29 Temmuz 2012 Pazar

DUA SEFERBERLİĞİNE DAVET

DUA SEFERBERLİĞİNE DAVET  


HAKKARİDE CATIŞMA SÜRÜYOR HZ.ALLAH MEHMETCİĞİMİZE KUVVET VERSİN ONLARI HERTÜRLÜ KÖTÜLÜKTEN KALLEŞLİKTEN MUHAFAZA EYLESİN VATANIMIZA GÖZ DİKENLERİ KAHRU PERİŞAN EYLESİN 


SURİYEDEKİ KARDEŞLERİMİZİDE ESAD ZULMÜNDEN KORUSUN HZ.ALLAH


ARAKANDA ZULÜM DEVAM EDİYOR LÜTFEN SESSİZ KALMAYALIM






İnnemel mû’minûne ihvetun fe aslihû beyne ehaveykum vettekûllâhe leallekum turhamûn.




Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.




Hucurat Suresi 10.ayet

27 Temmuz 2012 Cuma

Oruç Nefs Terbiyesidir...CUMAMIZ MÜBAREK OLSUN

Allah için susamak, Allah için acıkmak...
Rabbim sağlık vermiş elhamdülillah!
Ne güzel sıcak günlerde oruç tutmak!
Benim yangınım Kevser Havuzunda son bulacak...(inşaallah)
Abdullah İbn-i Ömer (r.a.) rivayet ediyor: Resulullah(s.a.v.) ile birlikte çıkmıştık. Biz gençtik ve evlenme imkânımız yoktu. Resûl-i Ekrem Efendimiz(s.a.v.)şöyle buyurdu: `Ey gençler! Evlenmeye imkânı olan evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan korur, iffeti muhafaza eder. Evlenmeye imkân bulamayan da oruç tutsun. Çünkü oruç cinsel arzuları kırar, azaltır.` (Neseî, Sıyam: 43)
Orucun insana sağladığı önemli bir faydası nefsin istek ve arzularına set çekmeyi öğretmesidir. Bilhassa gençlik çağında, dinçlik zamanında insan, çelikten bir vücudu olduğunu sanıp, dünyada ebedî kalacakmış gibi ona sarılır. Türlü türlü zevki ve lezzeti tatmaya çalışır. Kendisini şefkatle besleyen, terbiye eden Yaratıcısını unutabilir. Ömrünün sonunu, ebedî hayatını düşünmez hale gelebilir. Böylece ahlâkî olmayan davranışların içine girip duygularına hâkim olamaz. Akıl ve mantığını dinlemez; iffetini, şerefini koruyamaz hale gelir.
Zayıflığımızı anlatır oruç
Oruç, insana güçsüzlüğünü, zayıflığını iyice anlatır, ders verir. Böylece nefis, firavunluğunu bırakır, yaratılış istikametinde hareket etmeye çalışır. Ahlâkını, iffetini korur, kendine hâkim olur. İşte nefsin huyundan olan, istediği gibi hareket etme arzusunun karşısına ancak oruçla çıkılabilir. Çünkü, oruç, onun bu hareketini sınırlandırdığı gibi, başıboş olmadığını da her an hatırlatır.
Nefsi mağlup etmek
Kur`ân-ı Kerimde, `Oruç farz kılındı ki, takvaya eresiniz` şeklinde beyan buyurularak, insanın oruç sayesinde nefsine daha iyi hakim olabileceği ve nefsini daha iyi terbiye edebileceği ifade edilir. Elmalı`nın ifade ettiği gibi, `Oruç şehveti kırar, nefsi mağlup eder, azgınlıktan ve kötülükten korur, dünyanın aşağılık lezzetlerini, makam ve üstün çıkma kavgalarını hakir gördürür, kalbin Allah`a teveccühünü arttırır. Ona melekî bir zevk ü safa bahşeder.`
Manevi perhiz
İnsan oruç vasıtasıyla bir çeşit manevî perhiz yapar, Allah`ın emirlerini dinlemeye alışır. Manevî hayatı da zehirlenmekten kurtulur. Çünkü diğer duygular rahat nefes alırlar, vazifelerine güzel çalışırlar. Mide geçici bir açlık yüzünden ağlarken, diğer ulvî duygular adeta bayram ederler.
Yaratılıştan gelen iyilik
İnsanın yaratılışında bulunan iyi duygular, bu şekilde kötü duygulara galip gelir. Nefis de kendisinin asıl mal sahibi olmadığını, aciz bir kul olduğunu idrak eder. Zira oruçlu olan kişi görür ki, Cenab-ı Hakkın izni olmadan en küçük, en basit yiyeceğe elini uzatmaz. Böylece kulluk vazifesini hatırlar, hakiki vazifesi olan şükre gider.
Gençlerin kurtuluşu oruçta
Evet, `Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve inatçılara, zaafını ve aczini ve fakrını hissettiriyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece ve şefkate muhtaç olduğunu fark eder kişi. Bu açıdan yüzlerce günahın insanın üzerine geldiği böyle bir zamanda oruç, gençler için en güzel bir çare ve muhkem bir sığınaktır. Arzularına hâkim olmak için en kolay bir yoldur. Bu oruç Ramazan orucu olunca değeri ve önemi daha da artar.
Bedenin zekâtı oruçtur
Ebu Hureyre(r.a.) rivayet ediyor: Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: `Her şeyin bir zekâtı vardır. Bedenin zekâtı da oruçtur.` (İbni Mâce, Sıyam: 44) Zekât sadece maldan verilmez. Allah`ın ihsan ettiği her nimetin kendine göre bir zekâtı vardır. İlmin zekâtı bildiğini başkalarına öğretmek, ömrün zekâtı namaz kılmak, malın zekâtı hakkını vermek, bedenin zekâtı da oruç tutmaktır.
Şükürler olsun Allah`ım
Zekât bir çeşit şükürdür. Oruç ise, `halis, hakiki, büyük ve umumi bir şükrün anahtarı` hükmündedir. Oruç sayesinde mümin, gözle görülür şekilde kendisine verilen nimetlerin kıymetini düşünme fırsatı bulur. Oruç tutan insan, vücudunun da, sahip olduğu nimetlerin de kendi malı olmadığını, istediği zaman yiyip içemeyeceğini anlar. Oruçla onların kendisinde emanet bulunduğunu, hakiki mal sahibinin kim olduğunu idrak eder. Onun emri olmadan yiyemez, içemez. Böylece, gerçek nimet sahibi olan kişi Rabbine teşekkür eder. Nimetlerin doğrudan doğruya Ondan geldiğini bilir. Vücut nimetine karşı teşekkürünü, oruçla karşılar.
Tertemiz bir beden için
Zekâtın bir diğer manası da temizliktir. Maldan verilen zekât onun temizlenmesine, çoğalmasına, bereketlenmesine sebep olduğu gibi, oruç da bedenin maddî ve manevî temizlenmesine, sağlık ve bereketin artmasına sebeptir. Zekât veren insan malını kir ve günah pisliklerinden temizlediği gibi, oruç tutan da vücudunu günahlardan öyle temizlemiş sayılır. Ter temiz bir vücut ve ruha sahip olur.
Efendimiz`in iftar duaları
`Allah`ım! Senin için oruç tuttum, sana inandım, sana dayandım, Senin verdiğin rızıkla orucumu açtım. Yarının orucuna da niyet ettim, benim geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla.`
Abdullah b. Amr`dan nakille; `Allah`ım, her şeyi kuşatan rahmetinle beni bağışlamanı dilerim.`
Senin rızan için
*Muaz ibni Zühre (r.a.) anlatıyor: Bana ulaştı ki, Resulullah (s.a.v.) iftar ettiği zaman şu duayı okurdu: `Ey Allah`ım, Senin rızan için oruç tuttum ve Senin rızkınla orucumu açıyorum.` (Ebû Dâvud, Savm: 22)
Sevap kesinleşti inşallah
*Mervan ibni Salim, ibni Ömer (r.a.)`dan naklediyor:
Resulullah (s.a.v.) orucunu açınca şöyle derdi: `Susuzluk gitti, damarlar ıslandı, inşallah Teâlâ sevap kesinleşti.`
Hadisin râvisi Rezin, duanın baş kısmına `Elhamdülillah` kelimesini ilave etti. (Ebu Dâvud, Savm: 22)
Abdullah ibni Ömer`de (r.a.) iftar vakti şöyle dua ederdi: `Allah`ım, bütün kâinatı kaplayan rahmetinin hakkı için beni affet, günahlarımı bağışla.`

