücüm yetmez, kuvvetim kâfî gelmez, baş edemem...» gerçeği yatmıyor mu? O hâlde zamanla yarışta, kendimize güvenmemiz şart. Bizi hem fizik hem de ruh bakımından güçlendirecek olan olumlu düşünme de zamanla yarışta bize yardımcı olacaktır.
Image
Zaman kıymetli elbette; onun kıymetini insan, yaşı ilerleyip sorumlulukları, beklentileri artınca daha fazla anlıyor. Çocukluk ve gençlik dönemlerindeki plânsız ve savruk yaşamanın muhasebesini yapıp maliyetini çıkarınca insan, eyvahlanıyor, keşkeler kafasında dans ediyor ama nafile! O hâlde işin başındayken, zamanın bizi oyuncak olarak kullanmasına müsaade etmemeli; zamanla oynadığımız her maçta sahadan galip ayrılmayı hedeflemeliyiz.

Bakın, Âlemlere Rahmet olarak yaratılan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadislerinde;

“Âdemoğullarına şunlar sorulmadıkça asla yerinden ayrılamaz.” buyuruyor. Peki, nedir bu sorular?

“Ömrünü nerede ve ne şekilde geçirdin?”,

“İlmin ile ne yaptın?”,

“Malını nerede kazanıp nereye harcadın?”,

“Bedenini nerede yıprattın?” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

Şimdi biz, bütün bu sorular karşısında zamanı suçlayabilir miyiz? «Yetişemedim, yetmedi!» diyebilir miyiz? O hâlde, gemileri yakmadan;

“İki günü eşit olan ziyandadır.” hadîsine sımsıkı sarılarak, gerekli tedbirlerimizi zamanında almalı; zamanı, zaman geçirmeden değerlendirme ve lehimize kullanabilecek şekle getirmeliyiz.

12 Mart 2012 Pazartesi

biraz yunus

Aşk bezirganı, sermaye canı
Bahadır gördüm, cana kıyanı

Zehi bahadır can terkin urur
Kılıç mı keser himmet giyeni

Kamusun bir gör, kemterin er gör
Alu görmegil, palas giyeni

Tez çıkarırlar fevkal'ulaya
Bin İsa gibi dünya yakanı

Tez indirirler tahtesseraya
Bir Karun gibi dünya kovanı

Aşık olanın nişanı vardır
Melamet olur belli beyanı

Zühdüm var deyu ta'n eylemegil
Merdut ederler mağrur olanı

İlmim var deyu mağrur olmagil
Hak kabul etti kefen soyanı

Atlası kodu, abalar geydi
İbrahim Ethem Sırdan duyanı

Çün Mansur gördü, Ol benem dedi
Od'a yaktılar, işittik anı

Od'a yandırdın, külün savurdun
Öyle mi gerek Seni seveni

Zinhar ey Yunus, gördüm demegil
Od'a yakarlar gördüm deyeni

9 Mart 2012 Cuma

Atsan Atılmaz Satsan Satılmaz

cumanız mübarek olsun

İki şey seni "vasıflı insan "yapar:



1 İradeye hakim olmak


2 Uyumlu olmak






İki şey sana "e değer" katar:


... 1 Hitabet ve diksiyon eğitimi almak


2 Anlayarak hızlı okumayı öğrenmek






İki şey seni geri bırakır:


1 Kararsızlık


2 Cesaretsizlik






İki şey seni kaşif yapar:


1 Vasıflı çevre


2 Birazcık delilik






İki şey senin ömür boyu boşa kürek çekmemeni sağlar:


1 Baskın yeteneği bulmak


2 Cidden sevdiğin işi yapmak






İki şey başarının sırrıdır:


1 Ustalardan ustalığı öğrenmek


2 Kendini güncellemek






İki şey başarıyı mutlulukla beraber yakalamanın sırrıdır:


1 Niyetin saf (halis) olması


2 Ruhsal farkındalık






İki şey seni milyonlarca insanlardan ayırır:


1 Problemin değil çözümün parçası olmak


2 Hayata ve herşeye yeni (özgün,orijinal,farklı)bakış açısıyla yaklaşabilmek.






İki şey gelişmeyi engeller:


1 Aşırılık (mübalağa,abartı,ifrat,tefrit)


2 Felaket odaklılık






İki şey çözüm getirir:


1 Tebessüm (gülümseme,sırıtma veya kahkaha değil!)


2 Sükut (susmak)






İki şey"kalitesiz insan"ın özelliğidir:


