4 Ağustos 2010 Çarşamba

GAFLET

GAFLET
Yolu engin sahrâlara uğrayan bir seyyah, dalgın dalgın yürürken vahşî bir hayvana rastladı ve canhıraş bir telaşla kaçmaya başladı. Fakat ne kadar hızlı koşsa da kurtulamayacaktı. Bu sebeple kendisini, karşısına çıkan bir kuyuya hiç düşünmeden bırakıverdi. Aşağı doğru düşerken de kuyu duvarında büyümüş olan bir dal gördü ve ona tutundu.

Fakat o ne; tutunduğu dalı biri siyah, biri beyaz iki fâre hiç durmadan kemirmekteydi. Kuyunun dibine baktı; bir ejderha ağzını açmış onun düşmesini bekliyor, ayrıca yuvalarından başlarını çıkarmış dört yılan var!..

Bu ahvâlin dehşet ve vehâmetini farkeden adamcağız, büyük bir korku ve endişeye kapıldı. İçine düştüğü şu durum, ne küçük bir ihmâle ne de vakit kaybetmeye müsâitti. Bir an evvel, yâni fareler tutunduğu dalı kemirip bitirmeden önce kuyudan çıkmalıydı…

Garip adam, bu vaziyetin ciddiyet ve tehlikesini düşünürken o esnâda kuyu duvarının kendisine yakın bir yerinde iştah açıcı güzel bir petek gördü. Canı çekti ve içinden:

“–Şu garip yerde böyle güzel bal!.. Durumum uygun değil ama, hiç olmazsa tadına bakayım; ondan sonra vakit kaybetmeden yukarı çıkarım!” dedi.

Bala uzanıp ondan tattığında da öylesine bir haz aldı ki:

“–Böyle balı bir daha nerede bulurum; hazır onu elde etmişken biraz daha yiyeyim!” demeye başladı ve kendisini balın lezzetine kaptırdı.

Böylece aklını, fikrini, gönlünü ve gözünü bala çeviren bîçâre, içinde bulunduğu durumla ilgili hiçbir şey düşünmez ve kurtuluş çâresi aramaz oldu. Bir devekuşu nasıl başını kuma sokup etrâfından ve kendisinden haberdar olmazsa, o da aynı şekilde âdetâ başını bala gömmüş, başka hiçbir şeyi görmez olmuştu. Ancak onun bu vurdumduymazlığı ne farelerin dalı kemirmesine, ne de ejderha ve yılanların pusuda beklemesine elbette ki hiçbir şekilde tesir etmedi. Nihâyet kemirilen dal koptu ve gâfil yolcu, kuyunun dibine düşerek helâk olup gitti…

Bu kıssadaki kuyu ve âfetler, dünyâ hayatını; ejderha ve yılanlar, dünyevî ve nefsânî kötü sıfatları; bal, aldatıcı fânî lezzetleri; dal, ömrü; beyaz ve siyah fare de gece ve gündüzü, yâni ömrü eriten zamanı temsil eder. Seyyah da, bu şartlar içinde şu imtihân âlemine gelip geçen bir yolcudur ki, eğer gaflete dalarsa onu bekleyen netice helâkten başka bir şey değildir.

Bu durumda beşer için en mühim husus, birgün nedâmet tuğyânları ile ağlatacak olan her türlü gafletten korunmasını bilmek, ebedî huzûr ve sürûra garkedici yüce kurtuluşa nâiliyet yolunda gayret etmek olmalıdır… Zâten insanın yaratılış gâyesi ve içinde bulunduğu ahvâl, bunu îcâb ettirmekte değil midir?

Mâlumdur ki her mahlûkun seâdeti, kendi yaratılışındaki gâyeye uygun olarak yaşaması ile tahakkuk eder. Cihanın en üstün varlığı insan olduğundan onun seâdeti de, yaratılış sebebinden haberdâr olması, davranışlarını buna göre tanzîm etmesi, içinde bulunduğu fânî âlemin ve onun gel-geç sevdâlarının nefisle el ele vererek hazırladığı tehlikeli tuzaklara karşı uyanık olmasıyla mümkündür. Bu da, kimin mülkünde yaşadığı ve kimin verdiği rızık ile hayâtını devâm ettirdiğinin idrâki içinde kulluğa yakışır bir mâhiyette derin, ince, zarîf, şükrânî ve istikâmet üzere amel-i sâlihlerle müzeyyen bir hayata bağlıdır.