26 Temmuz 2012 Perşembe

Eğer Belaya Uğrarsan

altRasulullah -sallallahu aleyhi ve selem- şöyle buyurmuşlardır:
“Erkek olsun kadın olsun, bir mü’min, Allah’ına günahsız tertemiz kavuşuncaya kadar başından, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz.
Sabrın ehemmiyeti çok büyüktür. Allah azze ve celle hazretleri kullarını dâimâ imtihana tabi tutar. Kul bunu büyük bir gönül hoşluğu ile teslîmiyet ve sabır ile karşılarsa bir çok ibâdetlerle elde edemediği derecelere terakkî eder. Zâhiren birçok kerih gördüğümüz şeyler vardır ki, hakîkatte bizim için hayırlıdır. Çok defa da hayır gördüğümüz şey vardır ki bizim için fâidesizdir, hatta zararlıdır. Çünkü herhangi bir şeyin sonucunu ancak, Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri bilir.
Allah Teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurur:
“Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim sebepler içerisinde bir kuluma rahmet ederim. Çünkü onun günahlarını bu hastalık sebebiyle affedeceğim. Cennetteki derecesini bununla artıracağım.”
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Şüphe edilen altını ateşle muayene ettikleri gibi, Allah Teâlâ insanları dert ile imtihan eder. Bazısı belâ ateşinden hâlis olarak çıkar, bazısı bozuk olarak çıkar.”
Yine buyuruyorlar:
“Mü’minlerde üç şeyden birisi bulunur: Kıllet; yokluk, yani fakirlik. İllet; hastalık. Zillet; yani hor görülme.”
İbrâhim Düssûkî -kuddise sirruh- hazretlerinin tavsiyeleri şöyledir:
Bir hak yolcusu, fakr hâlini kolay bulamaz. Ta şu hâlleri özüne sindirinceye kadar.
Cümle kulların işini görürken, eziyetlerini bir taşıyıcı olacak ki, bu hâli Allah Teâlânın kullarına bir ikram, sayılır. Niyetinde başka bir şey yoktur.
Sonra kendisine eziyet edene, eziyet etmez.
Üzerine düşmeyen, dünya ve âhirete faydası olmayan sözü de söylemez.
Bir musîbete uğradığı zaman bağırıp çağırmaz.
Hiç kimsenin gıybetini etmez ki, bunu yapmakla harama dalmaktan korunmak ister. Şüphelere dalmamak için kendisini gıybet etmemek sûretiyle tutar.
İmtihan yoluyla bir belâya uğradığı zaman sabreder.
İntikam almaya gücü yettiği hâlde bağışlar, bırakır.
Dik başlı gezmek âdeti değildir.
Yer yüzü onun maddî varlığı ile mâmur olur. Semâ ise kalbi ile...
Tuttuğu yol, öfkesini yutmaktır. Yutkunmaktır. Dağıtmaktır ve dâimâ tercihtir. Aftır. Müsâmahadır.
Hakkında söylenen, sevmediği şeylerin hepsini kabullenir.
Osman Nûri Hîrî -kuddise sirruh-:
Sabırlı, sıkıntılara katlanmayı huy edinendir, buyurmuşlardır.
Abdullah bin Mübârek -kuddise sirruh-:
Musîbet birdir. Musîbetin geldiği kişi feryat-figan eder, sızlanırsa iki olur: Biri musîbet, diğeri sevabın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. Sabredenin karşılığı ise hesapsızdır. Yani sabredenlere verilen sevabın miktarını Allah teâlâdan başka kimse bilmez.
Abdulkadir Geylânî hazretleri  buyurur ki:
Cenab-ı Hakk’tan geçmiş günahların için mağfiret iste. Bundan sonra o günahlardan başkasının gelmemesi için yalvar. İlâhî emirlere uymak için Allah’tan yardım iste. Kaza ve kaderin gelmesini hoş karşıla. Belâlara karşı sabırlı ol. Elindekilere şükret. Elindekilerin kadrini bil. Ölüm gününü hayırla netîcelendirmeğe bak.
Cenab-ı Allah’tan dünyayı isteme. Belânın gitmesini, fakrın geçmesini, zenginliğin gelmesini isteme. İçinde bulunduğun mânevî hâlin gitmemesini iste. Belâ mı senin için hayır getirir, yoksa dünya rahatlığı mı? Acaba zenginlik mi hayır getirir yoksa fakirlik mi? Bilemezsin hangisi hayırlıdır. İşlerin içyüzünü bilmek sana saklıdır.

Sâdık Dânâ
Altınoluk Dergisi;2012 - Şubat, Sayı: 312, Sayfa: 031

24 Temmuz 2012 Salı

Zerafet Nedir? Nasıl?

