29 Ekim 2012 Pazartesi

Suda bittim, suda yittim


Etrafı, dünyayı ve hayatı doğru okumaktır bütün mesele. Böyle söylüyor kalem ve kelâm ehli. Israrla, ayrı ayrı açılardan bakarak dünyanın geçiciliğine işaret ediyor. Diyor ki; dünya hayatı bir uykudan ve hayâlden ibarettir. Tut ki hayâlinde sultan oldun, tut ki hayâlinde dilenci oldun. Uyandığın zaman ikisi de geçici olacağına göre ele geçmiş olan her şey sonsuz ve hakiki hayata başladığın zaman rüya hükmüne gireceğine göre ne diye gam çekersin.
Geç gelir tez gider deyû safa çekme keder
Âlemin hâli budur böyle gelir böyle gider
İçinde bulunduğumuz dünya hayatında safa geç gelir tez gider. Hâlbuki elem sıkça uğrar biraz da zor gider. Dünya hayatının tabiatı o, çünkü ta işin başında “çamurumuz karılırken yağan kırk günlük yağmurun otuz dokuzu gam biri neşeydi” diye takviye ederler manayı.
Göz yum cihâna aç gözünü dem gelir geçer
Sen göz yumup açınca bu âlem gelir geçer
ve şöyle devam eder;
Âdem oğlu âleme üryan gelir üryan gider
Nâle vü efgân ile giryân gelir giryân gider
İnsanoğlu dünyaya giyinmemiş olarak gelir ve öylece gider. Ağlaya ağlaya gelir ve yine ağlaya ağlaya gider. Aşağı yukarı aynı anlamda:
Hemân ağlayı geldim âleme ağlayı gittim ben
San ol nilüferim kim suda bittim suda yittim ben
Yani gelirken de giderken de dökülen göz yaşlarına işaret eder ve der ki; hani nilüfer çiçeği vardır ya suyun içinde doğar ve yine oracıkta ölüverir. İşte ben de geldiğimde yıkandım giderken yıkandım, suda bittim suda yittim.
Anlamlarının çözülmesi bir miktar daha zor gibi görünen Sâbit merhum da beytinde şöyle söyler. İçinde bulunduğumuz dünya hayatında sabırlı olmak gerektiğinde çok güzel işaret etmektedir.
Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra
Döner vefk-i murâd üzre felek amma neden sonra
Üst üste belki bin tane boş kadeh gelir. Arkasından bir dolu kadeh sunar şartlar, etraf , hayat. Ve senin mûradına uygun döner felek amma neden sonra. Sabra işaret eder. Güzelce sabretmek lazımdır, beklemek lazımdır. Dünya gamhânedir. Burada talebi çoğaltmamak lazım, emeli çoğaltmamak lazım.  Çünkü ecel, emelin önündedir.
Av. Hayati İnanç

bir bayramı daha geride bıraktık

dostlar bir bayramı daha geride bıraktık hz ALLAH nice bayramlara bayram tadında erişmek nasip etsin inşallah bayramını kutlayamadığım tüm dostlarında gecmiş bayramını kutlarım herşeyin hayırlısı sizlerle olsun
..