Yoksa ahsen-i takvîm (varlıkların en şereflisi) vasfıyla yaratılan insanın, Allâh’tan uzak, kendini bilmez ve öz cevherinden lâyıkıyla haberdâr olmaksızın yaşaması, yukarıda geçen misâldeki gibi şiddetli bir gaflet olur ki, bu, hayat adına hüsran dolu bir sürünme ve pek acı bir sefâlettir. Hüdâyî Hazretleri, ahsen-i takvîm olarak yaratılan kulun bu hâle düşmemesi için îkaz sadedinde şöyle der:

Gidenleri görmez misin?

Yer altına girmez misin?

Hakk katına varmaz mısın?

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Tâat kapusın kaparsan

Doğru yolundan saparsan

Nice bir mala taparsan

Nic’olur hâlin ey gâfil?

Nefsin hakîkatini, cihandaki durumunu, hayata doğup bir müddet sonra ölümün girdaplarına atılmanın hikmet ve gâyesini bilmeyen gâfil bir yolcu olmak, ne hazin bir aldanıştır. Bu aldanışa kapılmak, âhiretin tarlası olan şu dünyâdaki ebedî kazanç fırsatını kaçırmaktır. Yûnus Emre Hazretleri, halk arasındaki yaygın tâbirle “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kabîlinden “henüz fırsat eldeyken uyan” dercesine nefsine şöyle seslenir:

Nice bir uyursun, uyanmaz mısın?

Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.

Çağrışır tellâllar inanmaz mısın?

Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.

Yûnus sen bu dünyâya niye geldin?

Gece gündüz Hakk’ı zikretsin dilin.

Evliyâya uğramaz ise yolun,

Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.

Meçhul bir âlemden birer birer gelen ve bir müddet imtihan şartları içinde yaşadıktan sonra yine teker teker dünyâ sınırından çıkıp uhrevî âleme göçen insanoğlunun bu geliş ve gidişindeki hikmet ve sırrı anlamak istemeyen gerçek bir mütefekkir ve münevver düşünülemez.

İnsanlık hakîkatine nüfûz edebilmek, hayat ve ölümün mânâsını kavrayabilmek, ancak bu işâret ettiğimiz vasıftaki gafletten kurtuluşun bir neticesidir ki, bu da, ilâhî bir nûr ile parlayan selîm bir muhâkeme, geliştirilmiş bir kalb ve ifsâd edilmemiş bir vicdan işidir.

Cehâlet, şehvet, kibir, gurur, hırs, cimrilik, hased, israf ve öfke gibi fıtrî temâyüller, gafletin helâk edici tezâhürleridir. Bu girdaplarda boğularak insanlık şerefine vedâ etmek, büyük bir hüsran ve aldanıştır. Bu aldanış sebebiyledir ki, içlerdeki nefs denilen âleme gâfilâne ve mecnûnâne bir sûrette temâyül neticesinde meydana gelen günâhlar, Hakk ve hakîkate perde olur. İnsanlık şeref ve haysiyetine halel gelir. Rûhlar, karanlığa bürünür. Yaratan unutulur, günâhlara gark olunur.

Bu hâle düşenler için âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

“...Allâh’ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!..” (ez-Zümer, 22)

Gerçekten de vicdanlarda ahlâkî destek azalınca, ince düşünüş ve rûhî derinlik kaybolur. İstikamet sahibi olabilmek husûsunda ciddî bir zaaf ortaya çıkar. Günâhlar, tatlı bir meltem rüzgârı gibi nefislere hoş gelir. İnsan kendi ayıplarına karşı âmâ olur. Nasıl ki, parmakları cerâhatli bir kimse yemek yerken elindeki cerâhatler kendisini tiksindirmez ve karşısındakinin tiksindiğinin de ekseriyâ farkına varamaz ise, nefsin sultası altında yaşayan gâfillerin de hatâları kendilerini rahatsız etmez. Onlar, mârûz kaldıkları ve etrâfa verdikleri zararın da farkına varmazlar. Çünkü gaflete bir zırh gibi bürünenler, Hakk ve hakîkat karşısında sağırlaşır ve âmâlaşırlar. Cenâb-ı Hakk onlar için:

“Onlar, sağırlar, dilsizler ve körlerdir…” (el-Bakara, 18) buyurmaktadır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Allâh rızâsından uzak, riyâya bulanmış, gaflet içinde ve nefsî menfaatler mukâbilinde yapılan bir hasta ziyâretindeki gâfil ziyâretçi ve gâfil hastanın gaflarını mizâhî bir tarzda şöyle anlatır:

Anlayışlı, hâl hatır, yol yordam bilen birisi, gaflet içinde bulunan bir sağır ahbâbına:

“–Komşun hastalanmış, haberin yok mu?” dedi.