1 Şikayetçilik


2 Gıybet,dedikodu






İki şey çözümsüz görünen problemleri bile çözer:


1 Bakış açısını değiştirmek


2 Empati yapmak (muhatabın yerine kendini koymak)


İki şey yanlış yapmanı engeller:


1 Şahıs ve olayları akıl ve kalp süzgecinden geçirmek


2 Kul hakkından korkmak






İki şey seni gözden düşürür:


1 Demagoji (laf kalabalığı)


2 Kendini ağıra satma (övme,vazgeçilmez gösterme vs ..)

8 Mart 2012 Perşembe

kırk yaş

Kırk yaşına vardıktan sonra uyku yatağını dürmek üzere bizden söz alınmıştır. Yalnızca uyku çok bastırdığı an müstesna. Her nefeste artık ahirete yolcu olduğumuzdan gafil olmamamız için yine bizden söz alınmıştır. O hale gelmeliyiz ki dünyada olmaktan rahat edemeyecek olmalıyız. Kırk yaşımıza vardıktan sonraki bir zerreyi bundan önceki yüz seneye denk görmemiz lazımdır. Yine kırk yaşından sonra rahatımız olmamalı, bir vazifeyi elde etmek için kapı kapı dolaşmamalıyız ve dünyadan hiçbir şeye sevinmemeliyiz. Bunun sebebi, kırkdan sonraki ömrün darlığıdır. Gaflet, boş işler, oyun ve oyalayıcı şeyler, insanın artık hayallerden kurtulması gereken bir devrede ona hiçbir zaman yakışmaz.
Abdülvehhab bin Ahmet eş-Şa'rani

işitin ey ulular

İşitin ey ulular, âhirzaman olmuştur.
Sağ müslüman seyrektir, o da güman olmuştur.

(Yûnus Emre)