alt
Zarafet kelimesinin içini doldurabilecek özellikler nelerdir? Acaba hiç düşündünüz mü, zarif insan kime denir?
Zarif kelimesi zarf kelimesi ile aynı köktendir. Zarf, “içine bir şey konulan kap” anlamını taşır. Mektup zarfı gibi. O halde zarif insan da, “içinde latif ve hoş şeyler bulunan kişi” anlamına gelecektir.
Soru şu: Zarafetin içini dolduran bu latif ve hoş şeyler acaba nelerdir?!..
Zarif olmanın ilk şartı hiç şüphesiz nazik olmaktır. Nazik olmanın ilk şartı da hatayı kendinde aramak.
Konfüçyüs, insaniyeti tanımlarken “Kendine hakim olmak ve nezaketli olmak.” der. Bu bir bakıma zarafetin de tanımıdır. Çünki zarif kişi hiç kimseye zararı dokunmayan, bilakis kendisinden çevresine güzellik ve iyilik yansıyan kişidir. Zarafeti olmayan, nezaketle terbiye edilmeyen bütün varlıklar, gitgide canavarlaşır. O halde zarafet haddi aşmamak da demektir. Haddi aşan her şey çevresine zarar verir çünkü.
Rüzgâr, saba yeli yahut meltem iken güzeldir de haddini aşıp şiddetlenince fırtınaya, boraya, kasırgaya durur. Dalgalar belli bir ahenkle sahile vururken hoşa gider de şiddetini artırınca çevresini yıkmaya başlar. Sevgi belli ölçülerde erdemdir de haddi aşınca adı aşk olur, cinnete varır. Yerinde bir öfke edep içindir de haddi aşınca insanı katil eder. Şakanın normali nükte ve mizahtır; ama aşırısı maskaralık olur. Velhasıl zarafet bir itidaldir. Hani mevsimler içinde bahar gibi. Kış ve yaz haddi aşan hava şartlarıyla vardır; ama baharda sıcak ile soğuğun, gece ile gündüzün, belki tabiattaki ölüm ile canlılığın eşit ve dengeli olduğu görülür. Bunun insan ruhuna yansıması da aslında insanın itidali, fıtratın en beğenilen yüzüdür. İnsan ruhu iyilik ve güzellik ile gerçek kimliğine kavuştuğuna göre, bir bahar zarafeti de insana en uygun olan tavrı sunar. Ne buyrulduğunu biliriz: “İşlerin hayırlısı, orta hallice olanıdır. “Bu düstur, derinine bakıldığında, aşırılıktan kaçmaktan öte zarafeti bize telkin etmektedir.
Her tavrın bir zarafeti vardır. Oturmanın, kalkmanın, iş görmenin, eşyaya bakmanın, sosyal ilişkilerin, çalışmanın, dinlemenin ve tabii söz söylemenin… Gönüllerdeki zarafet dışa yansıdıkça hayat güzelleşir ve kalite kazanır. Söz gelimi sanat eserleri ancak zarif bir duyuş, zarif bir bakış ile ortaya çıkabilir.Sözün zarafeti şiir, rengin zarafeti resim, taşın zarafeti mimari, sesin zarafeti beste olarak dışa yansıdığı vakit eşya da zarafet kazanır ve sanat olur. O halde sanatın kullandığı yöntem, baştan başa bir zarafetten ibarettir. Ortaya çıkan şey edepten sıyrılmış olsa bile yöntemin zarafetine halel getirmez.
Eşyanın zarafeti insanın ona yüklediği anlam ile ölçülür. Çivi, iğne, çengel, giyotin, mengene, kerpeten vb. eşya bir zindanda da bulunabilir, bir ciltevinde de. Zindanda aynı eşya ile işkence yapılır ama ciltevinde onlar bir sanat eseri için vardır. Yani birisi nezaket ve zarafet adına kullanılır, diğeri nezaketsizlik ve zulüm adına. Birinden estetik, diğerinden kötülük çıkar. Bunlardan ilki insan tabiatına uygun olan, diğeri onu insanlıktan çıkaran tavırlar olduğuna göre insanlığın da ölçüsü zarafete vabeste kalır. İnsaniyetli olmak demek, önce zarif olmak demektir.
Zarif kişide bulunması gereken özellikler arasında yüzün aydınlığı, vücut ve elbisenin temizliği, güzel koku sürünme, görünümün iç açıcı oluşu, konuşmanın düzgün ve akıcılığı, fikirlerin mantık ve akıl çerçevesinde olması, müstehcenlikten kaçınma ve pis şeylerden uzaklaşma gibi özellikler vardır. Buna gülümseme, kararlılık, samimiyet, tek yüzlülük, sevgi, takdir hissi vs. de eklenebilir. Ama bizce hepsinden önemlisi sözün güzel olmasıdır. Sözün güzel olmasından kasıt, onu düzgün ve akıcı ifade etmekten, süslemekten ziyade içinin dolu olması, değerli bir fikri ifade etmesi, yüksek anlamlar taşıması, yapıcı olması, gönül almasıdır. Yerinde bir teşekkür, uygun bir selamlaşma, gerektiğinde özür dileyiş, takdir ve sevgiyi ifade gibi. Bunlar yoksa mutluluk yoktur çünkü.
Yani ki söz, candan ibarettir. Ve canın tek gıdası zarafettir.
İskender Pala

İnsanlar Dindar Olsunlar; Ama Ahlaklı Olmasınlar

Şeytan'ın doktrini: İnsanlar Dindar Olsunlar; Ama Ahlaklı Olmasınlar
Oktan Keleş'in Melekler Ağlarken kitabında ilgili bölüm şu şekilde:
Bu sırada Firavun söze atıldı:
- Kötülüğü Müslümanlara işletmekte zorlanıyoruz. Diğer insanlık gibi bu konuda kolay lokma olmuyorlar ve dindarlığa her geçen gün daha da yaklaşıyorlar. Yani biz kötülüğü arttırdıkça Müslümanlar dindarlığa yöneliyorlar. Bu planımız hep aksıyor ve ters tepiyor. Bunun için yeni bir metot önermenizi bekliyorum.
Şeytan o anda kızgınlıkla:
Dindar olsunlar; ama ahlaklı olmasınlar dedi.
Böyle bir dindarlığın bana zararı olmaz. Tam tersi planlarıma yararı bile olur. Kötülüğe gelince ben Müslümanları iyi tanırım. Kötülükte bunlar nazlanır. Pek yanaşmazlar.
Onun için  kötülüğü eğlenceli hâle getirin.
Firavun yanındaki Şeytanîlere döndü ve not alan Şeytanîye:
- Bu çok güzel bir fikir. Medyanın başındaki adamımıza söyleyin bu ibareyi bir doktrin hâlinde ilk önce:
  • Buna bağlı planlar hazırlasınlar.
  • Müslüman ülkelerinde bu planları uygulasınlar.
  • Kötülüğü hoş, eğlenceli ve sıradanmış gibi gösteren; insana öyle algılatan programlar, diziler, filmler yapsınlar.
  • Toplumun kınayacağı herhangi bir kötülük meydana geldiğinde de adamlarımızca kullanılan kişileri hoş gösterecek ve onları kınanmaktan kurtaracak bir kamuoyu oluştursunlar.
  • Tanınmış sanatçılar, gazeteciler, yazarlar, bilim adamları ve diğerleri kınanacak olan bu kötülüğü sıradanmış gibi Müslüman halka telkin etsinler.
  • Bunları uygularken de çağ dışı, medeniyet, özgürlük kavramlarını kullansınlar.
  • Bu duruma karşı çıkan âlimleri, kitleleri küçük düşürecek ve onların önünü kesecek yorumlar yapsınlar.
  • Bunlara komplolar kursunlar.
  • Aynı şeyi ahlak konusunda da düzenleyip ortaya koysunlar.
  • Ahlaksızlığı sıradan, olası, hoş, sevimli bir hâle getirip beyinlere bu şekilde algılatsınlar.
Söylediklerim kralımızın doktrinidir.
Firavun'un bu önerilerinden sonra İblis devam etti:
- Özellikle Müslüman toplumlarda   içi boşaltılmış ve tefekkürden, ahlaktan, mânâdan uzaklaştırılmış dindarlık akımını yayın.
Firavun tekrar katibine dönerek:
- Bunu zaten başardık sayılır dedi. Böyle bir akımı neredeyse yerleştirdik halk arasına.Samimiyetsiz Dindarlık: Camilerde, hacda bir araya gelen Müslümanlar hep içi boşaltılmış durumda. Aralarında hiç muhabbet yok. İşte bu olayı şimdi had safhaya çıkartın!

Bütün bu söylenilenlerle her şeyi daha iyi anlamaya başlamıştım. Birçok Allah dostu şöyle diyordu:
"Cami sadece namaz kılınan bir yer değildir."

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Nice Feryâd Edip Zari Kılam Ben

