3 Ağustos 2010 Salı

KENDİMİZİ KEŞFETMEK

Her şey hemen gösterilseydi ardından görecek bir şey kalmazdı diyen Robert Bresson, aslında subjektif dünyamızın yansımalarına ilişkin belkide ipucunu veriyordu insanlığa.
Hepimiz bir seyir içinde kendi iç dünyamızla ister istemez yüzleşiyoruz. Hatta dışımızda cerayan eden hadiselerle ilgilenirken bile kendi hakikatimizi tanıma ve çözme meyline girmiş oluyoruz. İşte bu noktada işleyen bu süreci kendimizi tanıma yolunda gösterilen çabalar olarak tanımlayabiliriz.
Meseleleri çözmeye çalışırken karşımıza menfi veya müspet örneklerde çıkabilir. Nitekim her karşılaştığımız olayda anlama ve okuma çabamız artar. Olayları anladığımız yerde yeni bir örnekle karşı karşıya kalabiliriz de. Sürekli seyreden anlama çabası bize yeteneklerimizin yavaş yavaş ortaya çıkmasını sağlıyor nihayetinde. Olan biteni anladığımızda artık bir noktada meraklarımızın dozunun azaldığını hissederiz. Aslında anlamak diye birşey yok, anlamlandırılma var. Zira çocukluk süreci bu noktada meraklar zincirimizin bir serüveni. Merakımız sonucu birçok olayı yavaş yavaş çözüme kavuşturup olgunluk basamaklarına tırmanarak böylece anlam kazanırız. Hatta çocukluğumuz gizem ağı ile örülü, bir o kadarda safça meraklarla dolu dönemlerimizi kapsar.
Kendi cevherini arayan insan, kabiliyetlerini keşfederken acaba hayatı da keşfedebiliyor mu? Meraklarımız yeteneklerimizi ortaya çıkarabiliyor muyuz? Merak ilmin yarısıdır boşuna söylenilmemiş belki de. Belli ki kendimizin keşfi ile ilgili bir söz. Kendi keşfimiz hayatın keşfi aynı zamanda. Kazandığımız yetenekler kendimizi anlamaya yönelik çabaların ürünü olsa gerektir.
Biyolojik nizam incelendiğinde çevreden gelen bir mesajın vücut içerisinde ilgili merkezlerde analize tabii tutulduğunu, analiz işlemleri sonucunda gelen mesajlara rasgele cevaplar verilmediğini ve böylece bu nizam sayesinde canlılığımızın devamı sağlandığını müşahede ediyoruz. Hatta verilen cevapların amaca uygun bir şekilde gerçekleşip gerçekleşmediği bile kontrol edilip bedenimiz çeşitli yollar vasıtasıyla bu durumdan haberdar edilmektedir. Nasıl ki buzdolabının iç sıcaklığı -1 ile +1 arasında çeşitli kontrol mekanizmalarıyla dengede tutuluyorsa, biyolojik nizamımız da tıpkı buzdolabının işleyişine benzer bir ayar sistemiyle işletilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki biyolojik nizam sonsuz sayıda feed-back bağlantılarıyla kontrol edilerek denge sağlanmakta. Nitekim açlık durumunda vücut içerisinde birtakım mekanizmalar tarafından derhal kan şekerimizin düştüğü haberdar edilip yükselmesi için adrenal salgılanmasıyla birlikte kaslarda depo halde bulunan glikojenin serbest hale geçirilmesi cihetine gidilerek kandaki şekerin % 90–110 miligram arasında düzeyine çekilmesi gerçekleşir. Kan şeker seviyesinin düşmesin durumunda ise tam tersi bir işlem devreye girmesiyle birlikte bu seferde insülin salgısı sayesinde yine % 90–110 miligram seviyelerde tutulması adına kan şekerinin yükselmesi sağlanır. İşte insanda kan şekeri yükseldikçe düşüren, düştükçe yükselten biyolojik nizam dengesi bu olsa gerektir.