7 Mart 2012 Çarşamba

Fâtiha'nın Sırları


Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbıyla beraber oturup bazı hususları görüşüyorlardı. O sırada uzaktan tef ve darbuka sesleri geldi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sordu:
“–Mekke halkı arasındaki bu sevinç ve neşe havası nedir?”
“–Yâ Rasûlâllah! Ticaret kâfileleri Mekke’ye girmiş bulunuyor. Mekkeliler bunun sevinci içinde oynayıp, zıplıyorlar.”
“–Kalkınız, biz de dışarı çıkalım; onlara bakıp ibret alalım.”
Bu emir üzerine ashâb-ı kiram, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’le birlikte çıktılar ve küçücük bir toprak yığını üzerine oturdular. Şehre bir bir giren kâfileleri seyrettiler. Halk, orada her giren kâfileye dikkat ediyor ve;
“Şu falanın kâfilesi, şu Benî Ümeyye’nin kâfilesi, şu da filânın kâfilesi...” diye adlandırıyorlardı. Böylece yedi kâfile girinceye kadar bu isimlendirmeler devam etti.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; onların develerine, ziynet ve mallarına, sevinç ve neşelerine bakınca ashâbı adına üzüldü. Çünkü o günlerde ashâb-ı kirâmın çoğu aç ve perişandı. Günlerce ekmek bulamayanları vardı. Hattâ birkaç gün hiçbir yiyecek temin edemeyenleri de eksik değildi. İşte bu Rasûlullâh’ı üzdü de kendi kendine;
“Allah şu kâfirlere birçok mal ve mülk vermiştir. Ashâbım ise bundan mahrum kalmıştır.” diye fısıldıyordu.
Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- indi ve dedi ki:
“–Yâ Muhammed!-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allah Sana şöyle buyuruyor:
«Andolsun ki Sana ey Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- , tekrar edilen yedi ikili âyeti (Fâtiha’yı) verdik.»
Kim bunu okursa Allah ona cehennemin yedi kapısını haram kılar. Bu sûre, ölüm müstesnâ her derde şifadır. Semâvî kitaplarda bu sûreden daha üstünü yoktur. Bu sûre inince iblis (Allâh’ın lâneti üzerine olsun) bağırmış, çırpınmıştı. Bu sebeple diğer iblisler onun etrafına toplanmış ve kendisine ne olduğunu sormuşlardı da onlara şu cevabı vermişti:
«Bilmiş olun ki, bugün bu ümmet üzerine bir sûre indi ki onu okuyan cennete girer. Ne hesap görür, ne de azap... O sûreyi okuyan kimseye güç yetiremezsiniz; yani onun hakkından gelemezsiniz. Artık hileleriniz, düzenleriniz bozuldu.»
İşte ey Muhammed!-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sana verilen bu yedi âyetli sûre, kâfirlere verilen şu yedi kâfileden çok hem de çok hayırlı değil midir?”
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Elbette ki bu yedi âyetli sûre (Fâtiha) daha hayırlıdır.”
Cebrâil, Fâtiha’nın taşıdığı yüksek sevap ve mânâyı ümmete bildirmek için dedi ki:
“–Yâ Muhammed!-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Şu Sana indirilen Fâtiha’yı onların yedi kâfilesiyle değiştirmez misin?”
“–Hayır, değiştiremem.”
“–O hâlde Rabbinin Sana vermiş olduğu bu sûrenin hürmetini (yüceliğini, fazîletlerini) bil!
Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu âyeti okudu:
“Kâfirler içinde bazı kimselere verdiğimiz kat kat servete gözünü dikme; onlara üzülme, inananları kanatlarının altına al.” (el-Hicr, 88)
Büyük âlim Atâ Hazretleri’nden soruldu:
“–Fâtiha-i Kitab ne vakit nâzil oldu?”
“–Mekke’de Cuma günü indi. Bu, Allâh’ın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan bir ikrâmı idi. Fâtiha ile birlikte Cibrîl-i Emîn inerken çevresinde yetmiş bin melek bulunuyordu.
Bu sûre Rasûlullah Efendimiz’den önce kimseye verilmemiştir.” diye cevap verdi.
Allah ve Rasûlü daha iyi bilirler. (Tefsîr-i Hanefî)
Bir başka rivâyette şöyle buyurulur:
“Bir milletin ya da topluluğun üzerine hükmolunmuş, kesinleşmiş azabı Allah gönderir. O milletin ya da topluluğun çocuklarından biri mektepte;
«EL-HAMDÜ LİLLÂHİ RABBİ’L-ÂLEMÎN...» okumaya başlar. Allah, o yavrunun bu sesini işitince, onun sebebiyle o milletten ya da topluluktan kırk yıl azabı kaldırır.”
Denilmiştir ki;
«On şey, on şeyi engeller:
1. Fâtiha Sûresi, Allâh’ın gazabını,
2. Yâsîn Sûresi, kıyâmet günündeki susuzluğu,
3. Duhân Sûresi, kıyâmet korku ve dehşetini,
4. Vâkıa Sûresi, fakirliği, miskinliği,
5. Mülk Sûresi, kabir azabını,
6. Kevser Sûresi, hasımların kinini,
7. Kâfirûn Sûresi, ölüm ânında küfrü,
8. İhlâs Sûresi, ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği,
9. Felâk Sûresi, hased edenlerin hasedini,
10. Nâs Sûresi, vesveseyi engeller.” (Mişkâtü’l-mesâbih)
Yine rivâyette şöyle söylenmiştir:
“Kim evine geldiğinde HAMD Sûresi’yle İHLÂS Sûresi’ni okursa, Allah ondan fakirliği giderir, evinin hayr u bereketini çoğaltır.” (Tefsîr-i Fâtiha)
Sabah namazının sünnetiyle farzı arasında kırk bir defa Fâtiha okumaya devam eden kimse, ne gibi bir makam ve mevkî arzu ederse onu elde etmiş olur. Fakir ise zengin olur, borçlu ise borcu ödenir. Hasta ise şifa bulur, zayıf ise güç ve kuvvet bulur. Garip ise izzet ve şeref elde eder. Halk arasında mukayese edilemeyecek kadar itibar kazanır. Süflî ve ulvî âlemlerde sevimli olur. Sözü dinlenir, işi beğenilir. Düşmanının yanında korkunç ve heybetli görünür. Dostunun yanında da son derece sevilir. O, buna devam ettikçe Allah tarafından devamlı bir emniyet içinde bulunur.
Mârifet erbabından bazı ilim adamları; Fâtiha-i şerîfin bini zâhir, bini bâtın olmak üzere iki bin özelliğinin bulunduğunu söylemişlerdir. Gece ve gündüz bu sûreyi okumaya devam eden kimseden tembellik ve korku kalkar. Allah onun içini ve dışını her türlü nefsânî âfetlerden, şeytânî isteklerden temizler. Allah ona hem zâhirde, hem bâtında ledünnî ilmi ilham eder. Fâtiha’yı okuyan tam bir istikamet üzere bulunur.
Hâdimî merhum diyor ki:
“Sûfî; oturarak, ayakta iken, süvari bulunurken, yaya yürürken ve bütün durumlarında Fâtiha-i şerîfeyi okumaya vaktini ayıracak ve bunu bol bol yapacaktır.” (Allah, bizi de sizi de buna devam etmemiz için muvaffak eylesin!..)
Şeyh el-Bevnî -rahmetullâhi aleyh- Şemsü’l-Maârif adlı kitapta diyor ki:
“Allah, bizi ve sizi muvaffak eylesin. Şüphesiz ki Fâtiha-i şerîfenin hayret verici hassaları vardır.”
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki:
“Kim FÂTİHA’yı döşeğine uzandığında okur ve beraberinde üç İHLÂS ile MUAVVİZETEYN’i de okursa, ölümden başka her şeyden güven içinde olur.”
Şeyh Muhyiddin Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri’nden yapılan rivâyete göre, demişler ki:
“Kimin bir hâceti varsa, akşam namazının farzını ve sünnetini kılıp henüz yerinden kalkmadan kırk defa Fâtiha-i şerîfe okusun ve sonra murâdını Allah’tan istesin. Şüphesiz ki Allah Teâlâ onun murâdını mutlaka yerine getirir. (Bu denendi ve fayda sağlandı.) Bu sayı tamamlanınca şu duâyı okusun:
“Yâ ilâhî Sen’in ilmin benim isteğime yeterlidir. Fâtiha’nın hakkı için istek yönünden Sen bana kâfî ol!.. Sen’in keremin benim sözüme karşı kâfîdir. Fâtiha’nın hakkı için bana kâfî ol! Gönlümde olanı meydana getir.”
Yine şöyle buyurulmuştur:
“Fâtiha, mü’minlerin maksadına açılan kapıdır. Kim onu yedi gün abdestli olarak günde yetmiş defa okur da tertemiz bir suya üfler ve onu içerse; Allah kendi fazl u kereminden ona ilim ve hikmet verir, kalbini fâsit düşüncelerden temizler, onun zekâsını artırır, hâfızasını güçlendirir. Artık bir daha unutmaz olur.”
Sırru’l-Fâtiha adlı kitapta da bu rivâyetlere yer verilmiştir.
Fâtiha’nın özelliklerinden biri de şudur:
Yazının devamı için tıklayınız:

