30 Eylül 2010 Perşembe

Sen bu dünyayı ne sandın?

Sen bu dünyayı ne sandın?











Mevlânâ Hazretleri birgün müridleriyle gezmekteyken birbirleriyle oynaşan köpek yavruları görürler. Bu sıcak kaynaşmadan etkilenen müridi hocasına:


- Hocam ne güzel kardeş kardeş oynuyorlar. İnsanlar hiç olmasa kardeşliği bunlardan öğrenmeli, der.


Mevlânâ bu ham düşünceye şu olgun cevâbı verir:


- Aralarına bir kemik at, kardeşliği o zaman görürsün.










''Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir...'' (Hadîd sûresi, 20. âyet)


''... Takva sahibi olanlar için, Âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?'' (En'am sûresi, 32. âyet)

BÜTÜN YOLLARIN KESİŞTİĞİ NOKTA İLAHİ HUZURDUR



Yollar uzun yollar ince elbet. Dolayısıyla çeşitli sebeplerle yola çıkılır; kimi ilim, kimi filim, kimi dost, kimi ticaret, kimi maç vs. için kafileler yollara dizilir. Hülasa-ı kelam insanoğlu dünden bugüne ve kıyamete kadar turlayacak, bu kaçınılmaz da. Peki, bu turların sonu nereye varacak? Cevabı elbette ki çok basit... Bakın Kur’anü’l Mucizü’l Beyan ne diyor:


—Hepiniz Allah’tan geldiniz Allah’a döneceksiniz buyurmakta.


İşte bütün yolların kesiştiği nokta İlahi huzurdur. Mahkemi-i Kübrada tek geçerli berat olacak kurtuluş akçemiz iman, kalb-i selim ve güzel ahlaktır.


İnsanoğlu bu dünyada elbette dolaşıp turlayacak, amma velâkin başıboş dolaşmayacak. Zira dolu başakların başı eğik, dolu olmayanların başı diktir fakat içi boştur. O halde gelin hep birlikte yeryüzü gemisinde tevazu ile gururlanmadan seyahat edelim. Hatta kendi kendimize; ‘Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var’ diyelim. Nitekim dolu dolu veya doyasıya diye nitelendirilen yolculuklar şunlar:


—İlim öğrenmeğe yönelik yolculuk,


—Sıla-i rahim,


—Dost ziyareti,


—Hac yolculuğu,


—Cihad yolculuğu (Allah Resulü; Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihattır buyurdu.),


— Hizmet yolculuğu,


—Sağlık veya tedavi olmak için çıkılan yolculuk,


—Helal rızk için yapılan ticaret yolculuğu,


—Tefekkür veya ibret için yolculuk vs.


Bütün bunlara ilave edilmesi gereken şüphesiz en iyi seyahat bir Allah dostunu ziyaret için yapılan yolculuktur.


Allah Resulü (s.a.v); “Din kardeşini Rıza-i Bari için ziyaret eden cennetliktir” buyuruyor.


Bir kardeşini ziyarete gidene kimsenin yoluna Allah meleklerden bir bekçi koyar. Melek


Adama:


—Nereye böyle diye sorar.


Adam:


—Kardeşimi ziyarete gidiyorum der.


Melek:


—O senin yakının olduğu için mi?


Adam:


—Hayır der.


Melek;


—Yoksa bir dünyalık menfaatin mi var?


Adam:


—Hayır. Ben onu Allah rızası için ziyaretine gidiyorum deyince


Melek:


—Allah sana mübarek etsin. Sana, senin o adamı sevdiğin gibi Allah’ın da seni sevdiğine haber vermeye geldim der (Hadis).


Kamil mürşide zahiren yolculuk hoş olduğu gibi, manende kalbindeki nur ve feraset ilmine ulaşmak için gönlüne seyr-ü sefer eylemekte gerekir. Çünkü ilimlerin en üstünü marifetullah (Allah’ı tanıma) ilmidir.


Habir b. Abdullah (r.anh) bir hadisi şerifi işitmek için bir aylık yolculuk yapmış, işte gerçek yolculuk bu. İlim uğruna göze alınan seyahatin, en güzel ihlâs ve samimiyet örneği olduğunu bilmekte fayda var. Resul-i Ekrem (s.a.v) bu yüzden; “Kim kırk gün Allah için ihlâsla amel ederse kalbinden diline doğru hikmet pınarları fışkırır” buyurmuşlardır.






YOLLAR AYNI ZAMANDA İRŞADA VESİLEDİR






Tekkeler marifetullah ilminin tahsil edildiği mekânlardır. Bundan dolayı dünden bugüne dilden dile Tekkeyi bekleyen çorbayı içer denilmiş.


Mevlana Halid Zülcenehayn Musul’da doğup ve büyüdü. O aynı zamanda Irak’taki Süleymaniye medresesinin müderrisi idi. Ancak sürekli kalbinde birşeylerin eksik olduğunu hissediyordu, ledünni ilme hevesi artmaya başladıkça kendi kendine yola çıkmaya karar verdi, hatta uzaklara gidip ruhunun enginliğindeki susuzluğu giderecek kaynak aramaya koyuldu. İlk evvela Mescid-i Nebeviyi ziyaret için yola koyuldu, derken yolda Şam’a da uğradı ve bir Kadiri Şeyhinden icazet aldı. Ardından o kutsal topraklarda Yemenli bir salih zatla karşılaştı, ne oluyorsa o anda oluyor, huzurunda manen etkilenince kendisinden irşat etmesini talep etti. Yemenli Zat O’na şöyle nasihatta bulundu:


—Mekke’ye var Kâbe’yi ziyaret et, fakat orda mantığına ters gelen durumlarla karşılaştığın zaman sakın ola ki itiraz etmeyesin dedi. Mevlana Halid Zülcenaheyn peki deyip Mescid-i Haram’a geldi, tavafını ve namazını eda ettikten sonra sırtı Kâbe’ye dönük elinde Delail’ül Hayrat okuyan bir adam gördü taaccübüne gitti ve kendi kendine;


—Ya hu! Bu adam nasıl olurda arkasını Kâbe’ye doğru edebe mugayir olarak oturabilir diye düşündüğünde, biranda göz göze geldiler. Adam der ki:


—Sen Allah katında mü’minin kalbini Kâbe’den üstün olduğunu bilmiyor musun? Hem sen ne çabuk Medine’de sana tembih edilen nasihati biranda unuttun deyince Mevlana Halid dizinin önüne çöküp eline sarıldı, kalbindeki ateşin dindirilmesini istedi.


O zat, ya da bir Allah adamı veya bir meczup:


—Senin irşadın bu diyarda değil Hindistan’da. Bekle ta ki oradan işaret gelince oraya yolculuk yap, irşad ediciyi orada ara dedi. Mevlana Halid Hac vazifesini bitirince Şam’a dönüp Muhammed Derviş Azimabadi Hz.leri ile görüştü. O’da tıpkı Beytullah’daki meczub gibi Hindistan’ı işaret etti (Abdullah Dehlevi Hz.lerini), burdan tekrar Süleymaniye’ye gelerek tekrar ders okutmaya devam etti. Ders okutuyor, ama bir yandanda Hindistan’dan gelecek haber beklentisi ile içi alev alev yanıyordu. Nihayet Abdullah Dehlevi Hz.leri bir sofisi vasıtasıyla o’nu çağırdı. Derken ver elini Hindistan’a. Yine yollara revan oldu, aşkı yüreğinde hissedince yol kısalır elbet. Nitekim Hindistan’a yaklaştıkça heyacanı büsbütün arttı. O’nu görünce intisap etti. İlk iş tuvalet temizliği ve diğer dergâhın hizmetleri... Dile kolay yedi sene dergâhın su işlerini, yedi senede tuvalet temizliği yaptı. Abdullah Dehlevi Hz.leri pencereden avlusuya baktığında Mevlana Halid’in işlerini Meleklerin gördüğünü görünce çağırır:


— Evlat! Allah sana mübarek etsin, gurur ve kibiri ayakların altına aldın, işini melekler görür oldu der ve atın üzengisinden tutar artık irşad et diye yola uğurlar. Gerçektende nefsin kibrini kıracak hizmetlerde piştikten sonra, çift kanatlı anlamında Zülcenaheyn oldu. Önceden tek kanatlı idi, şimdi ise çift kanatlıdır. Üstelik beş tarikatı aliyye’den halifelik icazeti aldı ve mürşidin izniyle Süleymaniye’ye geri döndü ve irşat kutbu oldu. Mevlana Halid dörtyüz halife yetiştirdi. İçlerinden üç tanesi itiraz ettiklerinden dergâhtan tard edildiler. Tard edilenler meğer akşam namazından sonra tesbihat sırasında; ‘Allahümme ecirnaminennar’ derken eller aşağıya indirilmesi gerekirken yukarıya kaldırırlarmış. Tabiî ki bu durumda ikaz edilirler, fakat itirazlarını devam ettirirler. Bir gün Abdullah Dehlevi Hz.lerine afları için iltica ederler. Abdullah Dehlevi Hz.leri derki;


—Vallahi benim yanımda bir şey kalmadı, Mevlana Halid bütün nispeti alıp götürdü, siz buraya boşuna geldiniz, bende bir şey kalmadı der.






YOLLARDA KIBLE TAYİNİ






Yolculukta en önemli hususlardan biride konaklayacağımız yerlerde kıble tayinidir. Mola verdiğimiz yerde mihrab varsa kıble araştırmasına gerek yoktur. Şu bir temel kaidedir; Kıble tayininde bir bilene sormak araştırmaktan önceliklidir. Güvenilir olmayan kimselere kıble sorulmaz çünkü. Bilindiği üzere güvenilir olmayanlar:


—Fasık,


—Çocuk,


—Kâfir vs.’dir.