Gâfil sağır, kendi kendine ziyâretinin muhâsebesini yapmaya başladı:

«Tut ki komşumu ziyârete gittim. Bu sağır kulakla, o hasta gencin ne dediğini ben nasıl anlarım?» dedi.

Sonra:

«Hem insan hasta olunca, sesi de kısık, zayıf ve yavaş çıkar. Bu durumda onun sözlerini hiç anlayamam.» diye düşündüyse de:

«Fakat komşudur, çâresiz gitmem lâzım. Aksi hâlde herkes beni ayıplar, itibârımı kaybederim.» diyerek gitmeye karar verdi.

Ardından da şöyle bir plan yaptı:

«Ben onu ziyârete gittiğimde, dudaklarının kımıldadığını görürsem, ne dediğini tahmîn yolu ile, çeşitli kıyaslarla anlamaya çalışırım. Hastaya duymadığımı da belli etmem. Zaten o da içinde bulunduğu ızdırabdan dolayı bunun farkına varmaz. Evvelâ:

“–Nasılsın ey benim dertli komşum?” derim.

O da, karşılık olarak elbette:

“–İyiyim, hoşum!” diyecektir.

Ben de:

“–Allâh’a şükürler olsun!..” derim.

Sonra:

“–Ne yemek yedin?” diye sorarım.

O:

“–Şerbet içtim, yahut mercimek çorbası yedim.” der.

Ben de:

“–Sıhhatler olsun, âfiyetler olsun!” derim.

Sonra:

“–Peki, hekimlerden kim geliyor? Kim bakıyor?” diye sorarım.

O da:

“–Filân geliyor.” diye cevap verir.

Ben de kuvve-i mâneviyyesini takviye için:

“–O hekimin ayağı çok uğurludur. İyi ki onu çağırmışsınız; o gelince işler yoluna girdi demektir.” derim.

O gâfil sağır adam, kıt aklınca bu tahmînî konuşma, kıyaslama ve bu suâl ve cevapları tasarladıktan sonra kalktı, hastayı ziyârete gitti.

Aynen tasarladığı gibi ilk önce:

“–Nasılsın ey benim dertli komşum?” dedi.

Binbir acı ve ızdırap içinde kıvranan hasta, inleyerek:

“–Çok fenâyım, sanki ölüyorum.” dedi.

Ancak bunu işitmeyen sağır, derhal daha evvel içinden kurduğu cevabı yapıştırdı:

“–Allâh’a şükürler olsun!..”

Hasta, bu söze son derece incindi, canı iyice sıkıldı. Komşusunun tezatlı hâlinden bir şey anlayamadı:

«Demek ki bu komşu, benim ölmemi istiyor!..» diye düşündü.

Bundan habersiz olan sağır, ikinci suâlini sordu:

“–Ne yedin?”

Zaten canı sıkılmış bulunan hasta kızgınlıkla:

“–Zehir, zakkum!” dedi.

Sağır:

“–Âfiyetler olsun!” deyince, hastanın öfke ve kahrı büsbütün arttı. Çünkü hasta, olgun kişilerden değildi.

Bundan sonra sağır:

“–Derdine çâre bulmak için hekimlerden kim geliyor? Seni kim tedâvî ediyor?” diye sordu.

Hastanın öfkesi had safhaya geldi. Tahammül edemeyip büyük bir gazapla haykırdı:

“–Kim olacak, Azrâîl geliyor! Haydi beni daha fazla çıldırtmadan defolup git buradan!” dedi.

Fakat gâfil sağır, adamın söylediklerini duymadığı gibi onun hâlinden de ne durumda olduğunu anlamıyor, habire tasarladığı cevapları sıralıyordu. Hafif hafif başını sallayarak hastaya bu defa:

“–Onun ayağı çok uğurludur. O geldiği için sevin, neş’elen!” cevabını verdi ve vazîfesini yerine getirmenin memnûniyetiyle hastanın yanından ayrıldı.

Evden çıkarken:

«İyi ki, böyle bir ziyareti gerçekleştirdim de itibârımı korudum. Hem de bir zavallının gönlünü almış oldum.» diyordu.