namaz ve sağlığımız

alt
Müslüman, beş vakit namazı, Allah Teala emrettiği için kılar. Cenabı Hakkın her emrinde bir çok hikmetler vardır. Namaz kılarken yapılması emredilen her hareketin, hem bedene hem de ruha sağladığı faydalar vardır. Namazın sağlığımız üzerindeki faydalarından bazıları şunlardır:
1. Namazda yapılan hareketler hafif olduğundan kalbi yormaz. Ve Günün değişik saatlerinde kılındığı için insanı devamlı zinde ve dinç tutar.
2. Namaz sebebiyle başını günde seksen defa yer koyan bir kimsenin beynine ritmik olarak kan fazla ulaşır. Bu yüzden beyin hücreleri yeterince beslendiğinden, Namaz kılanlarda hafıza ve şahsiyet bozukluklarına daha az rastlanır. Bu insanlar daha sağlıklı bir ömür geçirirler. Bu gün tıpta “demans senil” bunama hastalığına uğramazlar.
3. Namaz kılanların gözleri, muntazam olarak eğilip doğrulmaktan dolayı, daha kuvvetli kan deveranına malik olur. Bu sebeple göz içi tansiyonunda artma olmaz ve gözün ön kısmındaki sıvını devamlı değişmesi temin edilmiş olur. Gözü “Katarakt” veya “Karasu” hastalığından korur.
4. Namaz kılmaktaki izometrik hareketler, midedeki gıdaların karışmasına, safranın kolay akmasına ve dolayısıyla safra kesesinde birikinti yapmamasına, pankreastaki enzimlerin kolay boşalmasına yardımcı olacağı gibi, kabızlığın giderilmesinde de rolü büyüktür. Böbreğin ve idrar yollarının iyice çalkalanmasından, börekte taş oluşumunun önlenmesinde ve mesanenin boşalmasına da yardımcı olur.
5. Beş vakitte kılınan namazdaki ritmik hareketler, günlük hayatta çalıştırılamayan adale ve eklemleri çalıştırarak artoz ve kireçlenme gibi eklem hastalıklarını ve adale tutulmalarını önler.
6. Vücut sağlığı için temizlik muhakkak lazımdır. Abdest ve gusül, hem maddi hem de manevi bir temizliktir. İşte namaz temizliğin ta kendisidir. Zira hem bedeni hem de ruhi temizlik olmada namaz olmaz. Abdest ve gusül, bedeni temizliği sağlar. Namaz ibadeti insanı ruhen ve bedenen temizlemiş dinlendirmiş olur.
7. Koruyucu hekimlikte belirli zamanlarda yapılan beden hareketleri çok mühimdir. Namaz vakitleri, kan dolaşımını tazelemek ve teneffüsü canlandırmak için en uygun vakitlerdir.
8. Uykuyu tanzim eden en önemli unsur namazdır. Hata vücutta biriken statik elektriklenme, secde yapmakla topraklama yapmış olur yani statik elektrik boşalır. Böylece vücut tekrar zindeliğe kavuşur. (Hasan Yavaş, Namaz Kitabı, s. 134)
Kaynak: Osman ERSAN, Gözümün Nûru Namaz, Erkam Yayınları.

22 Temmuz 2012 Pazar

Dua ruhu doyurmak

Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara, çeşitli iç sıkıntılara yol açar.Dua ile en gizli, en mahrem duygularımızı dile getirir, içimizi boşaltır, ümidimizi kuvvetlendirir, korkularımızı hafifletiriz.İçimize eşsiz bir rahatlık verir, gerginlikleri gideririz.Duasız bir insan, ışıksız bir mahsene benzer.Dua ile kendimizi Allah’a daha yakın hissederiz.Duasız insan, yalnızlığın karanlık hapsi içinde çırpınan zavallıdır.Dua ile benlik davranışlarını aşabiliriz.Çünkü, dua, engel ve uzaklıklar tanımaz, zaman ve mekanlar ona engel olamaz.Dua ile sonsuz aczimizi yüce Allah’ın sonsuz kudretine bağlama saadetine ereriz.Dua ile ruh gücünü kanatlandırız.duada iç varlığımız aydınlanır.Duada kendi gücümüzle değil, Allah’ın sonsuz gücüyle meydan okuruz.Namazda “bana doğru yolu göster, beni eğri ve kötü yollardan koru, bana kuvvet ver” demek suretiyle bir taraftan kendinizi, insanlık haysiyetimizi koruyup yükseltmeye yöneltirken öbür taraftan sınırsız güçsüzlüğümüzü Cenabı Hakkın sonsuz kudretine bağlar, ruhumuza eşsiz bir enerji depo ederiz.
İbadet yapmamak ve dua etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice insanlar vardır ki, medeniyetin bütün lüks ve konforu ellerindeki servet ve imkanlar onları mutlu edememiştir.İç huzurdan yoksun olan bu biçareler, vicdanları ile baş başa kalmaktan korkarlar.Onların çılgınca eğlence ve kahkahaları, iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile kendilerini için için kemirmekten asla kurtaramaz.Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki, ruhunda beden gibi bir çok ihtiyaçları vardır.Bu hususları gözden uzak tutan yanlış düşünce ve hükümler, bugün insanlığı buhranlara sürüklemekte, kıvrandırmakta, onu gönül huzurundan yoksun bırakmakta ve felaketine yol açmaktadır.
Bu gün bir çok hastalıkları meydana getiren çeşitli mikroplar keşfedilmiştir.Bazen yıllarca bu mikroplardan beraber yaşarız; hastalanmayız da acaba neden günün birinde onların pençesi altında kıvranırız?. Çünkü, o ana kadar vücudumuzun savunma sistemi, mikropları alt edecek durumda idi. Peki, niçin bedenimizin direnci birden kırıldı?. Ruh ve beden tabeveti bunu da ruhi sebeplere bağlamak meylindedir.Şöyle ki: çeşitli ruhi gerginlikler, üzüntüler, korkular, ümitsizlik vücut müdafaasını üzerine alan hücrelere tesir ederek adeta onların direncini felce uğratıyor, böylece meydan mikroplara kalıyor, mücadeleyi kaybediyoruz.
Tatmin edilmemiş sonsuz istek ve arzularımız şuur altına atılarak bizde umulmayan zamanlarda çeşitli buhranlara,çeşitli iç sıkıntılarına yol açar.Dua ile en gizli en mahrem duygularımızı dile getirir,içimizi boşaltır,ümidimizi kuvvetlendirir,korkularımızı hafifletiriz.

Dua ile benlik duvarlarını aşabiliriz,çünki dua engel ve uzaklıklar tanımaz,zaman mekanlar ona engel olmaz.dua ile sonsuz aczimizi yüce Allah’ın sonsuz Kudretine bağlama saadetine ereriz.duada kendi gücümüzle değil,Allah’ın sonsuz Gücüyle meydan okuruz.

Bugün korkunun ruhi olmadığını sandığımız birçok hastalıklarda ruhi tesirin büyük rolü olduğu anlaşılmıştır.bugün ruh ve beden tabebeti(psikosomatik)denen bir ilim ortaya konmuş ve bu alanda dikkate değer araştırmalar yapılmıştır.mesela Rebecca Beard’ın eserinden şu satırları okuyalım.”Araştırıcılar kederin,herhangi bir heyecandan ziyade enerji sarfettiğini tesbit etmişler,şiddetli kederde beden kendine lazım olan enerjiyi sağlamak için kana bol miktarda şeker(glikoz) vermelidir,keder süresi aşırı dercede uzatılmazsa beden durumuna göre kendini ayarlar,fakat keder uzun süre içte saklanır ve beslenirse beden bildiği tek biçimde cevap vererek,bünye sarfiyatını daha fazla şeker vermekle telafi eder.heyecan karşısında bu tamamen normal bir faliyettir.işin anormal tarafı içte saklanan yani gönülde veya şuur altında tutulan kederdir ki;o takdirde vücut aylar veya yıllar boyunca kana durmadan kan şekeri yerleştirir.böylece pankreas üzücü duyguların gidişine ayak uyduramayarak yorgun düşer,hücreler vazifesini istenen şekilde yapamaz.şekerin yanmasına hizmet eden insülin yeterince kana verilmez sonuç olarak şeker hastalığı meydana gelir..bunun yanısıra tesiri fazla birtakım üzücü düşünce ve hadiselerin bizde meydana getirdiği heyecanların büsbütün körüklenmesiyle gereğinden fazla kan alan mide hücreleri proteinleri sindirmek için daha fazla asit klorhidrik salgılar.böylece fazla akan asit,midenin iç cepehesini tahriş eder,böylelikle ülser hastalığına yol açar.Sinir bozukluklarıda cabası..

Halbuki insan tesirinde kaldığı duygularını dua ve ibadetler ile yatıştırarak ve duyguları daha yüksek duygulara dönüştürerek şuur altını bundan temizler ve böylece hastalıklardan kurtulabilir,sürekli ve ısrarlı bir biçimde düşünme ve dua vasıtası ile inatçı benliğimizi yenerek bundan kurtulmayı başarabiliriz.