Güvenilir birini bulamayanlar ise şu delillere başvurur:


—Çobanyıldızı,


—Güneş,


—Kutup yıldızı,


—Doğudan esen rüzgâr,


—Batıdan esen rüzgâr vs. Malum olduğu üzere bu delillerden en zayıf delil rüzgâr, en kuvvetlisi ise kutup yıldızıdır. Kutup yıldızı yedi küçük yıldızdan ibaret olup yön tayininde bölgelere göre değişir. Nasıl ki hilal oruç tutmada bir mihenk taşı ise, kutup yıldızı da namaz için bir göstergedir. Allahü Teala; Yıldızları da onlarla yol bulasınız diye halk ettim buyuruyor. Demek ki; yıldız pusula görevi yapıyor adeta. Bir kimse soracak adam bulamayıp araştırmasına dayalı namaz kılarda, kıbleye isabet etmediği sonradan anlaşılınca kıldığı namaz caizdir ve iadesine gerek yoktur. Çünkü Hz. Ali (k.v); “Araştıranın kıblesi niyet ettiği yöndür” buyuruyor. Ancak bir kimse soracak kişi olduğu halde, araştırmasına göre kılıp da isabet etmezse namaz sahih değildir. Kıbleyi sormada yerli halktan olması şarttır. Bir kimse araştırmaksızın kıbleye isabet etse de namaz caiz değildir, nedeni araştırma farzını terk etmiş olmasından dolayıdır. Kişi; güneş, ay, yıldız ve emsali delilleri bilmemek hususunda mazur sayılamaz, ama astronomi ilminin tüm inceliklerine vakıf olmak şart değildir. Bu konularda aciz olanın kıblesi gücü yettiği kadar olan yönüdür. Namazda rey’i, yani görüşü değişen bir kimse aklının kestiği tarafa derhal dönmeli, eğer Namazda rey’i değişip aklının kestiği tarafa dönmesi gerekirken dönmeyip bir rükün eda edecek kadar durduktan sonra dönerse namaz bozulur. Normal durumlarda bir kimse özrü yoksa bile namazda göğsünü kıbleden çevirse namaz bozulur, sadece yüzünü çevirirse kıbleye dönmesi yeterlidir. Yolculukta kendi aralarında kıble hususunda ihtilafa düşerlerse namazlarını ferdi kılarlar. Aslolunan namazda Kâbe’nin bir parçasına ve gökyüzündeki boşluğuna isabet ettirmektir. Kâbe yönü pusula ile de tespit edilebilir.


Yolculuk esnasında zaruret bulunmadıkça yürür halde veya binek (araba) üzerinde farz ve vacip namazlar kılınamaz. Fakat yerde duran arabanın şekli bir sedir ve tahta gibi düz, yani namaz kılmaya müsait tarzda ise kılınabilir. Yine farz namazı bir özür sebebiyle hayvan üzerinde (günümüzde ulaşım vasıtaları) gücü yettiği tarafa yönelerek kılınabilir. Bir kimse hastalığından dolayı kendisine yardım edecek kimse yoksa gücü nispetinde kıbleye yönelip namazını kılabilir. Farz olan bir namazı yer çamurlu ise hayvanı (arabasını) durdurup kıbleye dönerek hayvan (arabası düz tahta şeklinde ise) üzerinde namaz kılmak caizdir. O halde bir kimse özürsüz şehir dışında yani yolculukta binek üzerinde istediği istikamette nafile namaz kılabilir.


YOLLARDA İBADET DURUMLARI


Yolculuk diye namazı terketmemeli. Çünkü namaz vuslata yolculuktur. Sahabe-i Kiram cephede çarpışırken bile namazı ve cemaatı terk etmemişler. Zira bBir grup sahabe düşmanla çarpışırken saf tutup namaz kılıyor, sonra geri çekilip tekrardan düşmanla çarpışıyor ve daha sonra da ateş hattında bulunan diğer gurup gelip namaza duruyordu.


Yollar üzerinde hanlar, hamamlar, kervansaraylar, eğlence mekânları, mabetler (camii, kiliseler) vs. mevcut. Her an her durumda tavır almamız gereken kaideleri bilmezsek yolculuğumuz murad edilen şeyin dışına taşabilir. Mesela bir Müslüman’ın Havra, ya da Kilise’ye girmemesi gerektiğini bilmesi gerekir, mabede girme hakkı olmadığı yönünden değil tabiî ki, şeytanların toplandığı yer bakımdan, hem de resim ve heykellerle donatıldığından dolayıdır. Yine yol güzergâhları meyhanelerden arındırılmış değil elbette ki, bu yüzden meyhanede kılınan namaz mekruh olduğunu bilmeli. Nitekim enstrümantal müzik, çalgı sesleri zihinsel meşgul ettiği gibi rahmani olmayan ortam da söz konusudur.


Eskiden bineklerimiz deve türü hayvanlardı. Rasulüllah (s.a.v) bu yüzden; Develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayın. Çünkü develer şeytandandır buyurdu. Koyun ağılların sorduklarında da cevaben; Oralarda namaz kılın, zira onlar bereketten yaratılmışlardır (Müslim) buyurdular. Develerin şeytanlardan diye telaffuz edilmesinin anlamı şeytana benzer sıfatta ürkek ve eziyetçi özelliği sahip olmalarındandır. Ki; namaz kılan kimse onların ürkerek namazını bozduracağından emin olamaz, aklı hep meşgul eder, bu yüzden develer koyunlardan bu yönleriyle ayrılır. Dolayısıyla hadis-i şerif gereği onların çöktüğü yerde namaz kılmak mekruhtur. Sadece develerin temiz olan ağıllarında namaz kılmak mekruh değildir. Fakat hayvanların boğazlandığı mezbaha türü yerlerde de kılmak mekruhtur.


Yollarda da temizliğe riayet şart, çünkü yollar pisliklerden ve idrardan hali değildir. Bu yüzden yolun üst ve alt kısmında namaz kılmayı mekruh saymışlar âlimlerimiz. Nitekim çöplüklerde genelde yol üzerinde bulunurlar ve karasineklerin barındığı yerlerdir buralar. Dolayısıyla bu gibi alanlarda temiz yaygı sermeksizin namaz kılınırsa mekruhtur.


Yol da konakladığımızda ihtiyacımızı gidermek için tuvalete ister istemez girmek zorundayız. Dolayısıyla tuvaletin kapısında ve yerinde namaz kılmamalı. Çünkü dinimiz tuvalette Allah’ı zikretmeyi men edince, haliyle burada namaz kılmanın yasaklanması daha kuvvetli muhtemel olsa gerektir.


Değirmende gürültü zihni meşgul edip huşumuzu bozacağından namaz kılınması mekruhtur. Yolculuğumuz süresinde gasp edilmiş araziyede denk gelebiliriz. Neyse ki gasp edilmiş yerde kılmaya müsaade var. Çünkü yasak namazın kendisine ait değildir, anlaşılan kılınan namaz kerih olmakla birlikte namazın sahihliğini ortadan kaldırmıyor. Zira gasp edilen yere konulmuş mescidde namaz kılmakta sahihtir. Sadece başkasına ait olan yerde sahibinin rızası olmaksızın kılınan namaz mekruhtur. Bir görüşe göre de eğer yer ekilmemişse ve Müslüman’a aitse kerahet yoktur, gayri müslime aitse gayri müslimin rızalığı olmayacağı malum, onun için caiz değildir.


Konaklayacağımız yerlerde banyo ihtiyacımız söz konusu olabilir. O halde dikkat etmemiz gereken hamamların şeytanların sığındığı ve avret yerlerinin açılma ihtimalinin bulunduğu, kullanılmış suların döküldüğü yerler olmasıdır, dolayısıyla buralarda da namaz kılmak mekruhtur. Ancak hamamda namaz için hazırlanmış bir bölüm varsa kılmakda mahzur yoktur. Sadece hamam mı? Elbette ki hayır, evimizdeki banyolarda da namaz kılmak mekruhtur, bu böyle biline.


Yol üzerinde yer yer kabristanlardan geçeriz, hatta türbe yerlerini ziyaret ederiz. Kabir ziyaretine gittiğimizde kabirde yatanların yerine kendimizi koyarak davranalım ki gönlümüz yumuşasın, vücut iklimimizde değişiklik gerçekleşebilsin. Kabir namaz kılanın önünde olursa namaz kılmak mekruhtur.


Müslümanlar Hac yolculuğunda Kâbe’ye yüzünü sürmek için can atarlar, fakat dikkat gerektiren bir husus da; Kâbe’nin üzerinde kılmanın saygısızlık ve mekruh olduğunu bilmektir. Fakat Kâbe’nin içinde, önünde, arkasında kılmak caizdir. Kâbe’nin içi de cemaatlada olsa namaz sahihtir. Kâbe’nin içinde namaz kılanın, Makam-ı İbrahim arkasında ve tavaf yerlerinin etrafında kılanların önlerinden geçmesi yasak değildir. Çünkü tavaf namaz gibidir zaten, sanki önünde namazların safları varmış gibi olur. Mekke’de yaşayanlar için Kâbe’nin herhangi bir tarafına yönelerek namaz kılarlar, onun için Kâbe’nin aynına isabet şarttır. Mekke’nin dışında aynına isabet şart değildir. Doğu ile batı arası bütününe şamil sayıldığından doğu ile batı arası kıble sayılır. Kâbe bir binadan ibarettir. Kâbe yıkılsa namaz kılmayacakmıyız, elbette kılacağız. Çünkü Kâbe yedi kat yerden Arş-ı A’la’ya kadardır. Bir kimse yüksek dağların tepesinde ve derin kuyularda namaz kılsa caizdir. Demek ki Kâbe’den maksat binanın yeridir.