6 Mart 2012 Salı

senden dolu

SENDEN DOLU
Senden dolu iki cihân
Oldum zuhûrunda nihân
Ger bulmayam seni ıyân
Yâ Rab n’ola halim benim
Dilde kanaât olmaya
Zühd ile tâat olmaya
Senden hidâyet olmaya
Yâ Rab n’ola halim benim
Şol gün ki mizan kurula
Hak kapısında durula
Halâyık oda sürüle
Yâ Rab n’ola halim benim
Ağlarım işte zzâr ile
Kaldım diâg ağyâr ile
Bilişmedin sen yâr ile
Yâ Rab n’ola halim benim
HÂMİD-İ VELİ(Somuncu Baba)

konuşan resimler

istediğimi buldum eşkere can içinde

İstediğimi buldum eşkere can içinde,


Taşra isteyen kendi kendisi ten içinde.

Kayımdurur ırılmaz, onsuz kimse dirilmez,

Adım adım yer ölçer, kendi revan içinde.

Bu tılsımı bağlayan, cümle dilde söyleyen,

... Yere göğe sığmayan, girmiş bu can içinde.

Uğru olmuş uğrular, yine kendiyi tutar,

Şahne kendisi olmuş, kendi zindan içinde.

Tutun diye çağırır, uğru dahi çığırır,

Bu ne acayip uğru? Bu çağıran içinde.

Siyaset meydanında kalabadan bakan o,

Siyaset kendi olmuş, girmiş meydan içinde.

Tartmış kudret kılıcın, çalmış nefsin boynuna,

Nefsini tepelemiş, elleri kan içinde.

Sayrı olmuş iniler, Kur'an ününü dinler,

Kur'an okuyan kendi, kendi Kur'an içinde.

Türlü türlü imâret, köşk ve saray yapan o,

Kara nikap tutunmuş, girmiş külhan içinde.

Baştan ayağa değin Hak'tır ki seni tutmuş,

Hak'tan ayrı ne vardır? Kalma güman içinde.

Bir isen birliğe gel, ikiyi elden bırak,

Tüm manayı bulasın sıdk u iman içinde.

İşit işit key işit, marifet arif dili,

Marifetin mekali ilm-i Kur'an içinde.

Girdim gönül şehrine, daldım onun kârına,

Aşk ile seyrederken iz buldum can içinde.

