29 Mart 2013 Cuma

çobanın duası

Günahkâr bir adamdı. Ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan. Ölse de bir kurtulsak, diyorlardı.

Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise adamının haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı. Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.

Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyor, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu. İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah'a...

Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerede sızıp kalmıştı! Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bir yanına baktı, yoktu. Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaza durdu. Duası bitmek üzereydi ki kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı. Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü. Ölmüştü...

Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı. Kalktı, imamın evine gitti.

— Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimki...

Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.

—O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapattı.

Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü. Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.

Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omzundan kayarken, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.

Hışımla yaklaştı muhtar:

—Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa gömeyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden...

Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki. Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.

Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;

—Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...

Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.

— Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.

Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti. Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü. Yorulmuştu. Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.

Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı Muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da "İmam Efendi, İmam Efendi..." diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.

— Bir rüya gördüm, dedi Muhtar, hocam o berduş, o serseri adam cennetteydi, bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun, diyordu.

Rüyayı duyan İmam’ın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü. "Gel hele, içeri gel.." demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler. Koşarak geliyor, bir yandan bağırıyordu:

—Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...

Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?

Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular. Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.

Bir yandan yürüyor bir yandan aralarında konuşuyorlardı: Bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır'dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi.

Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, hayırdır inşallah, dedi. Oturdular, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar. Çoban söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.

— Ben garip bir kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu...

Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi:

— Allah’ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelirler yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla...

(Satır arası Hikâyeler, Serdar Tuncer)

26 Mart 2013 Salı

üzülme

Daha önce çok şeye üzüldün; faydası olmadı.

Çocuğun başarısız olunca üzüldün; başardı mı?

Sevdiğin bir yakının ölünce üzüldün; canlanıp döndü mü?

Ticarette zarar edince üzüldün; zararların kâra dönüştü mü?

Üzülme!
...



Üzülme!

Ve haline şükret! Çünkü;

Sağlam bir inancın, bir dinin var.

İçinde huzur bulacağın bir evin, bir ailen var.

Yiyecek ekmeğin, içecek suyun, giyecek giysin var.

Ve yanında huzur bulacağın bir ailen var !.

Şu halde üzüntün niye?





22 Mart 2013 Cuma

Geçti ömrüm hicran ile...


Aşık oldum bin can ile,

Gözlerim doldu kan ile,

Geçti ömrüm hicran ile,

Terk eyledin âhir beni.



Kerem eyle dostum bana,

Dil ü canım verdim sana,

Bakmaz oldun benden yana.

Terk eyledin âhir beni.



Niçin yanıma gelmezsin.

Hatırım ele almazsın,

Semt-i vefayı bilmezsin.

Terk eyledin âhir beni.



Canıma kâr etti elem,

Cürmüm nedir, suçum bilmem,

Ben senin kurbanın olam,

Terk eyledin âhır beni.



Itrî'ye rahm eyle canım,

Nice demdir ki giryânım,

Nedir cürmüm a sultanım,

Terk eyledin âhır beni.