Yola çıkmadan iki rekât yolculuk namazı kılmalı, hatta ilk rekâtta fatihadan sonra Kafirun ve ihlâs surelerini okunması müstehap olup namazın ardından yolun şerrinden korunmak için dua ve niyazda bulunulmalı. Aynı zamanda Ayetel kürsi, Kureyş surelerini, sabah akşamda üçer defa İhlâs, Felak ve Nas surelerini ihmal etmemeli. Yine yola çıkmadan önce sünneti seniyye gereği önce kalp sükûnetini yakalamalı, makas, iğne iplik, ayna, tarak, tırnak makası, misvak vs. gibi her an gerekli malzemeleri ve teyemmüm için kiremit, tuğla cinsinden maddelerde yanımızda bulundurmalıdır. Hatta çoluk çocuğun nafakasını temin etmeli, anne ve babanın gönüllerini hoş etmeli, fakirlere de imkânlar ölçüsünce sadaka vermeli. Çünkü Yüce Peygamberimiz; “Bir sadaka yetmiş belayı def eder” buyurmuş. Aynı zamanda vedalaşırken aile efradını Allah’a emanet etmeli, yani Allah’a emanet olun demeli. Nitekim Hz. Ömer’in yanına çocuğu ile birlikte bir adam gelir, bir anda Hz. Ömer’in dikkatini çeker der ki;


—Ne kadarda birbirinize benziyorsunuz


Adam:


—Ey Müminlerin Emiri! Sana bu çocuğun durumunu müsaadenizle anlatmak istiyorum deyince, Müminlerin Emiri anlatmasına izin verir ve sözlerine şöyle devam eder; Bu çocuk ben yolculuğa çıkarken annesinin karnında idi. Vedalaşma aşamasında annesi bana:


—Beni hamile haldemi bırakıp gidiyorsun demişti. Bende:


—Karnındaki çocuğu Allah’a emanet ediyorum, yani Allah’a ısmarladık deyip ayrıldım oradan. Geldiğimde eşim ölmüştü, yakınlarımla konuşurken az ötede kabrin üzerinde bir ateşin parladığını görünce sordum:


—Bu ateş neyin nesi diye


Dediler ki:


—Bu senin ölen hanımının mezarında hergün gödüğümüz ateş dediler.


O zaman onlara:


—Ama benim eşimin ibadetlerinde geri durmazdı, iyi bir kadındı dedim ve ardından merakımı yenmek için elime kazmayı alıp mezarı eştiğimde bir de ne göreyim içinde bir ışık yanıyor ve çocuk da orada yuvarlanıp duruyor. O esnada gaibten bir ses bana:


—Bu senin bize emanet ettiğin çocuk, eğer annesinide bize emaet etmiş olsaydın onu da sağ salim bulurdun. İşte Allah’a emanet budur. Nitekim Resulü Ekrem Cübeyr b. Mutim’e:


—Ey Cübeyre! Bir yolculuğa çıktığın zaman en bereketli kimse olmak ister misin, deyince,


—Elbette Ya Rasulullah! Dedi. Bunun üzerine Rasulü Ekrem şöyle dedi:


— O halde şu beş sureyi oku, bunlar kafirun, İzacae, Nasrullah, İhlâs, Felak ve Nas sureleridir. Her sureye besmele ile başla besmele ile bitir diye buyurdu.


Yolculuğa çıkarken kime borçlandıysan şayet borcun vakti geldiyse ödeyip yola çıkmalı, helal para ile yola çıkmak esastır çünkü.


Yola çıkmadan önce kimseye yük olmamak için yol azığı edinmeli, bu arada yolda arkadaşlarına ikramda bulunmayı da esirgememeli. Hakeza yine arazide konakladıysanız topluca yemeli, lokantada iseniz ferdi yemekte sakıncası yoktur. Bütün bunlara ilave edebileceğimiz en büyük azık hiç şüphesiz edep ve zikir azığıdır, birde iyi bir arkadaş seçimidir.


Tek başına yolculuk yasaktır, çünkü tek başına yolculuk yapan avlanır. Zira şeytan daha çok tek başına yolculuk yapanı gafil avlamada mahirdir. Tavsiye olanı en az dört kişilik gurupla yola çıkma hükmüdür. Dolayısıyla yolculukta seni yüzüstü bırakacak olanla sakın yola çıkma. Hepsinden önemlisi de yolda fitne çıkarandan uzak durmaktır. Yolculukta iki kişide olsanız birininizi başkan seçin prensibinden hareketle Kur’anı en iyi bilen, eli açık ve en merhametli gibi özelliklere haiz başkan seçmeli. Allah Rasulü; “Allah katında arkadaşların en hayırlısı akadaşları için en hayırlı olanıdır” buyuruyor. Bir insanı tanımak için üç şeyi yapmak yeterli demişler:


—Komşuluk yap,


—Yolculuk yap,


—Ticaret yap.


Velhasıl; yol meşakkatir, ne kadar meşakkat o kadar ecir. Bundan dolayıdır ki; Ya Hacı sabır demişler. Zira Hac yolculuğu da çile ile dolu.


Vesselam.


alıntı


29 Eylül 2010 Çarşamba

HÜRRİYETİN İLK KAPISI: TÖVBE



Tevbe, her kötülüğün kapatılmasına, her iyiliğin açılmasına vesile olan etkili bir manevi silahtır. Aynı zamanda mutlak hürriyete giden yolda birinci basamaktır.


Her hayrın başlangıcında ve sonunda tevbe etmek sünnettir. İnsan hayır işlerken dahi tevbe etmesi, doğabilecek kötülüklere engel olmak içindir. Yine yapılan iyi amellerin sonunda da tevbe etmek, kendi gururunun önüne geçmek, kulun Allah huzurunda layıkıyla ibadet edemedim kaygısının ifadesi olsa gerektir. Bütün günahlardan nedamet duyma duygusu insanı tevbeye ve hürriyete götürür, bu böyle biline.


İnsan, günah ve sevap karşısında iki kutbun etkisinden kurtulamaz. Bunlardan birincisi hayra teşvik eden melek, ikincisi ise şerri teşvik eden şeytan söz konusudur. Melekler cemal sıfatlarına, şeytanlar celâl sıfatlarına haizdirler. İnsan hem cemal hem de celâl sıfatına sahip. Bundan dolayı insanın celal yönü ağır basarsa günahla iç içe olur. Eğer cemal yönü çoğunlukta ise sevabla ünsiyyet bulur. Dahası kötülükler insanın ruhunu esir alan kuvvetlerdir. İyilikler ise ruha hürriyet kazandırır.


Hazreti Adem (a.s.)'da hem cemal hem celâl sıfatı kodlanmıştı. Bu iki sıfat Habil'de merhameti ve iyiliği, Kabil'de ise kini, nefreti, gazabı meydana getirdi. Yani cemal Habil'de, celâl Kabil'de zuhur etti. Kabil hürriyetsizliğin, Habil ise hürriyetin sembolidir. İnsan dünyaya gelir gelmez, şeytan ona dokunur. Dolayısıyla dünyaya gelen çocuğun bağırması bundandır. Hatta çocuklardaki acelecilik, heyecan, hafiflik ve usluluk da bu sebepledir. Hz. Mevlana şöyle der: ''İnsan ruhunu iki emdiren kuvvet var; biri melektir, diğeri de şeytandır.'' Gerçekten de ruhumuzun aydınlanmasına yardımcı olan meleki kuvvetle, ruhu esir eden şeytanı kuvvetin rolü çok farklı.


Melekler günahsız, masum, erkek ve dişiliği olmayan, bundanda öte her birinin kendine özgü ayrı ayrı vazifeleri olan mahlûklardır. Yani Melekler hep masum, şeytanlar ise asidirler. Tabir caizse insanlar da hem nur hem de nar (ateş) taneleridir. Bu yüzden insan nar ile nur arasında sürekli mekik dokumaktadır. Zira insanın iç dünyasına hayrı emreden ‘Levvame ve mutmainne kuvveti’, şerri emreden de 'Nefsi emmare kuvveti' mevcuttur. Dolayısıyla helaller ve haramlar bu sıfatlardan zuhur etmektedir. Nefsi emmare, sürekli kötülüğü teşvik eden nefistir. Nefsi levvame de ise bazen kalbe itaat halleri, bazen de kalbe itaatsizlik halleri görülür. Bu hallerin bir adım ötesine sıçrayıp kötülüğe karşı yenik düşmemeyi başaran insan, biranda ‘Nefsi mutmainne’ mertebesine terfi ederek kalbi huzura ermiş pozisyona ulaşabilir pekâlâ. Demek ki; İnsanoğlu, sürekli sevaplarla iştigal ederek nefsine çeki düzen verebiliyor, yeter ki azmini yitirmesin. Böylece uzun süren nefsi islah mücadelesi sonucunda nefsin esaretinden kurtulup, iç dünyasında Sultanı Ruhu galip kılacak gücü harekete geçirmesi sonucunda hürriyetini ilan etmiş olur.


İnsana yücelik kazandıran sadece akıl sahibi olması değil, ona asıl değer katan içindeki kötülüğü emreden nefsi emmare kuvvetine rağmen Allah'a kulluk etmesidir. Meleklerde nefis olmadığı için sürekli itaat halindedirler. O halde ruh dünyamızı özgürlüğe kavuşturmak için:


''1- Allahın dostluğunu kazanmış insandan istifade etmek,


2- Salih amel işlemek,


3- Allah’ı zikretmek'' gerekiyor.


Günah arzusunun kalbe gelmesine sebep ise:


“1- Cehalet,


2- Nasıl olsa günahım görülmez” gibi sapık inanca kapılmaktır.


Kul, iki dere arasında kendine yön vermeye çalışmaktadır. İnsan, tercihini günah istikametinde yoğunlaştırırsa şeytanın hâkimiyeti dairesine, tercihini helal dairesinde kullanırsa meleklerin kontrolü altına girmiş demektir. Anlaşılan odur ki; aklın yardımcısı melek, nefsin yardımcısı şeytandır. Aklın da zaten iki öğesi var; biri adalet diğeri de hürriyettir. Hakeza islah edilmemiş nefiste ise zulüm ve esaret denilen iki unsur mevcuttur.