23 Ekim 2012 Salı

mutluluk


Mutluluk…
Mutluluk, kazandıklarımızda, yahut kaybettiklerimizde değil, kendi içimizdedir.
Mesela, mutluluk, sıcak bir “merhaba” sesidir…
Mutluluk, bebeğimizin kokusu ya da çocuklarınızın tebessümüdür…
Mutluluk, gülümseyerek eve giren eşe “hoşgeldin sevgilim” demek ya da evdeki 
eşe getirilen gonca gülü öpüp sunmayı bilmektir…
Mutluluk, alınan her nefesin bir “ikram-ı İlâhî” olduğunu bilmek, bu anlamda 
hayatın güzelliklerini de görmeye çalışmaktır.
Mutluluk, tüm mevsimleri sundukları güzelliklerle birlikte algılayıp yaşamaktır…
Mutluluk, pencere kenarına serpiştirilen ekmek kırıntılarını yiyen güvercinleri seyretmektir…
Mutluluk, vecdle Allah (c.c)’a yönelip secde etmektir.
Mutluluk, her gülde “Muhammed (sav)’le buluşma” kokusunu hissetmektir?
Mutluluk, eldekini-avuçtakini fark etmek, kadr-u kıymet bilmek, olanı başkalarıyla da paylaşmaktır…
Mutluluk sadece engelli biriyle karşılaşıldığı zaman değil, kendi vücudundaki büyüleyiciliği her zaman fark etmektir…
Mutluluk, menfaatsiz ve hesapsız sevmektir…
Mutluluk, “Bana Allah (c.c) ve Rasulu yeter” diyerek Allah(c.c)’a teslim olabilmek, her şartta şükredebilmektir…
Mutluluk, güneşin ve yağmurun aynı derecede önemli olduğunu kavrayıp güneşe de, yağmura da sevinmektir…
Mutluluk, hayat karşısında her an taze heyecanlar duyabilmektir.
Liste daha da uzatılabilir.. Sonuçta şunu demeye getiriyorum: 
   Mutluluk; yabancısı olduğumuz, hiç tanışmadığımız bir duygu değil, belki yakından  tanıdığımızdan dolayı kanıksadığımız bir duygudur.
Önce elimizde var olan değer ve güzellikleri keşfedelim, onlara şükredelim, sonra da olmayana ulaşmak için çabalayalım. Ama bizi bütünüyle aşan “imkânsız”a doğru koşup kendimizi telef de etmeyelim. Bu bizi mutsuz eder. Zaten mutsuzluklarımızın çoğunun kaynağı, ihtiraslarımızla hasetlerimizdir. Hayatı kaba-saba yaşamak yerine, bir sanatkâr duyarlılığı içinde yaşamak, çözümsüz zannettiğimiz pek çok sorunu çözebilir?
Unutmayalım ki, hayat sanattır!
“Ey insanoğlu!.. Mutluluğu bulmak için gözünü boş yere başkasının ekmeğine, 
başkasının evine, başkasının başarısına, başkasının servetine, başkasının 
mutluluğuna dikme. Gözlerini kendi içine çevir, kendi içine bak: Başka 
yerlerde, başka şeylerde aradığın şey sende saklı.”
| Yavuz Bahadıroğlu