O izi ben izledim, sağım solum gizledim,

Çok acayipler gördüm, yoktur cihan içinde.

Yunus senin sözlerin, manadır bilenlere,

Söyleyeler sözünü devr-ü zaman içinde

Hz yunus emre

5 Mart 2012 Pazartesi

Biraz Yunus...

Ben seni sevdiğim için eğer bahâ derler ise
İki cihân mülkün verem dahı bahâsı yetmeye
(Seni sevdiğim için eğer benden bedel isterlerse, iki cihânın mülkünü versem bile bu bedeli ödemeye yetmez.)
İki cihân mülkü, dünyâ ve ukbâya, madde ve mânâya ait bütün değerlerdir. Bu mülk ve değerler, aşkın karşılığı olamaz. Zira maddî ve manevî hiçbir değer, insanı, yaratılışının gâyesi olan "kendini bilme" (ledün) sırrına ulaştıramaz. Bu sırra ancak aşk ulaştırabilir. Aşk menbaı olan kâmillerin sevgi denen paha biçilmez kaynağı âşıka vermesi veya sevginin âşıkın gönlünde tecellî etmesi çok büyük bir şeydir. Dünyevî hiçbir şey aşkın bedeli olamaz!
İki cihân dopdolu bâğ u bostân olur ise
Senin kokundan iyi gül bostân içinde bitmeye
(İki cihan mülkü bâğ ve bostan ile dopdolu olsa, -bu bâğ ve bostanlarda- senin kokundan daha iyi kokan bir gül yetişmez.)
Bu beyti iki kademede yorumlamak mümkündür.
Birinci kademede şunlar söylenebilir:
Bilindiği gibi, zuhurun sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın kendinden kendine, “bilinmeyi sevme” arzusudur. "Ben insi ve cinni ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." (51/56) âyetindekiliya'büdûni/bana ibâdet etsinler (kulluk etsinler) ibaresi, ledünnî mânâsıyla liya'rifûni/beni tanısınlar demektir. Cenâb-ı Hakk’ın zâtî arzusudur “tanınmak!” Kenz-i mahfi hadîsindeki “bilinmeyi sevme” nüktesi de zuhurun sebebini açıklar.
Şu hâlde Onu kim tanıyacak ve bilecektir?. Diye sorulursa, bunun cevabı “tabiî ki, insan” olacaktır. Zira emâneti insan yüklenmiştir. Varlığın hedefi insandır. Varlık, havadan, ateşten, sudan, topraktan süzülerek nebata, hayvanata ve nihayet insana doğru tekâmül etmektedir. O, bu hâliyle de kalmayacak, insandan İnsân-ı kâmile yol bulacaktır. Takdir-i ezel budur. İnsan, Nûr-ı Muhammede ulaşınca kemâl bulacaktır
Kâinât, Cenâb-ı Hakk’ın vücûdundaki esma, ef’al ve sıfatların sergilendiği alandır. Yûnus bu ilâhî zuhuru “bâğ u bostan” istiareleriyle anlatmaktadır. Bu bâğçedeki görünen bütün suretler, asılları olan nûr-ı Muhammed’e doğru yola çıkmış birer yolcudur. Hedef insân-ı kâmile gelmek, “kendini bilme noktası”na ulaşmaktır. Çiçeklerin şahı “gül” ise, insanların şahı da Hazret-i Muhammed’dir. Gülün kokusu, insân-ı kâmilin de emâneti ve sırrı vardır. Şu hâlde beyitteki gül ve gülün kokusu, Nûr-ı Muhammed’e ulaşan kâmil ile kemâl mertebesindeki bu kişinin tevhîd sırrından kinayedir.
Bu beyitte işaret edilen ledünnî nükte, Yûnus’tan üç asır sonra yaşayan Fuzûlî tarafından kısmen farklı olarak şöyle ifâde edilecektir:
Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse min gülzâre su
Beytin ikinci bir yorumu da şöyledir:
Eskiden erkân sahipleri yeni tanıştıklarında birbirlerine “hangi bahçenin gülüsün?” diye sorarlardı. Bu ifâdeden de anlaşılacağı üzere, bâğ ve bostân, Hak yollarının, yani, tarîkat-i aliyyenin remzidir. Dervîşler bu ilâhî bâğ ve bahçe içinde çiçek mesabesindedir. Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle, onlar, “çemen çocukları”dır. Ancak, çiçek yetiştirmekten gâye gül olduğu gibi dervîş yetiştirmekten gâye de, Nûr-ı Muhammed sırrına vakıf bir kâmildir. Nitekim, “levlâke levlâke/sen olmasaydın sen olmasaydın, bu âlemi yaratmazdım!” hadîs-i kudsîsinden anlaşılacağı üzere, bütün âlemler, Hazret-i Nûr-ı Muhammed’in zuhur etmesi için varedilmiştir.