İnsan'ın aslı cevherdir. İnsan ölümünden sonra cesedi madde âlemine, ruhu mana âlemine rücu eder. Madde yönüyle ''bayağılığa'', ruhu itibarıyla da 'yüceliğe' meyil arzeder.


İnsan dünyada iken şu üç unsura dikkat etmesi gerekiyor:


1- Şeytana muhalefet,


2- Nefsin istek ve arzularından uzak kalmaya,


3- Kötü arkadaşlardan uzak durmaya.


Bu üç emniyet mekanizmasını şiar edinen her kimse, kolay kolay günah işleyemez. Nasıl ki, sevaba giden yolda sebeplere başvurmak varsa, günaha giden yolda da şeytan, nefis ve kötü arkadaş edinmek gibi faktörler söz konusudur. Yani hürriyetle hürriyetsizlik arasındaki vasıtaları iyi seçmek lazım.


Beşer olmamız itibarıyla, günah işleyebiliyoruz. Bu durumda manevi tevbe silahına sarılmak gerekiyor. Peygamberimiz (s.a.v.) dahi, Habibi Hûda (Allah'ın sevgilisi) olduğu halde tevbe ederdi. O halde biz aciz kullar olarak daha çok tevbe etmeliyiz. Böylece Allahın mağfiretine sığınarak nefsimizin esaretinden kurtulabiliriz.


Tevbe de üç çeşittir:


1- İnsanın kendi kendine yaptığı tevbe,


2- Camilerde Hocaların cemaate topluca tevbe ettirmesi,


3- Evliya elinden tevbe etmek (İnabe).


İnsan, zaman zaman tevbe ettiği halde her nedense bir türlü günahlardan kurtulamıyor. Hatta camii de hocaların belirli günlerde tevbe yaptırdığı halde kul olarak günah işlemeye devam edip düzelemiyoruz, acaba neden? Bir yerlerde eksiğimiz var sanki. Bu iki metotun haricinde evliya elinden tevbe almayı hiç düşündük mü acaba?


Evliya elinden alınan tevbeye ''Nasuh tevbesi'' veya ''İnabe'' de denir. Burdan her evliya elinden tevbe alan kişilerin nasuh tevbesini gerçekleştirdiği anlaşılmasın. Kastımız hakiki manada geçmiş günahlarına dönmeyecek şekilde tevbe eden içindir. Mezhebimizin imamı, aynı zamanda fıkıh alanında büyük deha olan İmam-ı Azam, evliya elinde tevbe etmiş ve şöyle demiştir: ''Eğer son iki yılımda Cafer-i Sadık'ın elinden tutmasaydım (görmeseydim) Numan helak olurdu.''


İmam-ı Gazali gibi nice âlimler sonunda evliya kapısına gelerek hakikat meyvesinden tatmışlardır. İmam-ı Gazali daha önceleri tarikate muhalif idi, daha sonraları bir vesile ile tarikata girmiş ve bir şeyhin terbiyesi altında ''Hüccetül İslâm'' olmuştur.


İmam-ı Gazali, Ali Fermadî Tursi (k.s.)'in terbiye dairesine girerek gerçek hürriyete kavuşmuştur.


İnsan ister âlim, ister sade bir müslüman, kim olursa olsun her an için tevbe etmeye muhtaçtır. Kul tevbe edince acizliğini ortaya koyacak, yaratandan başka sığınacak dalın olmadığının idrakine varacaktır. Böylece, “Rahmetim gazabımı geçmiştir” beyan buyuran Yüce Allahın mağfiretine mazhar olacağız demektir. Tevbe, bütün günahları temizleyen manevi bir silahtır çünkü. Yeter ki can-ı gönülden Allah’a yalvarıp, yakararak tevbe edilsin. Tevbe hem nefsin, hevasından kurtuluş ümidi, hem de şeytana baş kaldırarak hür olduğumuzu ispatlamanın adıdır.


Hz. Mevlana da, ''Ne olursan ol'' beyanıyla tevbe etmeye çağırıyor. Ve ekliyor: ''Bu dergâh ümitsizlik kapısı değil'' diyerek mutlak hürriyete giden yolu gösteriyor.


İnsan tevbe-i nasuh ederek kibir, gurur, riya, ucub gibi nice günahlardan pişmanlık duyup, yeniden bir hayata başlangıç yapmanın adımını atar. Demek ki; tevbe hem başlangıçta hem de sonda hayırlara vesile olacak bir kapı. Hz. Mevlana'nın ''Bin defa da tevbeni bozsan yine gel'' davetindeki sırrı anlayabiliyorsak, o zaman tevbe gibi büyük bir nimetin idrakine ermişiz demektir. Peygamberimiz (s.a.v.) Allah'ın elçisi olduğu halde günde yetmiş kere tevbe ediyordu. Sahabe de Resulullah (s.a.v.)'in izinden giderek tevbe halkası oluşturup, bu halkayı tabiin’e devretmiştir. Tabiin de bu yüce tevbe kapısını gönül sultanlarının eline vererek kıyamete dek devam edecek tevbe yolu kervanının işe koyulmasına vesile olmuşlardır. Böylece tevbe halkası her devirde misyonuna uygun tarzda nesilden nesillere aktarılmıştır.


Nice hükümdarlar, nice zevatlar, nice zenginler, nice fakirler vs. gönül sultanlarının eşiğine gelerek evliyanın önünde diz çöküp, 'Tevbe-i Nasuh' yaptılar. (Geniş bilgi için Tevbe-i Nasuh konusu için Mevlana'nın Mesnevisine bakınız) Nitekim Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin'in eşiğinde Fatih oldu. Mezhebimizin İmamı Ebu Hanife, Cafer-i Sadık'ın elinde tevbe kapısının idrakına vardı. İmam-ı Şafii de 'Şeyban-ı Râî' de kendini buldu. Daha yüzlerce örnek bize, tevbe-i nasuh yapmamızı gerektiriyor. Çünkü Resulullah (s.a.v.); ''Allah'a andolsun ki ben günde yetmiş defadan ziyade (İstiğfar) Allah'tan yarlığamayı talep edip tevbe ederim' buyuruyor.


Tevbe, hertürlü masivadan sıyrılarak Allah'a gidilen yolda ilk adım atmaktır. Tevbesiz hiç bir yere varılamaz. Gönüller ancak ve ancak tevbe ile menzile ulaşır. Allah'ın huzurunda pişmanlık ve nedamet duymak kadar güzel bir olayın adıdır: Tevbe.


Bütün sahte mabudların esaretinden kurtulup Allah'a sığınmak ''Hürriyet''tir.


Velhasıl; tevbe mutlak hürriyete giden yolun ilk kapısıdır.






28 Eylül 2010 Salı

egosunu aşabilen huzura kavuşur

Dr. Hüseyin Emin Sert







Madde ve çıkarların ön plana geçip manevi değerlerin ikinci plana itildiği günümüzde, insanca yaşayabilme zemini hızla tükenişe doğru gitmektedir. Bu durumu tersine veya normale çevirebilmek için, insanlığa tarih boyunca peygamberler, kitaplar, peygamber varisi mücedditler, alimler, mübarek ay, gün ve geceler ihsan edilmiştir. En önemlisi de her insana ilahi imza fıtrat bahşedilmiştir. Büyük günah ve küfürle mühürlenmeyen fıtrat ve vicdan, kişiye hakikati bulma yönünde kılavuzluk yapar. Bu iç enerji, yukarıda sayılan hidayet rehberleriyle buluşup ego aşılarak, iman çizgisinde gelişim yoluna girildiğinde mükemmellikler ortaya çıkar.






Sadece Allah'ın huzurunda eğilip secdeye kapanabilmek, egoyu aşabilmenin pratik yansımasıdır. Ateş ve soğukla yola gelmeyen nesf-i emare, ancak açlıkla yüce Yaratıcı karşısında acziyetini ikrar etmiştir. İşte Ramazandaki oruç ibadeti, bu hususun müminin hayatına yansıyan şeklidir. Muhtaç ve yoksulun haliyle hallenmek ve beden sağlığı gibi sayılamayacak faydalar da diğer artılardır.






*****






İnsanın sahip olduğu uzun yaşama isteği, onun sürekli kendini geliştirmesi yönünde deruni bir enerji olarak kullanılabilmelidir. Belki de bu emel, insanı diğer mahlukattan üstün kılacak potansiyel enerjidir. Sonsuzluk arzusu, ebedi olan ruhun dünya hayatına yansıması olarak da değerlendirilebilir. O zaman ebedi hayatı kazanabilecek salih amellere sarılmak gerekir. Ölüm ve hayatın yaratılmasının hikmetlerinden biri de, insanın en iyi amelleri yapması[1] imkanının bahşedilmesidir.






Kişinin maddi ve manevi potansiyelini iyi kullanarak kendini gerçekleştirmesi, mesuliyetini hafiflettiği için, aynı zamanda mutluluk sebebi olmaktadır. Belki de muhtemel mutluluk, her insanın gizli kabiliyetlerini ortaya koyması sonucu gerçekleşmektedir. Bu anlamda her insan, parmak uçları ve göz bebeklerinde olduğu gibi eşsizdir ve her bir kimsenin yaratılışının da bir hikmeti vardır. Zira her fert çoğu kere fark edilmese de eşsiz kabiliyetlerle donatılmıştır. Ama bunları gerçekleştirebilecek yolu ve zemini bulmak da kişiye kalmaktadır.






Fert bazında "olmak istediğimiz ben"e ulaşma gayreti hayatımızı şekillendirir. Mutlu bir hayat yaşamak mı istiyorsunuz? Potansiyel enerjinizi ortaya koyarak, karşılık beklemeden, küçük hesaplardan uzak bir şekilde, faydalı ve hayırlı işler yapmaya çalışınız.[2] Kendinizi gerçekleştirmeye uğraşınız. Çünkü en mutlu ve huzurlu kişiler, olgunlaşıp kendini gerçekleştiren ve iç huzura kavuşabilen imanlı kimselerdir.