İbadet yapmamak ve dua etmemekten dolayı ruhları aç kalan nice insanlar vardır ki,medeniyetin bütün lüks ve konforu, ellerindeki servet ve imkanlar onları mesut edememiştir.iç huzurdan yoksun olan bu biçareler vicadanlarıyla başbaşa kalmaktan korkarlar.onların çılgınca eğlence ve kahkaları iç varlıklarında tutuşan yangını maskelese bile kendilerini için için kemirmekten asla kurtulamaz.Hatırdan hiç çıkarmamak gerekir ki ruhun da beden gibi birçok ihtiyaçları vardır.bu husuları gözden uzak tutan yanlış düşünce ve hükümler bugünün insanını buhranlara sürüklemede ve kıvrandırmakta,onu gönül huzurundan mahsun bırakmakta ve felaketine yol açmaktır.

İçimiz iman nuruyla parlamadıkça,ruh yaralarına merhem olan ilahi emirler yerine getirilmedikçe,ibadet ve dualarla içimizi aydınlatmadıkça ne içimizin kasveti kaybolur,nede dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşabiliriz.

Bugün birçok hastalıkları meydana getiren çeşitiı mikroplar keşfedilmiştir.bazen yıllarca bu mikroplarla beraber yaşarız,hastalanmayızda acaba neden günün birinde onun pençesi altında kalırız.?çünki o ana kadar vücudumuzun savunma makanizması mikropları altedecek durumda idi,peki şimdi niçin bedenimizin direnci birden azaldı..?ruh ve beden tabebeti(psikomatik)bunu da ruhi sebeblere bağlamaktadır.şöyleki:çeşitli ruhi gerkinlikler,korkular,imansızlık ve ümidsizlik; vücut müdafasını üzerine alan hücrelere tesir ederek adeta onların direncini felce uğratır,böylece meydan mikroplara kalıyor.şavaşı kaybediyoruz.
İbadetlerin bir hedefi de, insanı ruhen ve bedenen sağlam tutmak, ruhi ve bedeni hastalıklara karşı korumaktır; hatta malının sağlığını bile korumaktır.Çünkü namaz gibi ibadet, abdest ve yıkamayı ön şart kabul etmekle beden temizliğine, özellikle namaz ve oruç insanın ruhi temizliğine, zekat özellikle insanın malının temizliğine birer vasıtadır.Bu bakımdan, bütün ibadetleri terapi olarak tarif etmek mümkündür.
Bazı hastalıklar vardır ki, sebebi mikrobiktir ve insanın cismine arız olur.Bazı hastalıklarda vardır ki, sebebi mikrobik değildir, yani ruhidir ve insanın ruhi fonksiyonlarına ve yaşantısına arız olur.Fakat, ruhla beden arasında kesin ve kategorik bir ayrım olmadığından, bedeni bir hastalık bazen ruhi yaşantıya da hasta ettiği gibi, ruhsal bir hastalık bazen bedeni de etkileyebilir.O halde tam sağlıklı bir kişilik için, hem bedeni hem de ruhu dengeli bir şekilde sağlıklı tutmak gerekir.İslam, bir iman-ibadet sistemi olarak her türlü hastalığa karşı hem koruyucu bir hekimlik, hem de iyileştirici etkin bir ilaçtır.İman her şeyden önce insanın ruh ve kalp temizliği demektir.İnsan, Allah’a inanmakla benliğini başka şeylerden temizler, Allah şuurunu yerleştirir.Küfür ise kirlilik ve kalbin kararması demektir.İman, insanın güzel, temiz ve doğru fiiller yapmasına vesile olduğu halde genellikle insanın çirkin ve yanlış işler yapmasına sebep olur.İnanmakla insan iç huzura kavuşur, inanmamakla da iç huzursuzluğa girer.alıntı

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Orucunu Neyle Açardı?

Selman İbn-i mir (r.a.)¸ Resul-i Ekrem Efendimiz’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
"Sizden biriniz orucunu açacağı zaman hurma ile açsın. Çünkü hurmada bereket vardır. Eğer hurma bulamazsa¸ su ile açsın. Zira su temizleyicidir." (İbni Mâce¸ Sıyam: 24; Ebû Dâvud¸ Savm: 21)
Hadiste de ifade edildiği gibi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) orucunu hurma ile açardı. Hurma bulunmazsa su içerdi.
  • Oruç açarken hurma ile suyun tercihinde pek çok hikmetler vardır. Hurma¸ meyve oluşuyla birlikte aynı zamanda bir katıktır.
  • Bunun için ilk olarak hurma ile karşılaşan mide onunla bir süre gıda ihtiyacını giderir. Hurmanın bağırsakları çalıştırmasında¸ harekete getirmesinde de rolü vardır.
  • Su da maddî-manevî temizliği sağlar. Susuzluğu giderir¸ mideyi ferahlatır¸ rahatlatır.
  • Hurma ve suyun faydaları sadece bunlardan ibaret değildir. Daha bilmediğimiz pek çok fayda ve hikmetleri vardır. Peygamberimizin bizzat uygulamasını da farklı bir rivayette Hz. Enes (r.a.) şöyle anlatıyor: "Resulullah (s.a.v.) akşam namazını kılmazdan önce birkaç tane taze hurma ile orucunu açardı. Eğer taze hurma yoksa kuru hurma ile açardı. Kuru hurma bulamazsa da bir kaç yudum su yudumlardı." (Ebû Dâvud¸ Savm: 22¸ (2556); Tirmizî¸ Savm: 10)
Her yerde her zaman hurma bulunmayabilir¸ belki su da olmayabilir. Çünkü dünyanın her tarafında oruç tutan insanlar olabileceği gibi¸ her ülkenin ve bölgenin de kendine göre şartları vardır. Bunun için orucu başka bir yolla açmak da sünnette yer almaktadır.
Bu konuyu da Peygamberimiz açıklıyor:
"Peygamber (s.a.v.) üç hurma ile veya ateş dokunmamış bir şeyle iftar etmeyi severdi." (et-Tergîb ve’t-Terhîb 2:142)

Deylemi’nin Enes ibni Mâlik (r.a.)’tan rivayet ettiği bir hadiste ise Resulullah (s.a.v.) orucun rahat yolunu tavsiye ederek şöyle buyururlar:
"Dört şey yapan kişi orucu gayet rahat tutar:
  1. İftarı su ile açması¸
  2. sahuru terk etmemesi¸
  3. öğle istirahatını terk etmemesi¸
  4. güzel koku kullanması."
(Râmûzu’l-Ehâdîş Hadis no: 957)

20 Temmuz 2012 Cuma

ALLAHIMcc

ALLAHım!
Bildiğim tüm dillerde
sana dua etmek istiyorum.
Senin bize öğrettiğin
tüm şekillerde
sana kulluk yapmayı arzuluyorum.
Efendimize,ki sevgilindir, sevgilimizdir
tüm sevgi dolu sözcükleri adamak istiyorum.
Olan biteni, ki malumundur,
arz ediyorum:

Madden ve manen büyük bir buhran yaşıyoruz.
Benliğimizi yitirdik,
birliğimizi kaybettik, onurumuzu yitirdik.

Ey Yüce Rabbim!
Şüphesiz varlık senin kudret ellerinde.
Dilediğin gibi evirir çevirir,
Dilediğin şekle sokarsın.
Şartları lehimize döndür,
Bize maddi ve manevi zaferler nasip eyle.

“Kim tam bir imanla ve ecrini Allah’tan bekleyerek
Ramazan orucunu tutarsa,
onun geçmiş ve gelecek günahları mağfiret olunur.”
Ramazan ayının geldiği günlerden birinde
Resulullah (sav) şöyle buyurdular:
“Size Ramazan geldi.
O bir bereket ayıdır;
O ayda Allah sizi zengin edecek:
Rahmetini indirecek, hataları temizleyip dualara cevap verecek.
Allah sizin yarışınıza bakıp sizinle meleklerine övünecek.
O halde içinizdeki hayır arzularını Allah’a gösterin.