Itrî/

21 Mart 2013 Perşembe

terazimiz gülden değilmi


  1. Terazimiz gülden mi değil mi? Çocuklarımızın,ülkemizin ve milletimizin geleceği buna bağlı...
    Hemen, Ümmü Sinan’a ait,
    Gül alırlar gül satarlar
    Gülü gül ile tartarlar
    Gülden terazi tutarlar
    Çarşı pazarı güldür gül
    dizelerini hatırladığınızı biliyorum.
    O gül alıp gül satan, gülü gül ile tartan ve dahi gülden terazi tutan millet bizim milletimizdir ve şu yeryüzünde yaşadığımız topraklar bir incelikl...er adası haline gelmişse, gülden terazi tutanlar sayesinde gelmiştir.
    Şayet, yeniden güle dönülecekse, bu, çarşısı pazarı gül inceliğinde, gül letafetinde olan şehirlerimizin sakinlerine bağışladığı o “iklim”in yeniden yaşanmasıyla olacaktır. O hayat tarzının tahakkuku ise gülden terazi tutma şartına bağlıdır ki, yalnızca milletimizin değil insanlığın bekası için de çıkış kapısı olan budur; gül ile kapanıp açılan kapılar...
    Ayak bastığı toprakları çiçeklendiren, seraba yürüyen aşk kesilen o ince insanların bize bıraktıkları miras “şanlı” tanımıyla ve “tarih” soğukluğuyla ifade edilemeyecek kadar hayat doludur... Her dem tazelenen, sürgün veren, tomurcuklanan, açan ve “çevre”yi güzelleştiren bu gülden terazi tutma inceliği medeniyetimizin ne denli insan odaklı olduğunu da göstermektedir.
    Medeniyetimiz için “su medeniyeti”, “sevgi medeniyeti”, “gözyaşı medeniyeti” tanımlarını kullananlara saygı duyarız, evvel Allah öyledir de, bu tasnife bir de “gül medeniyeti”ni eklemek icap edecektir ve sahiden bizim medeniyetimiz gül medeniyetidir.
    Hemen ilk çağrışımın lale bahçelerine, yahut bir çiçek yetiştiriciliği olarak gülcülüğe kaymaması için söyleyelim ki, kastımız bunları da havi olmakla birlikte bu kadar dar ve sınırlı değildir. Mizacını, meşrebini, hayata bakışını gül ile kıyas eden, ölçüsü tartısı gül olan başka bir millet aransa bulunacak olan her şeye rağmen yine bizim milletimiz olacaktır.
    En basitinden, kız çocuklarına bu kadar çok “güllü” isim veren başka bir millet çırayla aransa bile maalesef bulunacak değildir. Lügate filan bakmadan, hemen aklımıza gelen, “Güllü”, “Gülşen”, “Gülnur”, “Gülsu”, “Gülseda”, “Gülşah”, “Gülendam”, “Gülfiadan”, “Gülefşan”, “Gülten”, “Gülay”, “Gülbeyaz”, “Gülçin”, “Gülben” “Gülgün”… isimleri bile, bütünüyle, rahmetli Nihat Sami Banarlı’ya Sivas kırsalında çocuklarına “güllü” isimler veren annenin derin hassasiyetini yansıtmaktadır. Bu ayrı bir yazı konusudur ve günü geldiğinde yazılacaktır lakin milletimizin derin bilincini yansıtmak açısından zikretmeye değer.
    Atını gül ağacına bağlayan “türkü”deki yakıcının bize sunduğu lirik acı da, minyatür ustasının gül bahçesine çevirdiği “resim” de nihayetinde terazimizin hâlâ gülden olduğunun farklı göstergeleridir. Uğurlaması bile “gül”ü çağrıştıran bu millet, inceliğini yeniden fark ettiği takdirde, şu karabasanlarla kıvranan yeryüzünde, insanlık için bir ümit kapısını aralamış olacaktır.
    Konuyu çok açılmış gül gibi dağıtmadan yinelemek gerekirse, çocuklarımızın, ülkemizin ve milletimizin geleceğinin terazimizin gülden olup olmadığıyla yakından alakalı olduğunu söylemek fazlalık olmayacaktır.

    Kâbe’yi gülsuyuyla yıkayan, ona ve ona yönelenlere hizmeti aşk derecesinde hisseden ve insanlığın istikbali ve istiklali için deli divane olan bir milletin evlatları olarak elimizde gülden bir terazi taşımaya mecbur ve mahkûmuz...
    Doğrusu aşktan anladığımız da budur...
    "KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR ''
    Mehmet Berat IRMAK