Nefis denilen benliklerini aşarak kâmil insan olma yolunda gelişen insanlar, bulundukları ortama pozitif enerji yayarlar. Egosunu yenebilen örnek kişiler, mutluluk ve bilgelik timsali olarak etraflarına ışık ve huzur verirler. Onlar iman ve ilahi hatırlatmalardan aldıkları güvende olma enerjilerini[3] dışa da yansıtırlar. Peygamberler ve gönül erleri bunların canlı misalleridir. Ruhlarınız kendini aşabilen gönül erlerine rastlarsa onların yanında soluk alır, dinlenir ve rahatlar. Dünyevi meşguliyet ve sıkıntılar unutulur, adeta manevi bir bayram yaşanır. Müminin ruhu, namaz, zikir ve sohbet gibi manevi atmosferlere ulaşabilmek için çırpınır. O namaz, Kur'ân ve dini sohbet meclislerinde bulunmak için can atar. Bu noktadaki eksikliklerini bir an önce kapar. İç dünyasındaki dağınıklıkları toparlar.






Mümin, disiplinsiz ordunun harp kazanamayacağını bildiği gibi, egonun istila ettiği dağınık bir benliğin de nefis, şeytan ve şeytanın oyuncağı haline gelmiş toplum ve medya karşısında tutunamayacağını bilir, gerekli maddi ve manevi tedbirleri alır.






Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi en içten duygularla selamlar, oruç ve teravihlerin egolarımızı aşmamıza yardımcı olmasını, maddi ve manevi mükemmelleşmemizi sağlamasını dilerim.






[1] "O, hanginizin daha güzel amel ve iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayâtı yarattı" (Mülk, (67): 2).






[2] "Ey iman edenler! Rükû edin; secdeye kapanın; Rabbinize ibadet edin; hayır işleyin ki mutluluğa ve kurtuluşa eresiniz" (Hacc, (22): 77).






[3] "İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenler var ya, onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler" (Bakara, (2): 277).


27 Eylül 2010 Pazartesi

istanbul

FİRAR İNCESAZ


Firar - incesaz

Bir sihir gibiydi şehre inerken gece


Mektubum güvercin oldu vardı gizlice

Gel diyor, geç olmadan gel, geçiyor yıllar

Böyle başladı, dönülmez bu müthiş firar



Madem ki yeminimiz var, madem aşk mukadder

İşte geldim, bilmesinler yarına kadar

Bil ki artık dönüşüm yok, gitti son vapurlar

Sakla beni, bulmasınlar sabaha kadar



Belki herkesin dilinde şimdi bu firar

Belki verildi kararım, belki yoldalar

Sevmek Denilince...

Sevmek Denilince...



“Nefsim yed-i kudretinde olan Allaha(cc) yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe (kamil manada) iman etmiş olamazsınız!...” (1)


Kamil manada, sevmek ve iman…


Her ikisi de hayatı, ameli ve kalbi besleyen birer can damarı…


Birbirimizi nasıl bir sevgiyle sevmeliyiz ki, kâmil manada iman etmişlerden olalım?


Nasıl erişelim, neticesi ihsan olan bir sevgiye? Kalplerimizi birleştiren, şefkatin ve merhametin kapılarını açan bir muhabbete! Mü’mine muhabbetle serâ’dan süreyya’ya nasıl tırmanalım? Esfelden tecennüb edip yücelere ne şekilde müncezip olalım?!..


Sevgi değil mi, malları ve canları feda ettiren? Sevgi değil mi, yücelere kanatlandıran, selamet diyarına ulaştıran? Sevgi değil mi, kardeşlik bestesini terennüm ettiren?..


Sevgi ve iman… Ayrılmaz ikiz kardeşler…


Evet! Sevmek denilince sevgililer sevgilisi Habibullah (sav)’ın müjdesi gelir aklımıza.


“Allah’ın kulları arasında bir grup var ki, onlar ne peygamberdirler ne de şehittirler. Üstelik kıyamet günü Allah indindeki makamlarının yüceliği sebebiyle peygamberler de şehitler de onlara gıpta ederler.”


Orada bulunanlar sordu:


“Ey Allah’ın Resulü! Onlar kim, bize haber ver!”


“Onlar aralarında ne kan bağı ne de birbirlerine bağışladıkları bir mal olmadığı halde, Kur’an adına birbirlerini sevenlerdir. Allah’a yemin ederim, onların yüzleri mutlaka nurdur. Onlar bir nur üzeredirler. İnsanlar korkarken, onlar korkmazlar. İnsanlar üzülürken, onlar üzülmezler.” (2)


Sevmek denilince iki ayrı bedende bir can olmak gelir aklımıza. Aynı bedenin birer uzvu… Aynı duyguların selinde sürüklenen tek bir kalp gelir.


Sevmek denilince adanmak gelir aklımıza, feda olmak gelir, Mü’mine gelebilecek her hangi bir zararı def edebilmek uğruna. Şuh bir edayla yollarında derbederce ıslandığımız camiler, bad-ı saba’nın ılgıt ılgıt estiği sohbet halkaları gelir aklımıza…


Muhacir Mü’minleri özleyişlerimiz gelir aklımıza, ayrılıklar gelir bir kor gibi düşen yüreğimizin tam ortasına… İnce bir sızı gibi içine gömüldüğümüz sancılarımız, firak kasırgalarıyla savruluşlarımız gelir.


Sevmek denilince boğazımıza dizilen lokmalar gelir aklımıza. Kardeşlerimiz aç mı, tok mu? Soruları zihnimizi kurcalar. Bu duygu atmosferinde başka iklimlere kanat çırpınışımız gelir.


Mescid-i Nebevi’nin inşasından sonra Ensar-Muhacir kardeşliğinin tesis edilmesi gelir aklımıza. Ashabın halis sevgisi, menfaate dayanmayan karşılıksız muhabbeti gelir:


Enes (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav)’ın yanında bir adam vardı. Derken oradan birisi geçti. Resulullah(sav)’ın yanındaki adam:


“Ey Allah’ın Resulü! Dedi, ben şu geçen adamı seviyorum.”


“Bunu kendisine haber verdin mi?” diye Aleyhissalatu vesselam sordu.


“Hayır!” deyince


Git ona haber ver” buyurdu. Adam kalkıp giden kişiye yetişti ve:


“Seni Allah için seviyorum!” dedi. Adam da:


“Kendisi adına beni sevdiğin zat da seni sevsin!” şeklinde mukabelede bulundu.” (3)


Sevmek denilince: “Mü’minin yüzüne tebessüm sadakadır” buyruğu gelir aklımıza. Ruhların derinliklerine işleyen, kalbin kirişleri üzerinde duyguları cezbeye getiren, gönülleri inşirah ettiren bir tebessüm gelir.


Hilm gelir aklımıza, ince ince tartılan sözler, iğneleyici ve kırıcı olmayan konuşmalar gelir. “Ok yarası geçer, dil yarası geçmez.” Vecizesi rehber olur.


Sevmek denilince saatlerin ayrılığı çaldığı zamanlar gelir aklımıza, bir parçamızı koparıp gidercesine… Gönülleri kaynaştıran şefkat ve merhamet nağmeleri gelir.


Ve sevmek denilince daha nice şeyler gelir aklımıza…


Peki! O halde nasıl ermeliyiz imanı kâmiller mertebesine?


Besmele’den önce hüzün mü kurulmalı soframıza? Lokmalarımızı hayalde ve fiilde dardaki Mü’minlerle, yetimlerle, yoksullarla birlikte mi yemeliyiz?


Mü’minlere karşı, gönüllerin çevresinde kümelenmeye hazır olan merhamet duygusunu mu zenginleştirmeliyiz? Merhametli bir sığınak, kuşatıcı bir sevgi ve daralmayacak bir gönül edasıyla mı onları kucaklamalıyız? Onların hatalarını ve kusurlarını görmezden mi gelmeliyiz?


İçimizde mi hissetmeliyiz zerre zerre Mü’minleri? “Mü’min Mü’minin aynasıdır.” Şiarıyla hayır söz ve fiillerini örnek mi almalıyız kendimize?


Nefsimizin ve arzularımızın kuşatmasını nasıl yarmalıyız? Mü’mini sevmekten uzaklaştıran duygulardan nasıl sıyrılmalıyız, nasıl yüz çevirmeliyiz?


Ulvi nasihatlere mi açmalıyız zihnimizi? Sevgiyi ve bağlılığı yeniden mi öğrenmeliyiz kardeşlik mektebinde?


Bir anlık duraksayıp kısa bir tefekküre dalalım. Hayalden gözlerimizin önüne bir mizan getirelim. Kardeşlik hukukuyla ilgili amellerimizi mizanın bir kefesine bırakalım. Hafif geliyorsa eksikliklerin telafisine gidelim. Ağır geliyorsa zaten problem yok!...


Bilaşek kardeşlik mefhumunu unuturcasına dünya ve nimetlerine tutku ile bağlanmak tek kelime ile hasarettir. Bilmeliyiz ki, Mü’mini gereğince sevmek kendimizi sevmektir. Mü’mini unutmak ise kendimizi unutmaktır.