Bedbaht;
bu ayda Allah’ü Teala’nın rahmetinden mahrum kalandır.”

Teravih namazı kılma hassasiyetinizi bir daha gözden geçireceksiniz!!!

Teravih namazı kılma hassasiyetinizi bir daha gözden geçireceksiniz

Ramazan ayında kılınan teravih namazlarının her birinde ayrı bir hikmet olduğunu biliyor muydunuz?

İmam-ı Gazali Hazretlerinin "Ey Oğul" isimli arapça risalesinde geçen bu malumatlardan sonra teravih namazı kılma hassasiyetinizi bir daha gözden geçireceksiniz.

1. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ ol kimsenin cemî günahlarını bağışlar.
2. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ ol kimsenin anne babasının günahlarını bağışlar.
3. Gecesi kılsa; Melekler ol kimseye "Ey kişi sana müjdeler olsun hak teala senin amelini kabul edip umduğun devlete nail edip günahlarını af ve mağfiret etti" derler.
4. Gecesi kılsa; Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran-ı Kerim'i hatmetmişçe Hak Teâlâ Hazretleri ol kula sevap ihsan eder.
5. Gecesi kılsa; Mescid-i Haram'da ve Mescid-i Aksa'da, Mekke-i Mükerreme'de ve Medine-i Münevvere'de namaz kılmışça Hak Teâlâ hazretleri sevap ihsan ider.
6. Gecesi kılsa; Beyt'il Ma'muru tavaf etmişçe sevap ihsan eder.
7. Gecesi kılsa; Firavn gazasında Musa (a.s) ile beraber olmuş gibi ecir verilir.
8. Gecesi kılsa; Bedir gazasında Rasulullah (s.a.v) Hazretleriyle beraber olmuş gibi ecir verilir.
9. Gecesi kılsa; Hazreti Davud ile ibadet etmiş gibi ecir verilir.
10. Gecesi kılsa; Dünya ve ahiret selametliği ihsan ider.
11. Gecesi kılsa; Kabul olunmuş umre sevabı verilir.
12. Gecesi kılsa; Ol kimse Sırât'ı yıldırım gibi geçe.
13. Gecesi kılsa; Beyt-ül Mukaddes'i imaret etmiş gibi sevap verilir.
14. Gecesi kılsa; Kadir Gecesi'ni sabaha kadar ihya etmişçe hak teala hazretleri sevap ihsan eder.
15. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ Hazretleri ol kimsenin hâcetini ve duâsını kabul eder ve ahirette âli deracâat ihsan eder.
16. Gecesi kılsa; Dünyadan ahirete giderken ve kıyamet gününde kabrinden kalkarken "La ilahe illAllah muhammed ür-rasülullah" diyerek kalka.
17. Gecesi kılsa; Ol kimse dünyadan gitmez ta cennetteki makamını görmeyince.
18. Gecesi kılsa; Şehitlere gazilere verdiği ecir gibi Hak Teâlâ hazretleri ona ecir ihsan eder.
19. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ Hazretleri dünyada ve ahirette yardımcı olur.
20. Gecesi kılsa; Ol kimse dünyadan gitmez Peygamberimiz Muhammed (a.s)'ı düşünde görmedikçe ve ölürken Halet-i Nezi'de susamaz ve kabrinden kalkınca dahi susamayıp arş-ı ala'nın gölgesinde ola.
21. Gecesi kılsa; Yerde ve gökte ne kadar melek var ise cümlesi ol kul için istiğfar ederler ve dünyadan gitmez Allahü Teâlâ Hazretleri ol kuldan razi olmayınca.
22. Gecesi kılsa; Ümmet-i Muhammed'in yetimlerini ve dul hatunlarını doyurmuşça sevap verilir.
23. Gecesi kılsa; Ümmet-i Muhammed'den şesir olmuşlarını alıp azad etmişçe sevap verilir.
24. Gecesi kılsa; Berâtı sağ eline verile.
25. Gecesi kılsa; Ol kimse ölürken Melek'ül-Mevt ona güzel surette gele ve cennet taamlarını müjdeleyerek ruhunu kabz eder.
26. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ Hazretlerinin emriyle melekler ol kimseyi ölürken Şeytanın şerrinden muhafaza ederler.
27. Gecesi kılsa; Hak Celle ve Âlâ Hazretleri emr eder cehennem kapıları ol kul için kapanır.
28. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ Hazretleri Cennetin Rıdvan'ına emreder "Cennet kapılarını aç, ol kulum hangi kapıdan dilerse girsin"
29. Gecesi kılsa; Hazreti Eyyüp (a.s)'ın dert belasına sabr eyledi mukabelesine verilen misl'ü ecir ol kula verilir ve cemi günahı afv olunur.
30. Gecesi kılsa; Hak Teâlâ Hazretleri nin emriyle arşı alanın altından bir münadi nida eder ki "Her gece teravihi kılan kullar cehennemden azad olmuş kullardır korktukları cehennemden kurtulup umdukları devlete cennet ve cemale nail oldular…" Ve Hak Teâlâ Hazretleri azâmet ve şanıyla buyurur ki; "İzzet ve Cemâlim hakkı için bu kuluma affım ile muamele eyledim. Cehennem ateşini onun vücuduna haram kıldım." Sonra Hak Teâlâ Hazretleri emreder de o kulun cehennem azabından kurtulduğuna ve sırat köprüsünü kolayca geçmesine dair bir berat yazılır, eline verilir.

Kim ki tam bir ihlâs ve itikâtla Ramazan-ı Şerif'te 30 gün teravih namazını kılarsa Allahü Teâlâ bu sevapları o kuluna ihsan buyurur.
Bunda şek ve şüphe olmasın!

Ey Oğul (Eyyühe'l-Veled) Risalesi
Hüccet'ül-islâm İmâm-ı Muhammed Gazâlî (r.a)



“Her kim Ramazan ayında hak olduğuna inanarak ve riya karıştırmayarak Allah rızası için kâim olursa (teravih kılarsa) onun geçmiş günahları bağışlanır.”
(Hadîs-i Şerîf, Müttefekun aleyh)

TERÂVÎH NAMAZI NASIL KILINIR?

Terâvîh namazı, Ramazan ayına mahsûs, yirmi rek’atten ibâret bir sünnet-i müekkededir. Bu namaza Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile dört halîfesi (rıdvânullâhi aleyhim) devâm etmişlerdir. Terâvîhin cemâatle kılınması da, sünnet-i kifâyedir. Mescidlerde terâvîh namazı cemâatle kılındığı hâlde, bir özrü olmaksızın cemâati terk edip bu namazı evinde kılan kimse, fazîleti terk etmiş olur. Bu kimse evinde cemâatle kılsa, cemâat sevâbını alırsa da, mesciddeki cemâatin fazîletine eremez. Çünkü mescidlerin fazîleti daha fazladır.
Terâvîh namazını, her iki rek’atte bir selâm vererek on selâm ile bitirmek daha fazîletlidir. Dört rek’atte bir selâm da verilebilir. 
Terâvîh namazı, iki rek’atte bir selâm verilince, akşam namazının iki rek’at sünneti gibi kılınır. Dört rek’atte bir selâm verilince, yatsı namazının dört rek’at sünneti gibi kılınır. Cemâatle kılındığı zaman, cemâat hem terâvîhe, hem de imâma uymaya niyet eder. İmam da kırâati âşikâre (sesli) okur. 
Terâvîh namazında imâmın güzel sesli olmasından ve hızlı okumasından ziyâde, okuyuşunun düzgün olmasına îtinâ gösterilmelidir.
Bir kimse, imâm yatsı namazını kıldırıp terâvîhe başlamış olduğu sırada mescide gelse, önce yatsı namazını kılar, sonra terâvîh için imâma uyar. Terâvih son bulunca noksan rek’atleri tamamlar. Sonra da vitir namazını kendi başına kılar. Evlâ olan budur. Bununla beraber vitir namazını imam ile beraber kılıp, sonra terâvihi tamamlasa da câiz olur.
Terâvih namazını imam ile kılmayan kimse, vitir namazını imâm ile kılabilir.
İmâm ve cemâat, yatsı namazını cemâatle kılmamış olursa, yalnız terâvîh namazını cemâatle kılamazlar. Çünkü terâvihin cemâatı, farzın cemâatına tâbidir.
Terâvîh -orucun değil- vaktin sünnetidir. Mâzeretinden dolayı oruç tutamayanlar terâvîhi kılmalıdırlar.