Kurban Hakkında Önemli Bilgiler


Allah Teâlâ buyuruyor:
“Şunu unutmayın ki, onların (kurbanlıkların) ne etleri, ne de kanları asla Allâh’a ulaşacak değildir. Lâkin O’na ulaşan tek şey, kalplerinizde beslediğiniz takvâdır...” (el-Hac, 37)
* * *
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Hiçbir kul, kurban günü, Allah indinde, kurban kanı akıtmaktan daha sevimli bir işi yapamaz. Zira kesilen hayvan, kıyâmet günü boynuzlarıyla, kıllarıyla, tırnaklarıyla gelecektir. Kesilen kurbanın kanı yere düşmeden önce Allah nezdinde yüce bir mevkiye ulaşır. O hâlde, gönül hoşluğu ile kurbanlarınızı kesin.” (Tirmîzî, Edâhî, I, 1493; İbn Mâce, Edâhî, 3, 3126)
* * *
“Kurban” sözlükte, “yaklaşmak, Allâh’a yakınlık sağlamaya vesîle olan şey” anlamına gelir. Terim olarak ise, Allâh Teâlâ’ya yaklaşmak için, kurban niyetiyle, belirli vakitte kesilen belirli bir hayvanın adıdır. Arapçada bu şekilde kesilen hayvana “udhiyye” denir.
 İnsanlık tarihi boyunca hemen bütün dinlerde kurban uygulaması mevcut olmakla birlikte şekil ve amaç yönüyle aralarında farklar bulunur. Kur’ân’da Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın iki oğlunun Allah -celle celâlühû-’ya kurban takdim ettiklerinden (el-Mâide, 27) ve Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın, oğlu İsmail -aleyhisselâm-’ı kurban etme hâdisesinden (es-Saffat, 103-107) bahsedilir.
 Hac Sûresi’nin 34. âyeti ise, ilâhî dinlerin hemen hepsinde kurban ile alâkalı bir hükmün bulunduğuna işaret eder. Lâkin Yahudilik ve Hristiyanlık’taki kurban telâkkîsi, bir hayli değişikliğe uğramıştır. Kudüs’te Süleyman -aleyhisselâm-’ın Mâbed’inin yapımı tamamlanınca, bu şehir, kurbanla ilgili dînî merâsimlerin odak noktası hâline gelmiştir. Ancak İsrailoğulları, M.S. 70 yıllarında Kudüs’ten sürgün edilip, Süleyman Mâbedi yıkılınca, kurban kesim yerinden uzaklaştıklarını öne sürerek, kurban ibâdetine son vermişlerdir. Şimdilerde ise, bunun yerini, günlük olarak yapılan düzenli duâ almıştır.
Hristiyanlık’ta da, Hazret-i Îsâ’nın çarmıha gerildiği ve bunun “insanoğlunun aslî günahına karşı, Baba’nın oğlu Îsâ’yı fedâ etmesi” olduğu inanışıyla kurban telâkkîsi farklı bir anlam kazanmıştır.
Kurban Kesmenin Fayda ve Hikmetleri
Allah -celle celâlühû-’nun emri ile yapılan tüm ibâdetlerde bildiğimiz veya bilemediğimiz sayısız hikmetler vardır. Her ne kadar ibâdetler, bu hikmet ve faydalar için değil, sırf Allah rızâsı için yapılırsa da, biz burada kurbanla alâkalı birkaç hikmet ve faydayı da dile getirmek istiyoruz:
-Bütün ibadetler gibi kurban ibadetinin de yegâne yapılış gayesi, “Allâh’ın emri”ne itaattir.
-Kurban, Allâh’a teslîmiyet ruhunu geliştirir ve Allâh’a yakınlaşmaya vesile olur.
-Kurban; toplumda kardeşlik, yardımlaşma, fedakârlık ve dayanışma rûhunu geliştirir.
-Kurban kesilmekle hem kesen âile, hem de yoksullar, temel gıda maddelerinden olan et bakımından genişliğe kavuşur. (Her gün yeryüzünde yüzbinlerce hayvan kesilmekte; ancak bunlardan yalnızca alım gücü olanlar yararlanmaktadır. Kurban etlerinden ise, muhtaç olanlar da yararlanır.)
-Kurban toplumda adâletin gelişmesine yardımcı olarak insanlar arasındaki uçurumların aşılmasına ve değişik seviyelerdeki fertlerin birbirlerinin hâlini tanıyıp ilgilenmelerine ve kaynaşmalarına vesile olur.
-Kurban, fakirin de varlıklı kullar vasıtasıyla Allâh’a şükretmesine vesîle olur. Fakir insan, kurban sâyesinde dünyâ nîmetlerinin yeryüzündeki dağılımı konusunda karamsarlık ve düşmanlıktan kendisini kurtarır ve içinde yaşadığı toplum tarafından görülüp gözetildiğini hisseder.
-Allah rızâsı için kesilen kurbanların ecri çok büyüktür. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Kurbanın her bir kılı için bir sevap vardır.” buyurmuşlardır. (İbni Mâce, Edâhî, 3)
-Her yıl müslümanlar tarafından kesilen kurbanlarla müslümanlar arasındaki birlik ve beraberlik tüm dünyaya duyurulmakta ve bir müslümanın Allâh’a ibâdet ve onun emrine uymak için her şeyini fedâ edebileceği açıkça insanlığa gösterilmektedir.
 -Kurban aynı zamanda Hazret-i İsmail -aleyhisselâm-’ın, Allah için kurban olmayı göze alışını hatırlatan büyük bir ibâdettir.

22 Ekim 2012 Pazartesi

en uzun yoldur insanın içi


Zihnimiz ve kalbimiz binbir parçaya bölündü. Her tarafa yetişmeye çalışıyoruz. Yorgunuz, asabiyiz ve gerginiz. Hayatın gürültüsünden birbirimizi göremiyoruz. Bağırıyor ama sesimizi duyuramıyoruz. Gürültü var; bağıranların sesini duyamıyoruz.

Bakmalı, görmeli ve seyretmeliyiz…
Seyrimizi not etmeliyiz…
Vakit daraldı çünkü ve sözler birikti.
Vakit daraldı ve söyleneceklerin çoğu henüz söylenmedi.

Durup dinlemeliyiz,
Durup dinlenmeliyiz,
Durup düşünmeliyiz,
Ama durmalıyız önce.
Durmalı, durulmalı, durulanmalıyız.
ve içimize doğru bir yolculuğa çıkmalıyız.
Yola çıkmalı, yolda olmalı ve yol almalıyız.
Yolu bulmalı, yol olmalıyız.