“Kişi sevdiği ile beraberdir”


25 Eylül 2010 Cumartesi

ESMA-ÜL HÜSNA







Allahü Teala isimlerini zikretmiş, bir kısmını Habipine ve sevdiklerine bildirmiş bir kısmını da kendi ilminde gizlemiştir. Allah’ın sıfat ve isimlerini daha çok Kur’an ve sünnetten öğreniriz. İnsan tek bir isme değil, Esma’ül Hüsna’da geçen pek çok isimlere muhatap. İsimlerin bir kısmı Allah’ın varlığını ispatına, bir kısmı birliğine, bir kısmı eşi ve benzeri olmadığına, bir kısmıda canlı cansız herşeyi idare ettiğine işarettir. O’nu bu isimlerle dua eder, yüceltir ve överiz. İsimleri vesile ederek dua yaparken bazen istemek ya da af dilemek şeklinde tezahür eder. Nitekim;


Ya Gaffar derken; Ey günahları affeden,


Ya Rahim derken; Ey Kullarını acıyan,


Ya Settar derken Ey günahları örten,


Ya Tevvab derken; Ey tevbeleri kabul eden,


Ya Rahman derken; Ey rahmet eden,


Ya Âlim derken; Ey halimizi en iyi bilen,


Ya Aziz derken; Ey herkese hükmü geçen,


Ya Kadir derken; Ey herşeye gücü yeten vs. diye yalvarır yakarır ellerimizi açar böyle başlarız duaya. Esma’ül Hüsna’nın tecellisiyle yaratılan her şey kıpırdar, mesela Rezzak ismiyle böcekten fil’e kadar hemen hemen her şey bu rızktan nasiplenir. Zira Kadir ismiyle bir damla su bir anda deryaya dönüşebiliyor da. Çünkü O her şeye kadirdir.


İmamı Gazali; “Bil ki kulun olgunluğa ermesi Allah’ın isim ve sıfatlarının edebiyle süslenmekle mümkün”dür. Bu süslenmek ya da boyanmak hali kula Kur’an ahlaki özellik katar. Rasulullah (s.a.v); “Allahü Teala’nın 99 ismi vardır ki, onları sayan ve hıfzeden cennete girer” (Buharı) beyan buyurmakta. Arifler; “Avam (halk) 99 Esma-i Hüsna’yı diliyle, Havas (âlimler) manalarını düşünerek, Veliler ise tüm kalbiyle Esma-ül Hüsna’yı zikrederler” diye buyurmuşlardır.


Kul; Es-Selam ismini zikrederek kalbinde selamet bulur. El- Hâkim’i zikreden her şartta yerince davranır. Rezzak ismini zikreden geçim endişesi taşımaz. Settar ismini zikreden kusur aramaz ve yaymaz. İşte bu ve buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Demek ki; Allah’ı zikretmeden güzel ahlak çıkmıyor. Bunca günahımıza rağmen yine de isimlerin bereketiyle hala ayaktayız, buna da şükür. Hakeza yine canlılık isimlerin bereketiyle Hayy der veya Hu diyerek zikreder. Dünya yüzen bir gemi misali Allah’ın iradesiyle rotasında hızla yol alıyor ve yolculuğumuz O’nun iradesiyle gerçekleşiyor. Zira dünya gemisi ahiret yörüngesine doğru ilerlemektedir, bu kaçınılmaz. Hala ahirete gitmemekte direnen varsa, kudreti yetip gemiden inebiliyorsa insin de bir görelim, el mi yaman bey mi yaman bakalım bu mümkün mü? Demek ki mutlak kudret Allah’a ait has bir sıfattır. Bu ve buna benzer daha pekçok misaller ortaya getirilebilir.


Gâh çocuk olduk, gâh genç, gâh yaşlandık, gâh ölme noktasına geldik, bütün bu aşamalar irademizin dışında gerçekleşti hep. O halde yine bir gün isteğimiz dışında ölüp dirileceğiz demektir. Seyri âlemimiz vahdeti gösteriyor ve bu vahdet sırrı hayatımızın her safhasında mevcut zaten. Esma-ül Hüsna’nın bereketiyle bu dünyaya bize gerekli donanım takılarak gelmişiz, yine gerekli donanımlarla ötelere aktarılacağız da.


Allah adını, yani lafza-i Celali zikreden bütün Esma-ül Hüsna’yı zikretmiş sayılır. Çünkü Lafza-i Celal bütün isimleri kendinde toplar. Allah adı geçtiğinde ‘Celle Celalühu’, ya da ‘Teala’ demek kâfi. Esma-ül Hüsna’yı vird edinmek isteyen bir talipli ehline danışıp ona göre davranmalıdır.


Allah’ın sıfatları insan için kullanıldığında kelime benzerliği olarak düşünmeli. Çünkü kulda kullanılan sıfatlar sınırlıdır. Allah’ın sıfatları ezelde yaratılmış değildi, hazır ve nazırdı. Allah’ın görmesi vasıtasız olup göze ihtiyacı yoktur. O’nun görmesi ebedi olup aynı anda görmektir, işitmekte hakeza öyle. Rabbül Âlemin bu hususta; O’nun benzeri hiç bir varlık yoktur. O her şeyi işiten ve görendir (Şura–11) diye beyan buyurmakta. Demek ki; var olan Rabbül Âlemine benzemez. Allah’ın hayat sıfatı zaman, mekân ve sebepten münezzehtir. O’nun misli düşünülemez, olamazda. O zatı ile vardır. Allah ol (kün) deyince o da oluverir, bütün tasarrufat O’na aittir ve yarattığına bir derece güç ile enerji bahşetmiştir. Her kimde nevarsa O’nundur, verilenler emanettir sadece. Yoktan var eden Rabbül Âlemindir. Allah’ın her şeye gücü yeter, ancak O’nun gücü bizim gücümüz gibi değildir. Allah’ın tıpkı kendisi gibi Allah yaratması da muhaldır.


Kul ile Allah arasında var olan yetmiş bin perde ifadesi Allah’ın esması ve sıfatlarının tecelli daireleri manasınadır. Nasıl ki; İsm-i Azam Esma-i İlahiyeyi kapsıyorsa, insanda tüm Esma-i ilahiyenin tecellilerinin alanı içerisinde rol oynar. Azamet ancak O’na mahsustur. Zira “En güzel isimler Allah’ındır” (Araf/179).


Her şey zıddı ile bilinir, Allah tezat kanunu halk etmiş. O dilemeyince hiç bir kul hidayete eremez. O’nun iradesiyle bilinir her şey. Çirkinlik olmasa güzellik bilinemezdi. Allah’ın konuşması ezelidir, bizim gibi değildir tabiî ki, dil O’nun tercümanıdır ancak. İlahi hitaplar ezeli kelamın tecellisi ve mealidir. Tur-i Sina’da Hz. Musa ile kelam etmesi belki ezeldeki ilmiyle istediği manayı duyurmuşluğun neticesidir. Yüce Rabbimiz herkese kendi diliyle emir yükler, hitabını bildirir ve yürürlüğe koyar. İlahi ilminde takdir ettiği şeyleri vakit gelince var eder, devam ettirir, ya da yok eder.


İnsanoğlu Allah’ın yaratmış olduğu kanunları araştırıp açığa çıkarmakla hayatı keşfeder veya bir buluşu icat etmiş oluyor, yaratmış olmuyor, teknik gelişmelerde olduğu gibidir. Bütün kanunlar kâinatta var, insana ise bu kanunları bulmak düşer. Üstelik insan akıllı bir varlık olmasına rağmen arının yaptığı harika sanatı yapmaktan acizdir. Oysaki Esma-ül Hüsna’nın tecellisiyle eşyanın tabiatını öğreniriz. Eşyalar anlam yüklü, her birinin hakikati vardır çünkü. Bazen duyularımızla, bazen Kur’an ve sünnetten gelen haberlerle, bazense akıl yürütme ile eşyanın dilini çözmeye çalışırız. Koyun eşyanın dilinden ve antik eserlerden anlamaz, anlayacağı şey otlamaktır ancak. Yaratılan her şey insan için yaratılmış. Belli ki tefekkür edip kulluk yapalım diye yaratılmışız. Tefekkür olmazsa koyundan hiç farkımız kalmazdı. İnsan bu noktada en mükemmel eser, yani Eşrefi Mahlûkat. Yaratılış gayesini bilen tek varlık insan. Dolayısıyla “Kendini bilen Rabbini bilir” ilahi kelamına muhatabız, bilmek istersek tabii. Güneş aydınlatır, ama ne için aydınlattığını bilemediği gibi güneşliliğini de bilemez. İşte insanı diğerlerinden ayıran en can alıcı nokta kendini bilmesidir. İnsan’a büyük âlem diyen âlimlerde var. Âlem Allah’tan gayri bütün varlıklara verilen bir isim. Cisimler, cevherler, madde, hava, hareket her ne akla gelirse bu kapsama girer. Fakat Allah’a âlem diyemeyiz, ancak şey diyebiliriz. Zira şey varlıktır, var olandır, yani cisimsiz cevhersiz bir şey anlamında olduğu için zat ve mana kastedilir, dolayısıyla şey demek caizdir.


Bir Arife;


—Rabbini nasıl bildin?


Cevap vermiş,


—Rabbimi Rabbimle bildim demiş.


Yine etrafında pür dikkat kalabalık eşliğinde ünlü bir âlim yolda geçerken, insanların etrafında dört döndüğünü gören ihtiyar kadın merak etmiş:


—Neyin nesi bu kalabalık diye sormuş.


Dediler ki:


—Allah’ın birliğine 1001 delil olan meşhur âlimimizdir.


Yaşlı Nine:


—Onun Allah’ın birliğine1001 tane şüphesi var ki ortaya delil (ispat) koymuş, ben Allah’a delilsiz inanıyorum diye cevap verince, bu söz Âlimin hoşuna gitmiş:


—Allah’ım senden şu ihtiyar kadının imanı gibi duru, saf bir iman ve kalp istiyorum


diye münacaat eder ve etrafındakilere:


—Bu nine gibi iman dolu olalım önerisinde bulunur böylece.


Velhasıl; her şey O’nunla güzel, Esma’ül Hüsna’da güzel isimler demek zaten.


Vesselam.


24 Eylül 2010 Cuma

Hayırlı Cumalar



Hediyemizdir.

HAYIRLI CUMALAR,SAYGILAR...