13 Temmuz 2012 Cuma

hayatın görünmez güveleri


Mark Twain’in düşündürücü bir lafı var. “İsteklerinizi, hayallerinizi küçümseyen kişilerden mümkün mertebe uzak durun!” “Ruhu küçük insanlar başkalarını da daraltmak, azaltmak ister” diye devam eder söze dünyaca ünlü romancı.
Küçümserler her şeyi ve her emeği.
Her kelimeleri ağılı.

Ruhu engin insanlar ise kendiliğinden destek verir etraflarındakilere. Sadece yakınlarını ya da kendi dostlarını, akrabalarını değil, birilerini kayırmak anlamında değil, bizatihi yaratıcılığı teşvik ederler; her nerede görürlerse görsünler.
O yüzden kimlerle arkadaşlık ettiğimiz, vakit geçirdiğimiz ve kimlerin lafını/eleştirisini ciddiye aldığımız hususunda seçici olmak en iyisi, şayet akıl ve ruh sağlığımızı muhafaza edebilmek istiyorsak.
Mark Twain bizim memlekette yaşasaydı çok daha keskin bir üslupla zikrederdi herhalde tüm bunları.
Halbuki bizler ekseriya unutuveriyoruz bu kadim kuralı. “Başkaları ne der, aman elâlem laf eder” kaygısı camdan bir duvar gibi dikiliyor önümüzde. Çöküyor olanca ağırlığıyla üzerimize. Küçümsenme, beğenilmeme, en nihayetinde anlaşılmama korkusu o kadar ağır basıyor ki ayaklarımız geri geri gidiyor her işte. Hayallerimizi, uçuk kaçık emellerimizi naftalinleyip kaldırıyoruz zihnimizin dolaplarına. Orada çürüyorlar usulca. Gün ışığı görmeden senebesene.

Nice sonra açıp bakıyoruz ki güve yemiş planlarımızı. Biz yaşlanırken onlar da bir kenarda kuruyuvermiş. Hayatın görünmez güveleri var, yer bitirirler insanın özgüvenini.
Amerika’da ders verdiğim yıllardı. Arizona’da sakin bir öğleden sonra. Sınıfta 20 civarında öğrenci. Çoğunluğu kadın. Onlar sırayla konuşuyor, ben not alıyorum. Öğrenciler ateşli, heyecanla söze karışıyor, hatta bazen sabırsızlıktan birbirlerinin sözünü kesiyorlar. Tartışma konumuz “Kültürel farklılıklar mı daha önemli günümüzde yoksa evrensel değerler mi?” Dikkatimi çeken bir nokta var: Öğrencilerin önemli bir kısmı önceki hafta verdiğim okumaları tamamlamadan gelmiş, belli ki tembellik etmiş. 50 küsur sayfa vardı okunacak. Şöyle bir bakmışlar en fazla. Ama her birinin bir kanaati var. Hem kanaati, hem de özgüveni.
Bundan çok değil iki sene evvel, benzer bir sahne hatırlıyorum. İstanbul’da bir özel üniversitede. Konu da benzer. Ama ortam farklı. Bu sefer öğrenciler okumaları yaparak gelmişler sınıfa, verdiğim metinlerin çoğuna vâkıflar. Ne var ki iş tartışmaya gelince hep aynı kişiler söz alıyor, hep aynı erkek öğrenciler fikir beyan ederken diğerleri sadece dinliyor. Bilhassa kız öğrencileri konuşturmak ne kadar zor. Dersten sonra bir kız öğrenci yaklaşıyor yanıma. Akıllı, bilgili biri. Konuyla ilgili düşüncelerini açıyor bana. “İyi ama neden derste söylemedin bunları?” diyorum.

“Paylaşsaydın ya arkadaşlarınla.” Gülümsüyor, mahcup. Omuz silkiyor. Takılır aklıma, nedir özgüvenimizi örseleyen? 19 yaşında Amerikalı bir kız öğrenci, hocanın salık verdiği okumaların belki de hiçbirini yapmadığı halde rahatlıkla sınıfta söz alıp tartışırken, yaşıtı ve hemcinsi bir Türk öğrenci, üstelik konuyu gayet iyi bildiği halde neden susar, neden dinlemeyi tercih eder?
Kız çocuklar erkek çocuklardan daha çabuk olgunlaşıyor, daha çabuk büyüyor. Yani bir anlamda hayata daha önde başlıyor. Sonra… Toplum, eğitim, aile, adım adım azaltıyoruz kendilerine olan güvenlerini. Öyle ki buluğ çağına vardıklarında o eski yaratıcılıklarından, girişkenliklerinden eser kalmamış oluyor çoğu zaman. Geri çekiliyorlar. Lise, üniversite aşamasına geldiklerinde büsbütün isteksizleşiyorlar kamusal alanda konuşmak konusunda. “Başkaları beğenmez” kaygısı değil mi bizi bu kadar ürkekleştiren? Neden hep dinlemeyi tercih ediyoruz, bir fikrimiz olduğu halde, birçok fikrimiz olduğu halde? Dışarıda dinleyici, kendi evlerinde konuşkan kadınlar…

Elif Şafak - Hayatın Görünmez Güveleri.
 

cumanız mübarek olsun


3 Şey Hakkında

Köy sakinleri yağmur 
duasına çıkmışlardı. Bütün köy ahalisi toplandı. İçlerinden sadece birinde şemsiye vardı.

Bu İNANÇ tır.

Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşübileceğini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır.

Bu GÜVEN dir.

Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair teminatımız yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız.

Bu ÜMİT tir.