Ne demişti şair:
“En uzun yoldur, insanın içi”
  - Ömer Tuğrul İNANÇER

20 Ekim 2012 Cumartesi

DÜNYADA NE VARSA ÜÇ HARF BEŞ NOKTA


“Aşk nedir?” diye sorduklarında “Ben ol da bil” demiş âşıkların piri Mevlana. Ve “Aşkın şerhi için ne söylemişsem aşk başıma gelince söylediklerimden utanırım” diye devam etmiş. Kısır kelimeler içinde dönüp durmak, bir türlü adını koyamamaktır işte aşk. Başına gelince söylediklerinden utanmak, hayâ içinde kıvranmaktır.
Bir Fatiha’dır kimi zaman. “Hamdım, piştim, yandım” derken aşkı tadınca yaşamaya başladığını, hayata aşk kapısından girdiğini söylemiyor mu Mevlana? Demek ki bir fatihadır aşk. Başlangıçtır. Önceki bütün duyguları reddedip, yepyeni hasseye ram olmaktır. Hayatın öncesine nokta koyup, sonrasına başlamaktır.
“Dünyada ne varsa, üç harf beş nokta…Ayın, şın, kaf” diyor yine aşkın sultanı. Evet bir lisandır aşk. Maşukun asla anlamadığı, tek taraflı konuşulan, esrarengiz bir lisan. Aşığı çırpındıran, anlaşılmak için kasıp kavuran bir yangın ve ifadelerin yetmezliği, lügatlerin kifayetsizliği içinde bütün tabirleri alt üst eden bir lisan. Öyle bir şey ki, anlatanı da, anlayanı da aynı insan.
(…)
serencam dergisi

destur bismillah

\"Her şey ezelde “aşk” ile başladı. Bir başlangıç olacaksa aşk ile olmalıydı. Biz de öyle yaptık, binlerce yıllık sırrı çözmeye niyetlenmedik elbette, lakin bir şeyler söylemeye, var olana bir nefes de biz katmaya niyetlendik. “Yeni şeyler söylemek lazım”dı.çünkü dün dünde kalmıştı cancağazım diyerek destur bismillah dedik 

mrhb dostlar

NASİP OLURSA İNŞ SON AŞAMAYA GELDİK YAZAR KADROSUNDA BULUNACAK ARKADAŞLAR DENEME YAZILARI VE KISA BİLGİLERİYLE  BUGÜN BİZE ULAŞIRSA GİRİŞLERİ YAPILACAK VE ÖN ÇALIŞMALARA
BAŞLANACAK SELAMLAR SAYGILAR

hakikatderyasi@gmail.com

17 Ekim 2012 Çarşamba

dostlar

MALUMUNUZ BLOĞUMA ORTAKLAR ARIYORUM İÇERİĞİ ŞÖYLE OLACAK İNŞ ANA SAYFADA TÜM KONULAR OLACAK ANA BAŞLIK HALİNDE VE YAZAR KADROMUZ OLACAK İNŞ SİZLERDEN RİCAM YAZAR KADROSUNDA BULUNMAK İSTEYEN ARKADAŞLAR BİZE AÇIKLAYICI KISA BİLGİLERİYLE BİRLİKTE ULAŞSINLAR ŞABLON ÇALIŞMALARINA İNŞ İLK FIRSATTA BAŞLANACAK GELİŞMELERİ SİZLERLE PAYLAŞMAYA DEVAM EDECEZ İNŞ

15 Ekim 2012 Pazartesi

DOSTLAR BLOĞUMA ORTAK ARIYORUM

mrhb dostlar çoktandır işten güçten bloğumla ilgilenemiyorum gereği gibi bırakmakta istemiyorum

blogcu insan duygusal insandır anlam yüklüdür mana doludur ve bunu paylaşmazsa çatlar:)

bu yüzden bloğuma ortak yürüteceğim dostlar arıyorum şimdiden teşekkür ediyorum.

selamlar saygılar

hakikatderyasi@gmail.com

11 Ekim 2012 Perşembe

mihenden kaçma


1. Mihenden kaçma ger mahsûd-ı ihvân olmak istersen
Yetiş imdâd-ı mazlûmâna arslan olmak istersen
Yapış bir kâmilin destinden insan olmak istersen
Nebiyy-i Efhamı medh eyle Hassân olmak istersen
Rızâ bâbında bekle rahme şâyân olmak istersen
Sakın bir dîdeyi ağlatma handân olmak istersen
Dokunma hâtır-ı mûra Süleymân olmak istersen