önyargı



MEVLÂNA'NIN ÖNYARGIYA DAİR GÖRÜŞLERİ














Çağının ve içinde yaşadığı toplumun problemlerine çözümler getiren gerçek bir aydın ve gönül eri olan Mevlâna, eserlerinde kendisiyle ve çevresiyle barışık, huzurlu ve mutlu insan olmanın tarifine dair yüzlerce öğüt vermiştir. Mevlâna'nın sekiz asır önce sunduğu çözümlerin, verdiği mesajların, ısrarla üzerinde durduğu öğütlerin hâlâ geçerliliğini koruması; onun gerçek bir rehber/eğitimci olması ve beslendiği kaynakların (Kuran-ı Kerim ve hadisler) daimî geçerliliği ile izah edilebilir. Diğer yandan bu bakış açısı; Mevlâna'nın düşünce dünyamızdaki seçkinliğine, evrenselliğine ve her daim güncelliği ile ortaya çıkan müstesna yönüne işaret eder.






Çok ilginçtir ki, "Şu konu hakkında Mevlâna ne demiştir?" diyerek eserlerine müracaat ettiğimiz zaman, mutlaka sorumuza yeterli cevap bulmuşuzdur. Bu düşünce ile çağımızın problemlerinden biri olan "önyargı" konusunda Mevlâna'nın uyarılarını araştırdığımız vakit; bu konuda da bize yol gösteren tavsiyeleriyle karşılaşıyoruz.






Öncelikle önyargı kavramına değinecek olursak; kelimenin sözlük karşılığının; "Bir kimse yahut şey hakkında bazı olay veya görüşlere dayanılarak iyice bilgi edinilmeden verilen hüküm, peşin hüküm" şeklinde olduğu görülür. Einstein'ın; "Önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan zordur" meşhur sözünde de belirttiği gibi, günümüzde pek çok insanın bir yandan şikayetçi olduğu, bir yandan da uzak kalamadığı önyargı; genellikle "olumsuz yargı" olarak karşımıza çıkmakta ve bu yönüyle insanları rahatsız etmektedir.






Mevlâna, önyargıyı; acelenin ve bilgisizliğin ürünü olarak görür. İlk olarak önyargıya kapılan ve sonuçta zararlı çıkan da şeytandır. "Acele işe şeytan karışır" ve "Acele şeytandan, teennî Rahman'dandır" sözlerinde de belirtildiği gibi; işin sonunu düşünmeden aceleyle ve tedbirsizce hareket etmek, ihtiyatı elden bırakmak şeytana mahsus bir hareket tarzıdır ve hatalara davet anlamını taşır. Şeytanın vasfı olan acelecilik onu; Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Âdem'e secde etmesi yönündeki emrine itaat konusunda aklını kullanmadan karar vermeye, neticeyi düşünmeden önyargı ile isyana sevk etmiştir. Mevlânâ, acelenin getireceği ziyan ile yavaş ve dikkatli hareket etmenin, özellikle de sabırlı olmanın faziletine Mesnevî'de defalarca işaret eder:






"Tencerenin yavaş yavaş kaynaması lâzımdır. Birden delice kaynayan yemekten hayır gelmez.






Cenâb-ı Hak, şüphesiz 'Ol!' diye bir anda kâinatı yaratmağa kâdir iken,






Niçin altı günde yarattı? Ki her bir gün de bin yıl kadardı.






Çocuğun da yaratılışı dokuz aydır. Çünkü yavaş yavaş oluş Cenâb-ı Hakk'ın hikmetidir.






Âdem'in yaratılışı da kırk gün sürdü. O çamur yavaş yavaş kemâl buldu." (Mesnevî, VI:1232-1237)






Batılı kişisel gelişim uzmanı Dale Carnegie, asırlar sonra Mevlâna'nın teşhisini şu sözlerle doğrular: "Allah, insanlar hakkındaki hükmünü bütün ömürleri bittikten sonra veriyor ama biz âciz insanlar kim oluyoruz da; onları bir kez görmekle, iki üç yazısını okumakla, birkaç dedikodu dinlemekle haklarında hüküm verebiliyoruz?"






Mevlâna; insanları önyargıya sevk eden aceleciliğe dair ikazlar yanında; önyargının diğer çürük temeli olan bilgisizliğe ve zararına işaret eder. Kendisi de büyük bir âlim olan Mevlâna ilmin değerine inanır. Zira Cenâb-ı Hak, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem'e isimleri öğretmiş (Bakara, 2/31), bir başka deyişle İlâhî bir ikram olarak ilim vermiş, onu meleklerden daha üstün bir konuma yükseltmiştir. Bu üstünlüğün açığa çıkması için Hz. Âdem ve melekler Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda münazara etmişler, bu münazaranın gâlibi Hz. Âdem olmuş; melekler ilim konusunda acizlerini itiraf ederek Hz. Âdem'e secde ederken, şeytan sınırlı ve kısır bilgisinin yanıltmasıyla yetersizliğini kabul etmeyerek secdeyi reddetmiştir. Bu husus, sınırlı bilginin insanı hataya sevk edeceği konusunda ilk örnektir. Çünkü melekler bilgilerinin yetersizliğini beyanla Hz. Âdem'e secde emrine itaat ederken, şeytan bir anlamda Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi kuşatan ilmine itirazda bulunmuş; kısır bilgisiyle kıyas yaparak ateşten yaratıldığı için kendisinin daha üstün olduğu iddiasını öne sürmüş, gerçek hakkında yeterli bilgisi olmadığı hâlde önyargı ile isyan etmiş, Hz. Âdem'i yalnızca balçıktan yaratılmış bir suret olarak değerlendirmiş, yanlış bir kıyasla kendisini üstün, Hz. Âdem'i hakir görmüştür. (Mesnevî, I:3502-3509)






Mevlâna yetersiz bilgi ile hüküm vermenin veya kıyasta bulunmanın, insanı düşüreceği vahim veya gülünç durumu bir hikâye ile anlatır: Bir sağıra "Komşun hasta oldu" derler. Sağır kendi kendisine; "Bu ağır kulaklarımla onun sözlerini nasıl duyarım? Üstelik hastanın sesi de zayıf çıkar. Lâkin gitmek de lâzım. En iyisi, o dudaklarını hareket ettirdikçe, ben de sözlerini tahmin ederim. "Nasılsın" derim, o da; "Hamdolsun, iyiyim" der. Şükrederim, sonra ne yiyip içtiğini sorunca; "Mercimek çorbası veya şerbet" der. "Âfiyet olsun" der ve hekiminin kim olduğunu sorarım. Komşu bana "Falan hekimdir" der. Ben de; "Onun ayağı mübarektir. Gittiği yerde hastalık yok olur. Biz onu denedik, çok iyidir. Nereye vardıysa maksat hâsıl olur" derim. Sağır adam bu cevapları ezberleyerek hasta komşusuna gider. Hâlini sorar. Hastanın, "Ölü gibiyim" demesine şükredince hasta üzülür, öfkelenir. Ne yediğini sorunca, hasta; "Yılan zehri" der. Sağır da; "Âfiyetler olsun" der. Sonra; "Acaba hekimlerden tedavi için gelen kimdir" deyince; hasta kızgınlıkla, "Azrail'dir!" der. Sağır da; "Onun işi gâyet mübarektir" der ve hastanın yanından sevinçle çıkar, evine dönerken komşuluk hakkını yerine getirdiği şükreder. Hasta ise; "Bu adam bizim can düşmanımızmış, kötü niyetli bir komşu imiş" diyerek öfkelenir, hastalığı iyice artar. (Mesnevî, I:3466-3500) Bu hikâyede de görüleceği gibi yeterli bilgi olmadan; tahminle, zanla veya şahsî kanaatlerle hareket etmek insanı yanlışların içine çeker.






Sonuç olarak Mevlâna'nın acele ve bilgisizlik üzerine kurulan önyargıdan kaçınmak konusundaki öğütlerine uymak; özellikle insanlarla iletişim kurduğumuz zaman olayların özünü bilmeden, insanları yakından tanımadan varılan peşin hükümlerin bizi yanıltacağını unutmamak gereklidir. Kendi hakkımızda önyargıda bulunulduğu zaman ne denli inciniyorsak, başkalarını da incitmemek için en az kendimize gösterilmesini istediğimiz hassasiyeti göstermek, "Kendimiz için istemediğimizi başkası için de istemememiz" gerektiğinin bilincinde olmak önemlidir. Diğer yandan günümüzde popüler anlamda revaç gören kişisel gelişime ve sağlıklı iletişime dair yayınlarda belirtilen hususları Mevlâna'nın asırlar önce dile getirdiğini, günümüzün ihtiyaçlarına cevapların bu seçkin gönül dostunun eserlerinde mevcut olduğunu, Mevlâna'nın mesajlarının yalnızca dinî, tasavvufî ve ahlâkî muhtevada olmayıp, hayata dair güncel öğütler yönünden de zenginliğini gözden uzak tutmamalıdır.






SEMAZEN NET ALINTIDIR


22 Eylül 2010 Çarşamba

OLMASI GEREKTİĞİ GİBİ

Olması Gerektiği Gibi..



Muslihuddin adında bir çocuk var zamanın bir yerinde.. Devrinin ünlü eğitmenlerinden Sümbül Sinan Efendi'ye gidip gelmekte.. Sümbül Efendi'nin çok sayıda saygın öğrencisi arasında bir tıfıl oğlan bizim Muslihuddin. Gel zaman git zaman, Sümbül Efendi vefatına yakın öğrencilerine, yerine bırakacağı kişiyi seçmek istediğini söyler.






- "Eğer yaratıcı siz olsaydınız.. Ne yapardınız.."






Seçim sorusu.. Kimisi kötülükleri yok eder.. Kimisi fakirlikleri.. Kimisi yemyeşil yapar dünyayı. Kimisi herkesi Müslüman..






Muslihuddin başını bile kaldıramaz böylesi bir soruya muhatap kaldığı için.. Yavaşça, "Bu alem öyle güzel bir düzen içindedir ki, bir şey ilave etmek veya eksiltmek düşünülemez" der..






Halen de öyledir. Ve, halen de bizler, Sümbül Efendi'nin temiz nesilleri, iyi öğrencileri olarak bir şeyleri değiştirmek isteriz..