Sözün özü, Yûnus, “Senin kokundan iyi gül bostân içinde bitmeye” derken, Tapduk Sultân’ın şahsında tarîkat-i aliyyenin gâyesi olan insân-ı kâmili anlatmaktadır.
Ben seni sevdiğim için eğer bahâ derler ise
İki cihân mülkün verem dahı bahâsı yetmeye
(Seni sevdiğim için eğer benden bedel isterlerse, iki cihânın mülkünü versem bile bu bedeli ödemeye yetmez.)
İki cihân mülkü, dünyâ ve ukbâya, madde ve mânâya ait bütün değerlerdir. Bu mülk ve değerler, aşkın karşılığı olamaz. Zira maddî ve manevî hiçbir değer, insanı, yaratılışının gâyesi olan "kendini bilme" (ledün) sırrına ulaştıramaz. Bu sırra ancak aşk ulaştırabilir. Aşk menbaı olan kâmillerin sevgi denen paha biçilmez kaynağı âşıka vermesi veya sevginin âşıkın gönlünde tecellî etmesi çok büyük bir şeydir. Dünyevî hiçbir şey aşkın bedeli olamaz!
İki cihân dopdolu bâğ u bostân olur ise
Senin kokundan iyi gül bostân içinde bitmeye
(İki cihan mülkü bâğ ve bostan ile dopdolu olsa, -bu bâğ ve bostanlarda- senin kokundan daha iyi kokan bir gül yetişmez.)
Bu beyti iki kademede yorumlamak mümkündür.
Birinci kademede şunlar söylenebilir:
Bilindiği gibi, zuhurun sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın kendinden kendine, “bilinmeyi sevme” arzusudur. "Ben insi ve cinni ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." (51/56) âyetindekiliya'büdûni/bana ibâdet etsinler (kulluk etsinler) ibaresi, ledünnî mânâsıyla liya'rifûni/beni tanısınlar demektir. Cenâb-ı Hakk’ın zâtî arzusudur “tanınmak!” Kenz-i mahfi hadîsindeki “bilinmeyi sevme” nüktesi de zuhurun sebebini açıklar.
Şu hâlde Onu kim tanıyacak ve bilecektir?. Diye sorulursa, bunun cevabı “tabiî ki, insan” olacaktır. Zira emâneti insan yüklenmiştir. Varlığın hedefi insandır. Varlık, havadan, ateşten, sudan, topraktan süzülerek nebata, hayvanata ve nihayet insana doğru tekâmül etmektedir. O, bu hâliyle de kalmayacak, insandan İnsân-ı kâmile yol bulacaktır. Takdir-i ezel budur. İnsan, Nûr-ı Muhammede ulaşınca kemâl bulacaktır
Kâinât, Cenâb-ı Hakk’ın vücûdundaki esma, ef’al ve sıfatların sergilendiği alandır. Yûnus bu ilâhî zuhuru “bâğ u bostan” istiareleriyle anlatmaktadır. Bu bâğçedeki görünen bütün suretler, asılları olan nûr-ı Muhammed’e doğru yola çıkmış birer yolcudur. Hedef insân-ı kâmile gelmek, “kendini bilme noktası”na ulaşmaktır. Çiçeklerin şahı “gül” ise, insanların şahı da Hazret-i Muhammed’dir. Gülün kokusu, insân-ı kâmilin de emâneti ve sırrı vardır. Şu hâlde beyitteki gül ve gülün kokusu, Nûr-ı Muhammed’e ulaşan kâmil ile kemâl mertebesindeki bu kişinin tevhîd sırrından kinayedir.
Bu beyitte işaret edilen ledünnî nükte, Yûnus’tan üç asır sonra yaşayan Fuzûlî tarafından kısmen farklı olarak şöyle ifâde edilecektir:
Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse min gülzâre su
Beytin ikinci bir yorumu da şöyledir:
Eskiden erkân sahipleri yeni tanıştıklarında birbirlerine “hangi bahçenin gülüsün?” diye sorarlardı. Bu ifâdeden de anlaşılacağı üzere, bâğ ve bostân, Hak yollarının, yani, tarîkat-i aliyyenin remzidir. Dervîşler bu ilâhî bâğ ve bahçe içinde çiçek mesabesindedir. Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesiyle, onlar, “çemen çocukları”dır. Ancak, çiçek yetiştirmekten gâye gül olduğu gibi dervîş yetiştirmekten gâye de, Nûr-ı Muhammed sırrına vakıf bir kâmildir. Nitekim, “levlâke levlâke/sen olmasaydın sen olmasaydın, bu âlemi yaratmazdım!” hadîs-i kudsîsinden anlaşılacağı üzere, bütün âlemler, Hazret-i Nûr-ı Muhammed’in zuhur etmesi için varedilmiştir.
Sözün özü, Yûnus, “Senin kokundan iyi gül bostân içinde bitmeye” derken, Tapduk Sultân’ın şahsında tarîkat-i aliyyenin gâyesi olan insân-ı kâmili anlatmaktadır.
mustafa tatcı