8 Ekim 2012 Pazartesi

Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni


Sen usandırma eli el de usandırmaz seni
Hilekârlık eyleme kimse dolandırmaz seni
Dest-i a’dâdan soğuk su içme ki kandırmaz seni
Korkma düşmandan ki âteş olsa yandırmaz seni
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Halk arasında adâvet sû-i zandandır bütün
İhtilâl-i mülket-i âlem fitendendir bütün
Öldürenden bilme cürmü suç ölendedir bütün
Ne fenâlık görsen elden sanma sendendir bütün
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
İster isen hıfz ede ırzın Hudây-ı lem-yezel
Irzına a’dây-ı bed-hâhın bile verme halel
Tâ ezelden söylenir halkın dilinde bu mesel
Celb eder elbette insana mükâfatın amel
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Halkı tahrîb eyleyib de kendin âbâd eyleme
Bu cihânda ev yapıp ukbâyı berbâd eyleme
Nef’in için zâlim-i bîrahme imdâd eyleme
Âlemi tenfîr eden ahvâli mu’tâd eyleme
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Seyyiât insana nefs-i kemterîninden gelir
Her hacâlet âdeme sû-i karîninden gelir
İzzet ü zâtı mekâna hep mekîninden gelir
İstikâmet müstâkimü’l-hâ dininden gelir
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Düşmanı tezlîl için hîleyle etme iştigâl
Hüsn-i efkâra olur hâil cihanda sû-i hâl
Yüz suyu dökme teessüf çekme etme kîl u kâl
Sen sakîm olma verir maksûdun elbet Zül-celâl
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
At riyâyı elden islâha çalış ahvâlini
Boşboğazlık etme ta’dil eyle kîl u kâlini
Sen ne dürlü saklayım dersen de sû-i hâlini
Hak Taâlâ senden a’lemdir senin ahvalini
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Haline şeytân güler gördükde sende gafleti
Üstüne güldürme öyle düşmen-i bed-sireti
Hâin olma ver emânetle cihâna şöhreti
Herkesin destindedir âlemde züll ü rıf’atı
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Zâmin olan ey Saîd erzâka Hâlikdir sana
Mâsivâye serfürû etmek ne lâyıkdır sana
Iztırâbı celb eden meyl-i alâikdır sana
Gayr için düşme lisân-ı nâsa yazıkdır sana
Müstakîm ol Hazret-i Allâh utandırmaz seni
Diyarbakırlı Said Paşa

Rengi yâkut, lemsi âteş gonce femler görmüşüz


Rengi yâkut, lemsi âteş gonce femler görmüşüz
Yâre dert, ağyâre dermân çok sanemler görmüşüz
Mest olur yâdıyla yârân, özge demler görmüşüz
Hayli şeb encümden efzûn câm-ı Cemler görmüşüz
Bezm-i Cemden sonra subh-i muhteşemler görmüşüz
Seyre dalmış gül görüp gülşende lâl olmuş hezâr
Besteler nakletti hûblar meclisinden rûzigâr
Teşnedir bir lâhza ayrılmaz çemenden cûy-i bâr
Hüsn ü Aşk iklîminin feyziyle sermest-i bahâr
REng ü bûy eksilmeyen bâğ-ı İremler görmüşüz
Binde birdir şimdi dilden yâr için zâr eyleyen
Kendisin inkâr eder hep aşkı inkâr eyleyen
Ehl-i dil olmak gerekdir meyl-i dildâr eyleyen
Meyle Hâfız, neyle Mevlânâ’yı tezkâr eyleyen
Pür-terennüm kişver-i Rûm ü Acemler görmüşüz
Duymuşuz gurbette sessiz canhırâş feryâdlar
Zâhiren şen, bâtınen âh eyleyen nâ-şâdlar
Çâresizlikden içip berbâd olan âbâdlar
Şûh Şîrinler yüzünden dağ delen Ferhâdlar
Aslıhanlardan yanan âşık Keremler görmüşüz
Gül niyaz eylerse âşık andelîb olmaz mı lâl
Keşf-i esrâr eylemek ey dil mehabbetsiz muhâl
Aşkı anlatmazsa Öksüz, bunca tahmîs kîl ü kâl
Zikre lâyık bahsi ancak zevkıdır ömrün Kemâl
Gerçi tâli’den nihâyetsiz sitemler görmüşüz
Şair Veysel ÖKSÜZ