Belki bir iki kişi.. Bir iki tıfıl oğlan aramızdan.. Her şeyi olduğu gibi kabul eder.. Rıza gösterir de.. Her şeyi "merkezine" koyar da.. "Merkez Efendi" adını alır zaman içinde..

19 Eylül 2010 Pazar

Takva nedir?

Takva , 
korkma, 
sakınma, 
Allah korkusuyla günahlardan korunmak demektir. 
Muttaki, 
takva üzere yaşayan mü’min demek olur.

Takvada ilk akla gelen, haramları terktir. Bunu, mekruhlardan sakınma takip eder. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hâllere denir. Bunların terk edilmeleri de takvadandır. Daha sonra şüpheliler karşımıza çıkar. Bunların da mekruhlar gibi haramla bir başka komşulukları vardır. Hakkında kesin bir hüküm olmayan işlerde, takvaya uygun olanı, haram olma ihtimalini gözeterek o fiilleri terk etmektir. Sonra mübah ve helâl olanlar gelir. Bunlardan yeteri kadar istifade edip israftan sakınmak da takvadandır.


Allah Resûlü (asm.)
“Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır.” diye başlayan bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: “Nasıl bir çoban, koruluğun kenarında koyun otlattığında, koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa, şüpheli şeylerden korunmayanın da harama düşme ihtimali öylece vardır.”

Şüpheli, haramın en yakın komşusudur. O araziye girenin bir süre sonra haram sahasına düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Şüpheliden sakınanlarla haram arasına bir tampon bölge girmiş oluyor.


Kur’an-ı Kerimden bir takva dersi:


“...Yakıtı insanlar ve taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o dehşetli ateşten sakının.”
(Bakara Sûresi, 2/14) Tefsir alimlerimiz, bu âyet-i kerimede sözü edilen taşların, putlar olduğunu söylerler. Bu âyet-i kerimede yakıtı taşlar olan bir cehennemin dehşeti yanında, mümini ürperten bir başka tehdit daha vardır. O da putlarla beraber yanma, aynı mekânda birlikte bulunma, onların tâbi olduğu muameleye maruz kalma zilletidir.

Takva ve salih amel, ruh ve kalbin terakkisinde iki esastırlar. Salih amel ile manevi kârlar elde edilir. Takva ile de bu kâr korunur ve zararlardan uzak kalınır. Zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından çok daha fazlasını kaybedebilir ve bu yolun sonu iflasa çıkar.


İflasla ilgili şu hadis-i şerif çok ürkütücü ve korkutucudur:


“Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi ameller ile gelir. Buna karşılık ona buna sövmüş, iftira etmiş, kiminin malını yemiş, kiminin kanını dökmüş ve kimini de dövmüştür. Ahirette bu iyilikleri hak sahiplerine dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.”


Takvanın üç mertebesi vardır:

1. Şirkten takva:
İman ederek şirkten korunmak. Kişi böylece ebedî cehennemde kalmaktan korunmuş olur.

2. Masiyetten takva:
Büyük günahları işlemekten, küçüklerde de ısrardan sakınmak. Takvanın en yaygın mânâsı budur.

3. Masivadan takva:
Kalbini, Hak’tan alıkoyan her şeyden uzak tutmak.

seyreyle güzel


Seyreyle Güzel
Yükleyen BaharKalemi. - Yeni aile videolarını keÅ�fedin.

18 Eylül 2010 Cumartesi

huzurda olmanın huzurunda







Huzurda Olmanin HUZURUYLA






Huzurda olmanin huzuruyla, manasini bilerek, tek, yüce ve sonsuz


oldugunu idrak ederek geldim huzuruna...


Iste geldim ve huzurundayim Rabbim, emrine hazirim!


"Namaz huzur iledir" dedin. Bir hiç olmanin bilinci ile huzuru


yasiyorum.


Ve biliyorum ki hiç olan yasar huzuru, yasayan bilir namazi...














''Geldim huzuruna Rabbim...''


















Abdestin diriltici nefesiyle ve ruhuma islenen manasiyla, ardinda


geçmisi ve gelecegi birakarak ani yasamanin sevinci ile geldim...


Gönül secdeleri ile geldim...


Her yandan üzerime yüklendikçe yüklenen ve beni bogmak isteyen emaneti


sahibine vermenin rahatligi ve güveni ile geldim.


Rabbim, Sen gelenleri bos çevirmezsin, duami, niyetimi kabul eyle!


Ve "ALLAH-U EKBER" dedim.


Tevhidin o sonsuz nuru geldi gözümün önüne ve bu ne büyük lütuf, ihsan


ve cömertlik diye düsündüm. Elhamdülillah dedim. Hamd ettim Sana.


Cennet ehlinin en son duasini okudum "Elhamdü lillahi Rabbi'l-Alemin"


diyerek...


Çünkü Seninle olmanin adiydi cennet ve ben cennette idim; yani


Seninleydim.


Iste o an tüm sancilardan, dar noktalardan, üzüntü ve korkulardan


kurtuldum.


Ve ya Rabbi, her ezanda davet ettigin, "Haydin felaha, haydin


kurtulusa!" sözünü o an anladim. Nefisten azad olup ruhun


derinliklerine ve anlatilanlarin degil, bizzat yasananlarin oldugu bir


aleme daldim. Ve dalgiçlar gibi inciler mercanlar topladim. Her bir


bulus bir uyanisti benim için. Her bir uyanis da hayreti uyandiran bir


hayranlik...










''Senden baska bildigim yok''










Ey Sevgiliyle bulusmanin ve bir olmanin adi namaz. Yoluna bir degil


binler can feda olsun.


Sana verilen canlar canani bulur. Ne güzel bulduransin, sevgiliyle


bulusturansin.


Ey gözleri ve gönülleri aydinlatan, kurtar bizi nefsin


karanliklarindan!


Adem'e bizzat isimleri sen ögrettin. Evet bana da namazda


ögretiyorsun.


Tek olanin seyrine namaz ile yelken açiyorum. O Ilahi rüzgar beni


kulluguma, yani öz bilincime götürüyor ve bu bilinç ve marifetle Sana


ulasiyorum Rabbim.


Ey gözümün nuru namaz. Sen olmasa idin bu göz ne ile seyrederdi bu


varliklari, ne ile manalandirirdi?


Bütün eksikliklerden münezzehsin Rabbim. Gösterdigin ve gösterecegin


sonsuz hakikatler için Sana hamd olsun.


Beni namaz ile yücelttin. Yüce alemlerini seyrettirdin. Vahdet


denizine daldirdin. Ne güzel bir halde bittim ki, simdi Senden baska


bir sey ile ne görüyor, ne isitiyor, ne görüyorum. Ümmilik sirrini


yasiyorum. Yani Senden baska bildigim yok. Seni biliyorum, her sey


bana ayan oluyor.


Gördükçe anladim ki Senin yardimin olmadan ben bir hiçim. Ancak


Seninle varim.


Anladim ki, aciz olan bizler çaresizlik içinde yuvarlanirken, ancak


Senin ipine, namaza sarilanlar kurtulur. Benlik denilen büyük savastan


ancak secde edenler zafere ulasir.






''Iste huzurunda, kiyamdayim''














Senin hasmet-i Uluhiyetin karsisinda Rabbim bizler bir hiçiz.


Yardimini bizden esirgeme. Sen cömert olanlarin en cömerdisin


Bizi "Onlar her daim namazdadirlar" ayetinin sirrina ulastir. O nasil


bir anistir ki, kesintisizdir. Yoksa Hz. Fatima'nin "Rabbim beni bir


an bile olsun nefsimle bas basa birakma" duasinin mi tecellisidir?


Var olan sadece Sensin. Beni hiçligimin zirvesine ulastir ki ben de


Habibin gibi "Ey Rabbim, Senin yardimin olmadan ben bir hiçim" sözünde


seninle olayim.


Her nefeste anisin zevkine varayim. Ve huzurda olayim.


Sen degil misin ki topraga, yani Adem'e can veren. Adem senden


ögrendigi ilimle yedi kat gögü aydinlatti. Evet toprak nurunla


aydinlandi.


Ona öyle bir ilim verdin ki, o manen yüceldi de melekleri bile geride


birakti.


Iste ben de Adem'in safiyeti ve tevbesi ile huzurunda, kiyamdayim.


Kullugumu arz etmek, acziyetimi sunmak ve bunlar ile azametini duymak


için huzurundayim.


Suçlarimi itiraf ve büyüklügünü ikrar için buradayim.


Yüce aleminde tüm kainati arkama aldim ve gönlümü Sana açtim.






''Her seyimi Sana sunuyorum''














"Göklere ve yere sigmadim, ancak mü'min kulumun gönlüne sigdim" sirri


ile bu aciz Seni davet ediyor.


"Kulum Bana bir adim yaklasirsa, Ben ona on adim giderim" ümidi ile


Sana yalvariyor.


Tek çaresinin Sen oldugunu çileler ile defalarca anlamanin susamisligi


içinde sesleniyor.


Tüm varligini, her seyini Sana feda ediyor.


"HasbünALLAHu ve ni'me'l-vekil" sirri ile Seni kendine vekil tayin


ediyor.


Anam babam, yani varligim adina beni ben yapan manalar adina ne varsa


hepsi Sana feda olsun, diyen asiklar gibi... Ben de her seyimi, ama


her seyimi Sana sunuyorum.


Rahmetin her seyi kusatmistir, bunu biliyoruz. Ancak onu yasamanin


bilincinde bizi yasat ve daim eyle. Eyle ki Rabbim eregimize ulasalim.


Kendimizi bilelim. "Nefsini bilen Rabbini bilir" manasinin ne oldugunu


anlayip Hz. Isa'nin hakikatine vakif olalim.


Ve anlayalim böylelikle neye ayine oldugumuzu, insan muammasinin neye


gebe oldugunu?