4 Mart 2012 Pazar

CEFANIN ADI AŞK

CEFANIN ADI AŞK



Türlü türlü cefanın, adını aşk vermişler


Bu cefaya katlanan, dosta halvet vermişler


Kime ki aşk ulaşa, her dem kaynaya taşa


İyi dirlik hem yavuz, dört yanında durmuşlar


*** ***


Her kim aşk eri ise, aşka müşteri ise


Aşk onun yarı ise, canına öd urmuşlar


Miskin Yunusun canı başında serencamı


Aşka munkir ademi bu meydandan sürmüşler


*** ***


Halvet : Yalnızlık


Serencam : Başa gelen


Munkir : İnkar eden

3 Mart 2012 Cumartesi

FETİH 1453

FETİH 1453



‎‎"FETİH 1453" filmini izledim. Ülkemizin sinema sektörünün kalkınması açısından bu ve bunun gibi yapımları destekleyen taraftayım. Lakin bu filmde bütçesine, reklamına, iddiasına, kalitesine ve daha sayamayacağım birçok şeyine oranla çok bariz hatalar gördüm.


Herşeyden önce senaristlerin tarih bilgisinin olmadığını gördüm. Filmde bariz teori ve araştırma hataları var. Oyunculuk ve de teknik yöndeki hatalar da cabası. O tarafa hiç girmek istemiyorum zaten.


Velhasıl bence bu film beklentilerden çok daha aşağıda ve tarihi açıdan olayın gelişimini tam olarak aktaramıyor....






ONCA EMEĞE MASRAFA ZAMANA YAZIK ETMİŞLER AKŞEMSİTTİN HZ 12 İLMİ BİTİRMİŞ BİR VELİ NASILDA BASİT GÖSTERİLMİŞ YAZIK FATİH SULTAN MEHMET HAN VELİ PADİŞAHTIR BÖYLEMİ ANLATILIR YAZIK...MANEVİ BİR RUH VE ŞUUR YOKTU FİLMDE

Kalemin Edebi


Allah Teâlâ kalemi yarattığında ona emretti:
-Yaz!
Kalem, heybet-i ilâhiden BİN YIL titredi. Sonra:
-Ne yazayım ya Rabbi, dedi. Allah –azze ve celle-:
-"La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah’’ yaz, buyurdu. Kalem bunu yazdı ve mahlukat içinde ilm-i ilâye yol buldu.
Sonra Cenab-ı Allah tekrar ona:
-Edebini takın, deyince kalem, heybet-i ilâden yarıldı ve kudret-i ilâhiye eliyle kesik kesik oldu. Bu yüzden kamış kalemin ucunun yarık olması adet olmuştur. Nitekim kamış kesilmeden ve ucu yarılmadan onunla yazı yazılmaz.
Bilâhare de Cenab-ı Hakk, kaleme:
-Yaz! ‘’Günahkâr bir ümmet, mağfiret sahibi Rab!’’ buyurdu.
iktibas

...

Hakkın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim
ol.
Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın.
“Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur” diye endişe etme.
Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden iyi
olmayacağını??
~ Tebrizli Şems

1 Mart 2012 Perşembe

Seyr-i Süluk Nedir, Bu Yolda Mürşid-i Kamile Neden İhtiyaç Vardır?


İlmi ledün yoluna intisab edip tarikata girmeye sülûk veya seyr-i sülûk, bu konuda irade gösterene de sâlik denmektedir. Seyr-i sülûktan maksat: cehaletten ilme, kötü huylardan güzel ahlaka, fena aleminden bekâ alemine yönelmektir. Bu noktada salike düşen; nefsini makam, hırs, haset, kibir, cimrilik, yalan, gıybet, zulüm gibi kötü davranışların cümlesinden temizlemek; bunlara mukabil ilim, hilm (yumuşak huyluluk), haya, zühd, takva, rıza, adalet gibi güzel huylarla süslemektir.