6 Ekim 2012 Cumartesi

istanbulun bilinmeyen yüzü


İstanbul’un Bilinmeyen Yüzü


İstanbul sevdalısı Haldun Hürel, İstanbul’un kitabını yazdı. İstanbul’u 7 yıl boyunca Rumelifeneri’nden Bakırköy’e kadar karış karış gezen, yaklaşık 20 kilometrelik surlarını içten ve dıştan yürüyerek dolaşan, taşlarına dokunan, resimlerini çizen Hürel, kitabında, okurları yaklaşık 2600 yıllık bu yaşlı kentte ilginç bir yolculuğa çıkarıyor. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim görevlisi Hürel’in İstanbul’u Geziyorum Gözlerim Açık adlı kitabı Dharma Yayınları’ndan piyasaya çıktı.
Kitapta, 2600 yıldan daha eski bir tarihi olan İstanbul’un tarih sahnesine çıktığı günlerden bu yana heyecan ve serüvenlerle dolu efsaneleri, duyulmadık anıları, köşede bucakta unutulup kalmış öyküleri, irili ufaklı sayısız tarihi ve mimari eserleri, semt semt, sokak sokak anlatılıyor. Önemli eserlerin kroki ve resimlerine de yer verilen kitapta, ayrıca İstanbul’un karşılaştığı felaketler, hüküm sürmüş Roma ve Latin imparatorları ile padişahlar ve İstanbul Belediye Başkanlığı’nın öyküsü de yer alıyor.
Kitapta, İstanbul’un fazla bilinmeyen yönlerine de yer veriliyor. Bunlardan bazıları şöyle:
  • Fatih Sultan Mehmet’in kente girdiği güne dek kentliler birey olarak kendilerine “Romaioi” yani “Romalı” diyorlardı. Hatta, İstanbul’un fatihi 2. Mehmet’in diğer bir unvanı da “Roma İmparatoru”ydu.
  • Beyoğlu ilk kez 1856-57′de aydınlatıldı. O güne dek İstanbul geceleri kapkaraydı. Sadece belirli günlerde ve Ramazan gecelerinde bazı meydanlar ile önemli geçiş yerleri, katrana batırılmış bezlerin yakılmasıyla aydınlatılırdı.
  • Beyoğlu’ndaki ilk fotoğraf stüdyosu, Kevork ve Vichen Abdullah biraderler tarafından Sultan Abdülmecit döneminde 1858′de açıldı.
  • 1869′da Şehremini Server Paşa, ilk kez atlı tramvayı İstanbullularla tanıştırdı. Bu tramvaylar, kente elektrikli tramvayların girdiği 1914′e dek kullanıldı.
  • İstanbul’da ilk otomobil, 1895′te Basra mebusu Zehirzade Ahmet Paşa tarafından kullanıldı.
  • İstanbul doğumlu gençler ilk kez, 5. Murat zamanında askere alınmaya başlandı.
  • 10 Kasım 1918′de ilk kadın tiyatrocular sahnelerde görüldü.
  • Artık işlevselliğini yitiren Topkapı Sarayı, 18 Ekim 1924′de, Ayasofya ise 1935′te müzeye dönüştürüldü.
  • 1932 yılında “Konstantinopolis” adı yasaklandı ve bunun yerine kentin resmi adı “İstanbul” oldu.
  • Kaime adı verilen ilk kağıt paralar, Abdülmecit devrinde 1839′da piyasaya sürüldü. O zamanlar bu paralara “Kaime-i buteber-i nakdiye” deniyordu. Osmanlı ilk sahte parayla 16. yüzyılda 2. Selim döneminde tanıştı. Bunlara “Kızık akçe” diyorlardı.
EN BÜYÜK TÜRBE: Hürel’in araştırmasına göre, İstanbul’un en büyük türbesi, Hatice Turhan Sultan Türbesi. Sirkeci’ye giden yol üzerinde bulunan türbe, 1663 yılında bitirildi. Kütlesi orta boyda bir cami gibi görünen türbe, aslen bir Rus olan ve Ünlü Kösem Sultan’a armağan olarak saraya getirilen Hatice Turhan adına yaptırıldı. Türbenin içinde çoğu minik sultan ve şehzadelere ait 44 sandukanın yanı sıra Osmanlı Padişahlarından “4. Mehmet, 2. Mustafa, 2. Ahmet, 1. Mahmut, 3. Osman ve 5. Murat”ın mezarları da bulunuyor.
4. MURAT’IN TAŞ TAHTI: Topkapı Sarayı’nın bahçesinde yer alan taş taht da İstanbul’un gizemli ve sevimli eserlerinden birisi. Topkapı Sarayı’nın bahçesindeki hekimbaşı kulesinin arkasına dayanan taş tahtın, bahçedeki oyun ve müsabakaları izlemek için Sultan 4. Murat’ın çocukluk yıllarında yaptırdığı sanılıyor. Kösem Sultan ile 1. Ahmet’in çocuğu olan ve 11 yaşında padişah olan 4. Murat’ın taş tahtı, çok yalın ve süssüz görüntüsü, oturma yerinin küçüklüğüyle dikkati çekiyor. Taş tahtın yaslanma yerinde sultanın gücünü anlatan bir kitabe bulunuyor.
700 YILDIR KULLANILAN KİLİSE: Fener’in tepelerinde bulunan Aziz Maria kilisesi ise İstanbul’da 700 yıldan fazla zamandır hala kilise olara kullanılan tek eser olma özelliğini taşıyor. Hürel’in araştırmasına göre, Bizans İmparatoru 8. Mikael Paleologos’un meşru olmayan kızı Maria Paleologina, daha önceden var olan bu kiliseye 1282′de son şeklini vermişti. Bu kilise o yıllarda henüz yirmi yıllık bir yapıydı ve 1261′deki işgalci Latinlerin İstanbul’dan kovulmalarından hemen sonra imparatorun amcası Isaacos Doukas tarafından yapılmıştı. Maria, “tüm kutsal tanrı anası” adına bağışladığı bu kilisede, kendi yaptırdığı manastıra kapanmış ve ömrünü burada tamamlamıştı.
125 SEBİL’DEN 30′U AYAKTA: Kitapta, İstanbul’un simgelerinden olan sebillerle ilgili olarak da ilginç bilgiler yer alıyor. Buna göre, ilki 1503′te 2. Beyazıt döneminde Eftalzade Seyyid Hamüdiddin Efendi adlı bir Şeyhülislam tarafından yaptırılan sebillerin sonuncusunu ise 1896′da Nermidil Kalfa yaptırdı. Sebil geleneğinin sürdüğü 400 yılda yaptırılan 125 sebilden sadece 30′unun ayakta olduğu belirlendi.
MİMAR SİNAN 98 YAŞINDA YAPMIŞTI: Nişancı semtinde bulunan Nişancı Mehmet Paşa Camii ise büyük usta Mimar Sinan’ın anıtsal nitelikteki güzel eserlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Nişancı semtinde Hasan Fehmi Paşa caddesi üzerinde bulunan camiyi, Sinan’ın ölümünden yaklaşık 1 yıl önce 98 yaşındayken yaptığı biliniyor. Bu semtin en görkemli anıtsal eserlerinden biri olan caminin, her yönüyle büyük ustanın estetik dolu çalışmalarını yansıttığı belirtiliyor.
BİZANS İMPARATORLARININ TRAJİK ÖLÜMLERİ
Kitapta, Bizans imparatorlarının kötü kaderlerine de yer veriliyor. Buna göre, 395-1453 yılları arasında hüküm süren 107 imparatordan sadece 34′ü ecelleriyle öldü. Bu imparatorlardan bazılarının trajik öyküleri şöyle:
  • 491 yılında hastalanarak komaya giren Zenon, öldüğü sanılarak hazırlanan lahtin içine konuldu. Mezarında dirilen Zenon, acı ve korku içinde kendini ısırarak parçalayarak öldü.
  • Phokas Aksaray’da 610 yılında bir kazanda yakılarak idam edildi.
  • 711 yılında 2. İustinianus idam edilirken, 820 yılında 5. Leon‘un, 969 yılında 2. Nikeperos‘un kafası kesildi.
  • Romanos Diogenes‘in 1072′de Kınalıada’da önce gözleri oyuldu, sonra da acı içinde ölüme gönderildi.
  • 1. Andronikos‘un ise elleri kesilip gözleri oyuldu. Saçı sakalı yolunup feci şekilde öldürülen 1. Andronikos’un cesedi ayaklarından bir ağaca asıldı.
  • 5. Aleksios ise Latin işgalciler tarafından 1204 yılında Beyazıt’taki anıt sütunun üstünden aşağı itilerek öldürüldü.