Hayata ait duyarsızlığımız sağlıklı bir kişiliğe ulaşmamızı engelliyor. Oysaki eskilerin sıkça söylediği trene bir hayvanın gözü ile bakmak var, birde derinlemesine. İşte derinlemesine bakmak eşyanın tabiatına vakıf olmayı sağlıyor, diğeri değil tabiî ki. O halde seyri âlem eylediğimiz dünyamızı yeniden süzgeçten geçirmek gerekir. Nihayetinde hepimiz insanız, ama gerçeklerden kaçıp olayları derinliğine inmekten imtina etmek nereye kadar devam edebilir ki? Vurdumduymazlıkla bir yere ulaşacağımızı sanıyorsak büyük bir yanılgı içerisindeyiz demektir. Üstelik duyarsızlığımız yüzünden etrafımızda ki cerayan eden olayları izlemede kendimizi aldatmanın eşiğine gittiğimizin farkında bile değiliz. Zaten bir gün farkına vardığımızda kendimizle yüzleşeceğimiz muhakkak.
Beşeriyetin içinde bulunduğu sancılardan biride hayatı yüzeysel gerçeklikle tanınmasıdır. Oysa gördüğümüz her şeyin bir iç dünyası var birde dış aynası. Bu noktada zahir (dış)-batın (iç) ilişkisi denen ikiliyi belki yerinden anlamlandırmak gerekliliği söz konusu. Tabiatıyla zahir-batın ikilemi içinde bulunmak çok kere çaba gerektirir. Sırf yüzeysel gerçeklerle oyalanmak bir bakıma kolaycılığa kaçmak gibi gözüküyor. Bu tutum insanın iç dünyasına inme ya da kendi keşfine müsaade etmeyen bir yaklaşımın bir yansıması. Şimdilik yüzeysel gerçeklerle hayatımızı idame ediyoruz sadece. İç âlemle yüzleşme sayıları azda olsa gönül sultanlarının gayretinde gözüküyor.
Çoğulcu bakışlı bakmak gerekiyor hem objeye hem de subjeye. Biçimleri yeniden ele alarak dış dünyamızda ki verilerle iç dünyamızın subjektevitesini yansıtabilecek semboller üretmeli. O halde ömrümüz tükenmeden yeni anlamlara zahir ve batini manalar yüklemeliyiz.
Anlamsızlığın girdabına düşmemek için tek yönlü çaba ve gayretlerden sıyrılmak gerekiyor. Hayatı okumada çok faktörlülük esastır nitekim.
İnsan iyiden iyiye düşündüğü zaman hayatın gerçekliğini kavrayabiliyor. Çalışıyoruz, para kazanıyoruz, dost ediniyoruz, iyi veya kötü günlere şahit oluyoruz. Yaşadığımız hayatta bigane kaldığımız birçok olayların perde arkasındaki anlamı; geçirdiğimiz seyrin bir oyalama, bir boş dolduruş olmaktan ibare olduğudur. Sonra aklımızı başımıza alıp bir gün bütün bunların muhasebesini yaptığımızda mana’ya ulaşacağımız anbean gerçekleşebilirde.
Kâinatı okuyamama ve sırf görüntülerle baş başa kalmak; manadan uzak yaşamak demektir. Kendi varlığımız, içimizde doğduğumuz âlem ve değerlerimize ilgisizlik kimlik bunalımını doğuruyor çünkü. Kimlik sahibi olmak için çatlatıcı bir gayret ve hak edici bir çaba gerekiyor. Sürekli sorulan sorularla cevapları bulabilir, hatta bir yerlere doğru gidilebilir ve gittiğimiz yerde anlam üretimine geçebiliriz de. Yeter ki tefekkürün hakkı verilebilsin.
Kâinatta her şey bir sebebe bağlanmış, zahir ve batın denilen döngü tesadüfe yer verilmeyecek tarzda dizayn edilmiş. Yaratılan her şeyin birbiri ile ilişkisi var. Evrende meydana gelen varoluş birbirini tamamlıyor. Fotosentez olayında güneş, bitki, su, oksijen ve glukoz bir bütünlük arzediyor. Bunlardan birini cımbızla çekseniz fotosentez olayı gerçekleşmez. O halde kâinatta her şey birbirine muhtaç diyebiliriz. İnsan- hayvan- bitki iç içe geçmiş hepsinin bir diğeriyle ilişkisi mevcut. Bu yüzden bilge insanlar hayat yardımlaşmadır demiş.