Oysa kıt akıllı ahmak ve gâfil sağır, bu ziyâretinden çok zararlı çıkmıştı. Ama o, gafletinden dolayı kendisinin kârlı çıktığını zannediyordu.

Onun ayrılmasından sonra derin bir nefes alan hasta da, komşusunun sağırlığını düşünmeyerek gaflet içinde kötü sözler söylüyor:

«Meğer çok iyi bir kimse olarak bildiğimiz şu komşumuz olacak adam, bizim can düşmanımızmış! Ne yazık ki, onun bir ezâ küpü ve bir cefâ kaynağı olduğunu bilememişiz!..» diyor, durmadan kahırlandıkça kahırlanıyor ve gâfil sağır komşusu hakkında bedduâ ediyordu.

Kendi kendine:

«Hasta ziyâretine gitmek ve hâl hatır sormak, gönül almak içindir. Bu adam ise, Allâh rızâsı değil, kul rızâsı için, hatır sormak da değil, hatır kırmak, düşmanlık etmek ve kötülük yapmak, sanki bir hastadan intikâm almak için gelmiş! Düşmanını hasta, zayıf ve bitkin bir hâlde görüp de kötü kalbini sevindirmek ve memnûn etmek istemiş! Halbuki ben onu komşuluk müddetince hiçbir zaman incitmedim!..» diyordu.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Sağır kişi gönül yapayım derken gönül kırdı. Tahmînî ve uydurmaca sözlerle hastanın kalbine ateşler düşürdü. Gösteriş için hasta ziyâretine gittiğinden kendi kendini günâha sokup yaktı.”

“O gâfilin yaptığı bomboş kıyaslar yüzünden on yıllık komşuluk hakkı ve ahbaplığı yok olup gitti.”

“Diğer taraftan hasta da, hiddetine mağlûb olup sabredemedi ve ilâhî nasîblerden mahrûm oldu. Hüsn-i zanna sarılmak sûretiyle gerçeği merak edip öğreneceği yerde sû-i zan çukuruna dalarak kendine yazık etti.”

“Bunlar gibi niceleri vardır ki, ibâdetleri ve beşerî davranışları Hakk rızâsı için değil, menfaat mukâbilidir. İçine nefs karışan ibâdetleri ile sevap kazanmaya ve dolayısıyla cenneti elde etmeğe çalışırlar.”

“Halbuki onların ibâdet diye yaptıkları işler, birer gizli günâh ve şirk-i hafî olmaktadır. Çünkü Hakk’tan gayrıyı hedef tutan ibâdet, suçtur. Gösteriş için kılınan namaz, dıştan temiz ve saf görünürse de içi gizli şirkle bulanmaktadır. Nasıl ki, içine bir damla necâset düşen bir menbâ suyu, lezzetini kaybederse, hasta ve gâfil kalble yapılan ibâdetler de böyledir.”

Diğer taraftan hikâyedeki sağırın kendi gâfil dünyâsına göre hastanın davranış ve sözlerini yorumlayıp hakîkat dışı neticelerle hareketlerini tanzîm etmeye çalışması, bugünkü mâneviyat sağırlarını tedâî ettirmektedir. Zîrâ günümüzün böyle birtakım mâneviyat sağırlarının, Kur’ân kursları ve İmam-Hatip mekteplerinin kapanmasına karşı duyarsız ve hissiz kalmaları başka türlü îzâh edilemez. Ayrıca bu târihî hatâ karşısında firâset sahibi halkın feryâd ü figânına sağır kesilerek “akı kara, karayı ak” olarak tefsîr eden gâfil idârecilerin anlamsız tavırları da, ne müthiş bir gaflet ve hüsrân örneğidir.

Dünyâ sofrasından şuûrsuzca istifâde edenler, fânî nîmetlerle bahtiyâr olmaya çalışırlar. Dünyâda nefsânî yaşamayı cennet hayâtı kabûl ederler. Lâkin bu ilâhî güzellikleri yağmalayanların acı bir muhâsebe ile karşılaşacakları mutlaktır.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gafleti, yâni dünyâya aşırı meyli şu şekilde tasvîr eder:

“Eğer bu âlemde muhtelif şerbetlerin en saf ve a’lâsını içip üzerine mûtenâ yemekler yesen, bil ki, rü’yâda yemiş ve içmiş olursun. Uyandığın vakit, bu âlemde yine aç ve susuzsun!.. Rü’yâda içmiş olduğun o şerbetlerin ve yediğin nîmetlerin sana aslâ bir faydası yoktur. Yâni dünyâ, uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir. Gerçekten de dünyâ ve onun nîmetleri şuna benzer ki, bir kimse, rü’yâda bir şey ister, ona verirler. Âkıbet uyanır ve rü’yâda nâil olduğu şeylerden hiçbir eser kalmaz. Bu dünyâ hâli, rü’yâda istenilen ve ancak rü’yâda nâil olunan fânî oyuncaklardan ibârettir.”