16 Mart 2013 Cumartesi

[Gönül Makamı] Bir Elif Çekti Sineme - Sadullah Ağa

itaat muhabbet ölçüsündedir

 http://www.facebook.com/pages/NESLiİtaat, Muhabbet Ölçüsündedir

Îman, derin bir muhabbeti ifâde eder. Hiç şüphesiz bu muhabbetin kantarı da, teslîmiyet ve fedakârlıktır. Muhabbetin olmadığı bir yerde gönüller kurak bir çöle döner. Orada itaat, teslîmiyet ve fedakârlıktan bahsedilemez.
Din, ancak aşk, teslîmiyet ve fedakârlık toprağında filizlenip neşv ü nemâ bulur. Bu sebeple de itaat, teslîmiyet ve fedâkârlık, kulların gönüllerindeki îman seviyesini gösteren berrak bir ayna gibidir. Nitekim Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz, bunun en müstesnâ misâlini teşkil eder. Zira onlar, Cenâb-ı Hak'tan gelen ilâhî tâlimatları ve Efendimiz'in emirlerini hiçbir zaman "Neden, niçin?" diye sorgulamayıp, derhal o emirlerin îfâsına gönülden gayret göstermeyi canlarına nîmet bilmişlerdir. Bu sebeple de onlar, kıyâmete kadar hidâyet yıldızları olarak hayırla yâd edileceklerdir.
Mevlânâ Hazretleri de, bir kulun, ilâhî emirler karşısında nasıl bir itaat, fedâkârlık ve teslîmiyet sergilemesi gerektiğini, temsîlî bir hikâye ile şöyle anlatmaktadır:
(Gazneli) Mahmud, bütün devlet ricâlinin hazır bulunduğu bir sırada dîvâna girdi. O nur yüzlü padişah, yerine oturmadan cebinden büyük bir inci çıkardı. Kendisine büyük bir edep içerisinde yaklaşan vezirin avucuna koydu ve şöyle dedi:
"-Söyle bakalım vezirim, bu nasıl bir incidir, değeri nedir?"
Vezir, (eline konulduğu anda yüksek değerini anladığı inci hakkında derhal):
"-Sultânım, bu çok kıymetli, paha biçilmez bir incidir. Değeri neredeyse yüz deve yükü altın eder!" diyerek cevap verdi.
Padişah da vezirin bu sözü üzerine hemen:
"-Değeri pek büyükmüş. Peki, şimdi, kır bu inciyi!" deyince vezir, (büyük bir şaşkınlık içerisinde):
"-Sultânım, ben onu nasıl olur da kırarım. Zira bu kulunuz, dâimâ sizin hazinenizin ve malınızın artıp bereketlenmesini istemekteyim! Böyle paha biçilmez bir inciyi vurup kırmayı, onu kaybetmeyi nasıl revâ görürüm?" dedi.
Padişah, vezirin bu sözlerini beğenmiş gibi göründü, ona bir elbise ihsân etti. O cömert padişah, inciyi ondan aldı. Onu bir müddet söz incisiyle oyaladı; yeni hâdiselerden, eski sırlardan bahsetti.
Sonra inciyi sarayın perdecisinin eline vererek:
"-Bunu almak isteyen biri çıkarsa, buna ne değer biçilir?" diye sordu.
Perdeci:
"-Sultânım, bu inci, ülkenin yarısı değerinde. Allah ülkemizi tehlikelerden korusun!" diyerek cevap verdi.
Sultan Mahmud, perdeciye de:
"-Ne kadar da değerliymiş! Peki öyleyse, vur, kır bu inciyi de parça parça olsun!" diye emretti.
Perdeci:
"-Ey kılıcı güneş gibi parlayan pâdişâhım!" dedi. "Bunu kırmak, parçalamak pek yazıktır, pek yazık! Bu incinin değeri bir yana; şu parıltısına bakın; gündüzün nûru bile ona uymada, sanki gündüze nûrunu o vermede!
Bunu kırmaya nasıl elim varır, nasıl olur da ben pâdişâhımın hazinesine düşmanlık ederim?"
Padişah ona da elbise verdi, maaşını artırdı; onun da aklını ve anlayışını övdü.
Bir zaman sonra o inciyi, başka bir emîrin eline verdi, onu da denemek istemişti. O da ötekiler gibi söyledi. Herkes, incinin paha biçilmez değerinden bahsetti, övdü. Padişah kime inciyi verdiyse, hepsi de incinin değerinden söz ederek o inciyi sultana geri verdi. Sultan da onların hepsine elbiseler verdi, ihsanlarda bulundu.
Yine bir gün Sultan Mahmud, devlet ricâlinin hazır bulunduğu bir esnâda bu sefer derviş meşrepli sâdık hizmetkârı Ayaz'a dönerek:
"-Ey Ayaz!" dedi. "-Parlaklığı ve güzelliği ile gönül alan bu incinin değeri nedir, sen hiç konuşmuyorsun! Söyle bakalım, bu incinin değeri nedir?"
Bunun üzerine Ayaz edep ve hürmet içerisinde:
"-Sultanım, elbette onun değeri benim söyleyeceklerimden de fazladır." dedi. Padişah bu defa:
"-Öyle ise al şu inciyi, hemen kır, parça parça et!" dedi.
Ayaz da aldığı emir üzerine derhal birkaç taşla inciyi kırdı, öyle ki un ufak etti. Böyle hareket etmesi, pâdişâhın emrine uyması, ona pek doğru görünmüştü.