4 Ekim 2012 Perşembe

Hiç düşünmez misiniz?


“Tefekkür gibi bir ibadet yoktur”
(Taberanî, Mu’cem, II, 158; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, II, 36)
De ki: Kör ile gören eşit olur mu; / hiç düşünmez misiniz? / (En’am, 50)
Tefekkür; muammaları çözmek; karanlıkları aydınlatmak… Tefekkür bir savaş; nesiller adına, millet adına ve medeniyet adına…

Kutsala adanmış her tefekkür bir kutsal; kutsal dışı her düşünce piramitler boyu sfenksler arasında şuursuz debeleniş… Tefekkür entelektüel sancı, tefekkür sonsuz çile…
Tefekküre ”düşünmek, zihin yormak, fikir üretmek” diyor lügatler çelebi!.. ”Derin derin düşünmek” diyelim biz; ve düşünelim… Kalplerimizin anaforlarında serin yürüyüşlere çıkmak için düşünelim. Bir sedefkâr azmiyle, avuçlarımızdaki karanfilleri sıkarak; toprağa, bahçeye, tohuma ve çiçeğe dair düşünelim. İkindi sevdalarında bir devr-i daim huzuruyla derinleştirelim efkarımızı ve yüreklerimizin terekelerini zihinlerimizde tevarüs eyleyelim.