Eşyanın dilini anlamak için analitik çaba gerekiyor. Her şey, eşyayı nasıl okuduğumuza bağlı, ya da nasıl baktığımıza. Analitik bakmasını bilen görmesini de bilir. Hayatı okuma biçimimiz, ürettiklerimize de doğrudan doğruya yansıyor. Dünyamızda zengin bir malzeme var, fakat bu malzemeleri kullanacak beyinler hiç denecek kadar az. O halde hayatı okuyabilecek iradeyi oluşturmamız şart gibi.
İnsan bir araştıra dursun sonun da kendisinde bir takım melekelerin kesbettiğine şahit olacak ve kendisini tanımaya başlayacaktır. İnsanda her şey var, fakat o kapıları açmak her yiğidin harcı değil, yani her insan açamıyor. Bu hal binlerce kişiden belki bir kişiye verilmiş. Etrafımızda olup bitenler bizlere birtakım işaretler veriyor ama alıcılarımız zayıf malesef. Bütün mesele bize gelen bu mesajları okuyup okuyamamakta düğümlü.
Dış dünyamızdan iç dünyamıza giden yolda kaç gözümüz var sorusunu kendimize hiç sorduk mu acaba? Ehl-i tasavvuf erbabı dış gözün haricinde kalp gözü de var diyor. Kalp gözümüz var mı? Ya da kalp ehli ile bağımız var mı?
Ferasetimiz var veya yok, hiç olmazsa gören gözleri gördüysek o zaman varız demektir. Derler ya veliyi görende veliden sayılır onun gibi bir şey.
Temel konu insandır. İnsanın gözüken (zahir) yapısı madde ile ilintili olup gözükmeyen (batini) halleri ise göğsünde âlemi emirle bağlantılı letaiflerle ilişkili. Allah Resulü bu anlamda; ‘Benim göğsüme Allah-ü Teala ne yükledi ise ondan Ebubekir’in göğsüne de aktarıldı’ beyanıyla insan denen varlığın büyük bir âlem olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Hal ehlinden uzak kalmamız ve kendimizi keşfetmemizi geciktiriyor. Yunus Tabduk ile keşfetti kendini, Mevlana’da Şems-i Tebrizle. Demek oluyor ki günü birlik yaşamakla zahir-batin ilişkisini idrak edemeyiz. Yunus bu yüzden alaylı bir üslupla yalan dünyanın anlık ritmine ‘Var birazda sen oyalan’ demiştir.
İnsan olarak çaresizliğimizi gidermek için zahir (dış) ve batini (iç) yönümüzün uyumlu hale getirmeliyiz. Bunalımdan çıkış yolu iç ve dışta bütünlüğü yakalamaya bağlı. İşte bu noktada tasavvuf devreye giriyor. Tasavvuf İslamın ruhudur, yani iç gözüdür. Tasavvufun dünyaya, insana ve Allah’a bakışı hep bu gözledir. Habib-i Kibriya Efendimizin; ‘Müminin ferasetinden sakının’ beyanı iç gözle ilgilidir. Tasavvufi terbiye insana farklı boyut kazandırıyor çünkü.
İmam-ı Gazali bile tasavvufa girdikten sonra bakış açısı değişiyor ve Allah’a ulaşmada bizatihi bir gönlün içine girmekle mümkün olacağını tasavvufla buluştuktan sonra anlayabilmiştir.
Zikir (Allah’ı anmak) ve fikrin bir araya gelmesiyle ruhun kemalata eriştiğini tasavvuf terbiyesiyle idrak edebiliyoruz ancak. Bütün mürşid-i kâmiller (Allah dostları) tasavvufun bağ ve bahçelerinde yetişmişler. İslam coğrafyasının ab-ı hayat bulmasında gönül erenlerinin büyük rolü olduğu inkâr edilemez. Onların baharlar açan tebessümleri ile gönlün dirilişe geçmesine vesile oluyorlar.
Velhasıl bir arifin;
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır, dizeleri kendimizi keşfetmeye çağrıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...