Ayaz, o değerli inciyi kırınca, beylerden yüzlerce feryâd ü figân koptu. "Bu ne pervâsızlık!" diyorlardı. "Vallâhi, bu nurlar saçan inciyi kıran, mutlaka delidir!"
Hâlbuki o inciye değer vererek, onu kırmaktan çekinenlerin hepsi de, Sultan Mahmud'un inciden daha değerli olan buyruğunu kırmışlardı. İncinin değeri ile gözleri kamaşmıştı da, sevginin değerini görmemişlerdi.
Bundan dolayı Ayaz, onlara hitâben dedi ki:
"-Ey büyükler, ey (itaat, teslîmiyet ve fedakârlıktan hissesi az olan) ünlü kişiler! Pâdişâhın buyruğu mu daha değerli idi, yoksa inci mi? Allah aşkına söyleyin; sizce pâdişâhın emri mi daha üstün ve değerli, yoksa güzel inci mi?
Ey inciye bakan, gözleriyle inciyi gören, fakat Sultan Mahmud'un emrini idrâk edemeyen beyler! Siz ana caddeyi bırakmış, çıkmaz sokaklarda yol bulmaya çalışıyorsunuz. Ben gözümü aslâ pâdişahtan ayırmam, müşrik gibi taşa yüz tutmam.
Zira parlak, güzel bir taşı seçerek pâdişâhın buyruğunu yerine getirmeyen canda bir değer yoktur! O can, can incisinden habersizdir."
Cenâb-ı Hakk'ın insanoğluna ferman buyurduğu her ilâhî emir, kulları için sonsuz bir can nîmetidir. Her ilâhî emir, kulun hayatını en güzel bir şekilde tanzim eden sonsuz bir ikramdır. Bu hakikat dolayısıyla kula düşen, büyük bir aşk ile bu emirleri harfiyen yerine getirmektir.
Ashâb-ı kirâm yüreklerinde kaynayan îman muhabbeti dolayısıyla Efendimiz'in her emrine cân u gönülden:
"Anam, babam ve cânım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!" diyerek mukâbelede bulunmuşlardır. Elbette ki bu itaat, teslîmiyet ve fedakârlıkları neticesinde onlar, âhiret saâdetini elde ettiler.
Ayrıca bir edep düstûru olduğundan, bilinmelidir ki, "Emir, edepten önce gelir." Yani zâhiren edebe mugâyir gibi telâkkî edilse de kâmil bir mü'minin emrine uymak, edebe riâyetten üstündür. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhü anh-'ın naklettiği şu hâdise de bunun müşahhas ve bâriz bir misâlidir:
"Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke'den hicret edeceği zaman beraber Kâbe'ye gittik. Kâinâtın Efendisi bana:
«−Otur!» buyurdu.
Omzuma basıp Kâbe'ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i Âlem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:
«−Bas omuzlarıma!» buyurdu.
Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç-kuvvet geldi ki, istesem semânın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihâyet, Beytullâh'ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:
«−Onu aşağı at ey Ali!» buyurdu.
Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi! Hemen Kâbe'nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık." (Ahmed, I, 84; Hâkim, III, 6/4265)
Kâmil bir müslüman, gönül ehli kimsedir. Bu sebeple de duyduğu her ilâhî emri, -hikmetini bilsin veya bilmesin- derin bir îman muhabbetiyle derhal îfâya yönelir. Şüphe ve istifham engellerini aştığı için neden ve niçinlerle vakit kaybetmez.
Mevlânâ Hazretleri, bu hakîkati idrâk ettirebilmek için şöyle bir misal verir:
"İlâçların faydası gizli olduğu gibi, her görünen şeyin de faydası gizlidir."
Lâkin kimi kullar, -hekime teslîm olup ilâç ve tedâviyi reddeden hastalar misâli- kendi kifâyetsiz ve mahdut akıllarıyla ilâhî emirlerdeki ulvî hikmetleri idrâk edemezler. Böylece kendi izâfî doğrularını (!) Cenâb-ı Hakk'ın mutlak doğrularına tercih etme ahmaklığına ve gafletine dûçâr olurlar. Muhabbet noksanlığından doğan teslîmiyet ve itaat eksikliği sebebiyle, âciz ve kifâyetsiz akıllarının çıkmaz sokaklarında boşuna yorulmayı ve doğru yaptıklarını zannederken neticede ebedî hüsrâna uğramayı tercih etmektedirler.
Velhâsıl bir gönül, ilâhî muhabbet pınarından nasiplenebildiği ölçüde Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini îfâda azimli ve gayretli olur. Mevlânâ Hazretleri'nin buyurduğu gibi:
"(Ey gönül!) O'nun (emirlerindeki derin hikmet ve) sırları idrâk etmek, her aklın kârı değildir. O'nun kulluk küpesi, her kulağa nasîb olmaz."
Cenâb-ı Hak, hikmet ve hakikatleri idrâkteki hatâ ve kusurlarımızı affeylesin. His ve fikirlerimizi, lûtf u keremiyle, dâimâ kendi rızâsıyla telif buyursun... 
Âmîn...NAME/187569128015146