Ve bu üçü varsa hayatınız güzeldir..
.üstün dökmen

12 Temmuz 2012 Perşembe

Değer Bilmek


Günümüz insanı her şeyin fiyatını biliyor ama
hiçbir şeyin değerini bilmiyor.
Gerçek Değerini Bilmek İster misin?
Şâzelî tarikatının önde gelen simalarından Ataullah İskenderi ne güzel söylemiş: “Allah katında değer ve kıymetini öğrenmek istiyorsan seni hangi işte çalıştırdığına, seni hangi halde bulundurduğuna bak.”
İnsanın çalıştığı işin değeri, çok para getirip getirmemesiyle ölçülmez. Kur’ân tabiriyle “salih amel” olmasıyla ölçülür. Önemli olan, işin hayırlı ve insanlara yararlı olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in ifadesiyle “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” Başka bir hadislerinde Allah Resûlü şöyle buyurmuşlardır: “Allah’ın öyle kulları vardır ki, onları insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İhtiyaç halinde insanlar onlara sığınırlar.”
Allah insanı temiz ve mükemmel yaratmış, yeryüzünde kendisine “halife” namzedi yapmıştır. Yaratıkların en şereflisi olarak yaratılan insanın, bu imtiyazı koruyup geliştirmesi büyük ölçüde kendi tutum ve gayretine bağlıdır. “Ahsen-i takvim” iken “esfel-i safilin” olması da mümkündür. İmtihan için gelinen bu dünyada kazanmak da kaybetmek de söz konusudur. En büyük kazanç dünya ve âhiret saadetine ermek, en büyük kayıp ise dünya ve âhiret mutluluğunu kaybetmektir. Ebedi hayat âhiret hayatı olduğu için ebedi kazanç veya ebedi kayıp da âhiretle ilgilidir.
İnsan her türlü olumsuz şartlara rağmen kendini değerli kılma şansına sahiptir. Batılı bir şair şöyle söylemiş: “Dağ tepesinde bir çam olamazsan, vadide bir çalı ol. Fakat oradaki en küçük çalı sen olma. Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver. Bir misk çiçeği olamazsan bir saz ol. Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın. Hepimiz kaptan olamayız. Tayfa olmaya mecburuz. Dünyada hepimiz için bir yer var. Yapılacak büyük işler, küçük işler var. Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir. Cadde olamazsan patika ol. Güneş olamazsan yıldız ol. Kazanmak veya kaybetmek ölçü değildir. Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın.”
İnsanın gerçek değeri, kendine bu değeri veren Yaratıcıyı tanımak, ona kul olmak, O’na “halife”olma yolunda gayret sarfetmekle ortaya çıkar. Allah’a iman asıl, fakat bu imanın tezahürü olan amel de vazgeçilmezdir. Hayat iman ve ibadettir. İnsanın görevi iman ve amel kalitesini artırmaktır. Dünyaya gelmekten maksat da budur. “Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 2) Kaliteyi artırmadan geçen gün zarardır. “İki günü müsavi olan zarardadır.” buyuran Hz. Peygamber de hayat kalitesine işaret etmiştir. Kullanılmayan enerji, ekilmeyen toprak, işlenmeyen maden neye yarar? Elmas da olsa, altın da olsa işlenip kullanıma sunulmazsa ne değer ifade eder?
İnsanın “son kullanma tarihi” yoktur. Zira insan dilini hareket ettirebildiği, başını oynatabildiği sürece yararlı olabilir. Nasihat eder, dua eder, selam verir, tebessüm eder. Bunlar da sadakadır. Yararlı ameldir. Ashab-ı Kiram, işi ve ihtiyacı olmadığı halde sırf selam vermek için yollara, caddelere çıkarlarmış. İnsanları rahatsız edecek bir şeyi yoldan uzaklaştırmak bile imanın şube ve alâmetlerinden sayılmıştır.
Hayatı değerli kılmak değerli işlerle mümkündür. Hayatını insanlara ve diğer canlılara ve hatta cansızlara hizmete vakfetmiş kimselerle katiller, hırsızlar, tefeciler ve çeteciler elbette aynı derecede olmayacaktır. İyilerle kötülerin, değerlilerle değersizlerin aynı kefeye konması hem insanların hem de Allah’ın adaletine aykırıdır. “Şüphesiz Allah iyilik yapanları mükâfatlarını zâyi etmez. Küçük ve büyük Allah yolunda harcadıkları her bir harcama ve aştıkları her bir vadi onlar için yazılır ki, Allah kendilerini, yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandırsın.” (Tevbe, 120-121) “Yoksa o kötülük işleyen kimseler, kendilerini hayatlarında ve ölümlerinde iman edip, salih amel işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Onlar ne kötü hüküm veriyorlar” (Câsiye, 21-22) “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun mükafatını görür. Kim de zerre kadar bir kötülük yapmışsa onun cezasını görür.” (Zilzal, 7-8)
İnsan değerli işler yaptıkça kendi değerini artırır. Onurlarını paraya, mevki ve makama, şehvet ve şöhrete değişenler ucuz insanlardır. Maddi değerler böyle insanların kendilerinden daha değerlidir. Üzerindeki elbise, altındaki araba, cebindeki para kendinden daha değerli olan sözde insanlar ne kadar da sefil ve rezildir. Hz. İsa ne güzel söylemiş: “Hayat yiyecekten ve beden giyecekten daha üstün değil midir?” (Matta, 6/25)
Hz. İsa iki yüzlü Ferisîleri şu sözleriyle kınamıştır: “Siz, badanalı kabirlere benzersiniz ki, dıştan güzel görünürler. Fakat içten ölü kemikleri ve her türlü murdarlıklarla doludurlar.” (Matta, 23/27)
İnsanın en önemli görevi insanlık onurunu ve şerefini korumaktır. Filozof Epiktetos ne güzel söylemiş: “Yiyecekle bir şeyin olmadığını ve bana, bunu temin için iğrenç işlere, efendinin oturağını tutmaya kadar tenezzül edip etmemek mi lazım geldiğini soruyorsun? Bu hususta sana ne söyleyebilirim? Bazı insanlar oturak tutmayı açlıktan ölmeye üstün tutarlar. Bazıları da oturak tutmaya katlanmazlar. Bu meselede görüşü alınacak ben değil, sensin. Kendi kıymetini tart ve karar ver. İnsanlar kendilerine ya çok pahalı veya çok ucuz kıymetler biçerler. Herkes kendine ne kıymet biçerse pahası da odur. Binaenaleyh istersen kendine hür, istersen esir olarak kıymet biç. Bu senin elindedir.”
Aşk ve tefekkür adamı Muhammed İkbal bu hususta şunları söylüyor: “İnsan şahsiyetini kaybettiren, hürriyet ve şerefine gölge düşüren bir rızık öldürücü bir zehirdir. Gerçek secde Allah’tan başkasının önünde eğilmekten alıkoyan secdedir. Başkasının önünde eğildin mi ne kalbin ne vücudun senindir.”
Gönüller sultanı Mevlâna’ya kulak verelim: “Sen kendin altın madenisin ama kendinden haberin yok. Hazine arayacağına içindeki gizli hazineyi ara. İnsanın değeri, kendini aşabilmek, eskimeyen değerlere erişebilmekle artar. İlahi aşkı yaşamak bir bakıma ölümsüzlüğe ermektir.” Mevlâna bu aşkın önemini şöyle ifâde ediyor: “Aşık olmayan kişi padişah bile olsa, o ipek kefene sarılmış, mezara gömülmüş bir ölüden başka bir şey değildir.
Bu dünyada boğaz derdine düşenler, sadece yemeyi içmeyi düşünenler öküzleşirler, eşekler gibi ölürler. Teni besleyip şişmanlatmaya bakma. Çünkü o sonunda mezar kurtlarına yem olacak. Sen gönlünü manevi gıdalarla beslemeye bak. Çünkü yücelere gidecek olan odur. Gideceği yere güçlü kuvvetli gitsin. Şu hayvana bak. Başka yerde, otlamakla meşguldür. Sen hayvan değilsin. Âdem soyundansın. Başını göklere kaldır. Gönül diriliği insanın, ten diriliği hayvanın sıfatıdır. Geçici sevdaların peşinde koşma. Ebediyyen seninle olacak dostu ara. Cihan senin için yaratılmıştır. Efendilik varken kulluk niye? Lokmanın esiri olursan, lokmanın karanlığında sevinirsin, toprağa lokma olursun.”
Sözün özü şudur: İnsanın gerçek değeri, kendisini değerli kılan “İlahi nefha”yı korumak, çamurdan, balçıktan kurtulmak, vatan-ı asliye doğru yol almaya çalışmakla, ayağı verene doğru yürümek, gözü verene doğru bakmakla artar. Fânî eğer Bâkiye yaklaştırıyorsa değerlidir. Herkesin değeri, aradığı şeyle, peşinde koştuğu hedefle ölçülür.
Sözlerimizi Merhum Akif’in sözüyle noktalayalım: “Can, cihan hepsi de boş, ‘gaye’dedir varsa hayat.”
Ali Rıza Temel
Altınoluk dergisi 2005 - Eylul, Sayı: 235, Sayfa: 010