Çark-ı feleklerin en üst noktasından şehrayinler görebilmek adına yükseltelim idrakimizi ve tefekkür edelim. Çelebi, gel tefekkür edelim kar üzerine gül desenli rüyalar görebilmek için ve sırlar sırrına bir nebze erebilmek için. Azade teşrinlerde harb-i umumi anılarını düşünen bir ihtiyat zabiti nasıl düşünürse öyle… Ve kesik ritimli öksürüklerin mecalsizliğinde ince hastalıkların hummasını tecrübe edercesine… Taze sevdalar gibi püfür püfür hayaller, eski aşklar gibi sevinç sevinç rüyalar görürcesine…

Çelebi, rengi nedir tefekkürün ve sözcüklere nasıl bürünür kelam; düşün bir!.. Servilerde üveyikler ve sebillerde güvercinlerin ”Hu… Hu..”larına ahenk veren söz nedir; düşün bir!.. Neden en ziyade beyaz yakışır sevgilerde hasretin hep siyah düşer bahtına? Doku(n)duğumuz desenlerde neden hep bir Var vardır da, Var’dan öte hiçbir şey yoktur?!..

Çelebi, bütün dudaklarda alevlenerek dolaşan soruların esir iskeletlerindeki kafataslarında eriyip gitmeden, düşün bir!.. Aynalara kurşun sıkan parmakların göz-gez-arpacık istivasında tek ayak üstüne durdurulan mahkumlarca düşün. Küçük sonlu ile Büyük Sonsuz’un hiç sona ermeyecek münasebetini; ve iki kere ikiyi böğründen vuranların son trene tıktıkları yığınlarca çalıntı kaderi düşün. Düşün çelebi, eski yüzyıllardan bir kiraz bahçesinde akbabaların kanatlarından dökülen hışımların erittiği zamanı ve zaman ötesi boyutun haşmetini düşün… Son aydınlığıyla parlayan mumun ve son takatıyla kanat vuran kaknusun varlık mücadelesini düşün. Bir geminin vuslata ve hicrana bakan punt ellerinde yiten gençliği de, bir rıhtımın anılarda kaybolan karımışlığını da. Düşün çelebi, son haber: Allahualem!..

İnsanlığın acısını dindirmeyecekse her istifhamın batıl yüzüne vuran kan ve gül rengini kim ister? Bir bade eğer zihinleri sarhoş etmiyorsa esrimek ne işe yarar? Bir cümle eğer bir hikmet olmuyorsa işitmek kimin umurunda? Ve tefekkür, yalnızca can sıkıntısından kurtulmanın aracıysa Eflatun da olsa, Nietzsche de, kime ne bundan? Rahmanî değilse tefekkürün adı Gazzalî de olsa, Râzî de; bir vehimden öte ne ki hayat?

Çelebi, ”Tefekkür eden topluluklar için…” diye başlayan kelamlar adına ”umulur ki tefekkür eder”sin bütün kişi zamirlerini; ben, sen, o; biz, siz, onlar… Tefekküre seza ne varsa bürün(dür/ül)düğümüz. Sözcükler, kavramlar, terimler ve ıstılahlar… Birer birer tefekkür için küçük ve büyük âlem; yani ki insan ve evren… Yeri ve göğü düşün çelebi; ve ikisi arasındakileri…

Tefekkür ki düşüncenin asaleti, çağın şuurudur; çelebi, içinden bir dilek tut; yıldızlar kayıyor!..

Prof. Dr. İskender Pala

1 Ekim 2012 Pazartesi

asıl sermaye


Selçuklu Sultânı Rükneddîn, Hz. Mevlâna’ya beş kese altın gönderip almasını arzu etti. Talebelerinden Mecdüddîn, Hz. Mevlâna’ya altınları arz edince, Mevlâna (k.s); “Beni hakîkaten seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!” buyurdu.
Talebeleri bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. 
 
 
Hz. Mevlâna, talebelerine onların bu vaziyetlerini göstererek; 
“Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir. Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat edilecek nokta; hırs ve tamâh yapmadan kanaat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet, insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saadet, en büyük sermâye, helâlinden kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlak sâhibi olmaktır!” buyurdu.
alıntı