7 Mart 2013 Perşembe

huuuuuuu


"allah allah illallah, 
bismişah allah allah, 
vakitler hayrola, 
hayırlar feth ola, 
şerler def ola, 
müminler saf ola,
münâfıklar berbad ola, 
gönüller şâd ola, 
meydanlar âbâd ola, 
kalplerimiz mesrûr, 
sırlarımız mestûr, 
zahirimiz mâmûr, 
bâtınımız pür nûr ola. 
el hak muhammed ali iftiradan saklayıp, gözcümüz, bekçimiz ola,
merd ü namerde, hiçbir ferde muhtaç eylemeye, 
dert verip derman aratmaya, 
hastalarımıza şifa, 
dertlilerimize deva, 
gönüllerimize iman, 
kalplerimize safa ola, 
üçler, beşler, yediler, kırklar, 
nur-u nebi, kerem-i ali, keramatı veli, 
gülbang-i muhammedi, 
pirimiz, veysel karani hz
dem-ü devranına hu diyelim
huuuu... "

5 Mart 2013 Salı

kutupluk


Vardım Demirci Dükkanına...



Bayezid-i Bestami (Kuddise Sirruh) bir defasında şöyle anlatmıştır:

"Benim zamanında binlerce veli vardı. Hepsi de ibadet, riyazet, keşif ve keramet sahibi idiler. Fakat asrın kutupluğu, bir demircinin, basit ve ümmi bir demircinin üzerindeydi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içerisindeydim. Bütün geçimini, geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi göreyim, dedim. Ve bir gün dükkanına gittim. Selam verdim. Beni görünce çocuklar gibi sevindi.
Ellerime sarıldı, öptü ve benden dua rica etti. Henüz keşif alemine girmemiş olduğu için makamından habersizdi. Benden dua istediğinde ona; "Ben senin ayaklarından öpeyim de, sen bana dua et!" dedim.
Bana; "Benim sana dua etmemle içimdeki dert hafiflemez ki?" dedi. Ben de; "Derdin ne söyle bir çare arayalım." dedim. Tekrar bana;
"Acaba kıyamet gününde bunca insanın hali ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok!" dedi. Bunu söyledi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimde; "Bunlar nefsim nefsim diyenlerden değildir. Bunlar ümmetim ümmetim diyenlerdendir." diye bir nida duydum. Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye neden verildiğini anladım...

Demirciye; "İnsanların azab çekmesinden sana ne?" diye sordum. Bana; "Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şevkat suyuyla yoğrulmuştur.
Cehennem azabının bütün azabını bana yükleseler de onları bağışlasalar ben saadete ererim ve derdimden kurtulurum." dedi.

Demircinin dükkanında saatlerce oturdum, sohbet ettik. Ve ben, evet ben, kırk yıldır elde edemediğim manevi derecelere yükseldim. İçim Allah-u Teala'nın feyziyle doldu. O vakit anladım ki; kutupluk sırrı başka bir mana, faziletle ilimle elde edilen iş değil. Sadece Allah vergisi....”