Bu yolculuğun tam anlamıyla gerçekleşmesi için Allah’a olan itikadın tam olması şarttır. Bu itikadı ayakta tutmak için de bir mürşid-i kâmile ihtiyaç vardır. Kendi kendime yol alırım zannına kapılan yanılmıştır. Zahir ilim buna kâfi gelmez.






Hz. Ali (k.v) diyor ki: “Allah’ı bilmek ve tanımak bütün ilimleri içinde toplayan bir şükür hazinesidir. Allah’ı tanımamak ise küfür alametidir. (Hz. İmam Ali (k.v) Divanı, syf 278)






İlmin başı Allah’ı tanımaktır. Gerisi kültürdür. Çünkü Allah’ı tanıyan her şeyi tanımış olur. Bu da ancak bu ilmi tahsil etmiş bir mürşid-i kâmile tâbi olmakla elde edilebilir. Abdülkadir Geylani (k.s) hazretlerinin bu konuyla ilgili şu nasihatlerini hatırlatmak yerinde olacaktır:






“Mürşid-i kâmilin rehberliği olmadan kendini terbiye etmeye çalışan kişi, temelsiz bina kurmaya kalkışmış gibi olur. Faziletli kişilerin terbiye edip mukaddes sütten gıdasını vermediği kişi, sokak ortasına bırakılan sahipsiz bir çocuk gibidir. Eğer kişi, uyanık ve dirayetli bir mürşidin elinden takva elbisesini giymezse, nefsinin tuzağına düşmüş olur. Nefsi onu istediği gibi oynatır ve aşağılık durumlara sürükler. Bunun aksine sağlam bir kulpa yapışan kimseye de, kendi varlığının sırları zahir olur, sonsuz nimet ve lezzetlere gark olur. Nefsinin peşine düşüp de mürşidini dinlemeyen kişi gerçekten nasipsizdir. Eğer kişi teslim-i tâmme (tam bir teslimiyet) hasletini taşırsa muvaffak olur, aksi halde ettiğini bulur.” (Cevherden Gerdanlıklar, syf. 49)






Rasûl-i Ekrem (s.a.v) buyurmuştur ki:






“Kavmi (cemaati) içinde mürşid, ümmeti içinde nebi gibidir.” (Keşfü’l Hafâ, c.2,s. 17,h. 1576)






Hz. Mevlana (k.s) bu hadisi şöyle tefsir etmiştir:”Mürşid-i kâmil, kendi asrında ve kavmi arasında yaptığı vazife itibarıyla peygamber gibidir. Böyle zevat-ı kiram halk içinde yıldızlar mesabesindedir.” (Mesnevi,c.2,s. 339)






Mürşid-i kâmiller, peygamberlerin varisleridir. Peygamberlerin yaptıkları gibi insanlara dinlerini öğretirler. Güzel ahlakları ve edepleriyle insanlara örnek olurlar; yol gösterir ve bilmediklerini öğretmeye çalışırlar. Kendilerine saygı duyulur. Manevi ilimlerinden ve irfanlarından istifade edilir. Bu durum; onların zenginlik, şöhret, makam ve herhangi bir dünyevi varlığından değil, ilminin çokluğu ve ahlakının güzelliğindendir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın: “Bilmediklerinizi zikir ehlinden öğreniniz.” (Enbiya Sûresi, ayet7) emri buna işaret eder.






Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyurulur:






“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, bir kula kendisinden, ana-babasından, çocuklarından, bütün insanlardan daha sevgili olmadığım müddetçe o kul tam iman etmiş olamaz.”Bunu duyan Hz. Ömer (r.a) efendimiz: “Ya Rasûlallah, ben seni nefsimden de daha çok seviyorum.” deyince Peygamber efendimiz (s.a.v) buyurdu ki: “İşte, şimdi imanın kemale erdi.” (Câmiu’l-Ehâdis, h. 1197)






“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”(Tirmizi, Buhari, Müslim, Ebu Davud)






Güzel olanı sevenler güzel olurlar. Çünkü “Ey iman edenler, sadıklarla beraber olun.” emr-i ilâhisi ile bu mübarek hadis-i şerif birbirini tamamlamaktadır. Bütün bunlar bir mürşid-i kâmile intisap etmenin lüzumuna işaret eder.






Kaynak: Miftâhu’l-Usûl