Allâh Teâlâ buyurur:

“(Ey Rasûlüm!) hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?..” (el-Câsiye, 23)

Hikâyede anlatılan baştaki kulak, birtakım harf ve sözleri işitip anlayabildiğini, yine o baştaki göz, bir şeyler gördüğünü zannedebilir. Lâkin gizli sırları ve sesleri işitmesi gereken gönül kulağı ne hâlde? İlâhî kudret akışlarını ve esrâr-ı ilâhiyyeyi seyredecek o kalb gözü ne âlemde? Eğer o kalb sağırsa ve o göz körse, bu durum, gâfili iki cihan bedbahtı eylemez mi?..

Rivâyete göre Yûnus -aleyhisselâm-, bir defasında Hazret-i Cebrâîl’e:

“–Bana yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.

O da, bir adam gösterdi ki, elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi ve gözü de kaybolmuştu. Şöyle demekteydi:

“Ey Allâh’ım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen ancak sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen de, ancak sen uzaklaştırdın. Ey Allâh’ım! Benim içimde sadece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca sana vâsıl olmaktır.”

Görülüyor ki kalb atışları, kul rızâsında değil de Hakk rızâsında olunca, niyetler ve ameller farklılık kazanmakta ve cennet va’dedilen ameller meydana gelmektedir.

O hâlde gafletten kurtuluş için kalbi tasfiye, nefsi tezkiye edip gönlü mâsivâdan boşaltmak ve kâinattaki kudret, hikmet ve zerâfet tezâhürlerini değişik manzaralar hâlinde gönülde seyredebilmek, zarûrîdir.

Mârifet ehli der ki:

“Ey mârifet yolcusu! Bu yolda; sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyânı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; ısrârı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle değiştirmedikçe mesâfe alamazsın!..”

Aksi hâlde insan, gafletten bir türlü kurtulamaz ve elindeki bir testi suyu bir ummân zannederek birçok hakîkat ve nasîblere karşı gözleri perdeli olur da gönlü, iki dünyâda da mahrûmiyyet içinde kalır. Böyleleri, daha yaşarken bile ölü olanlardır. Rivâyet edilir ki Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri bir cenâze namazında beş defâ tekbîr almıştı. Cenâze namazının dört tekbirle ikmâl edildiğini bilen cemaat bu duruma şaşarak sordu:

“–Ey Cüneyd! Cenâze namazında dört tekbirden fazlası görülmemiştir. Beşinci tekbir nereden çıktı?”

Hazret-i Cüneyd de şöyle buyurdu:

“–Aldığım dört tekbir, mevtâ içindi. Beşinci tekbiri de, bu mevtâdan daha ölü bir vaziyette bulunan şu diriler için aldım. Belki kendilerine gelip, ölüm gelmeden uyanırlar.”

Ahsen-i takvîm olarak yaratılan bir kulun gaflet içinde yaşayarak abeslerle meşgûl olması ve ömrünü hebâ eylemesi, insanlık şeref ve haysiyeti adına ne kadar abes bir hâldir.

Hüdâyî Hazretleri, bu abesliğe düşenlere şöyle seslenir:

Hakk’ı koyup bâtıla meyl ü muhabbet neden?

Tâbi-i şeytân olup fitne vü şirret neden?

Râh-ı salâha gidip sulh ve sülûk ehli ol,

Nefse uyup herkese hiddet ü şiddet neden?

Mülk-i Süleymân ile taht-ı İskender hani?

Bildin ise bunları, fânîye rağbet neden?

Bir nefis muhâsebesi tarzında söylenen bu ifâdeleri dâimâ tefekkür hâlinde olmak lâzımdır. Sâlih bir zâtın, dostuna yazdığı bir mektubunda söylediği şu hakîkatler ne kadar derin ve güzeldir:

“Nefsini hesâba çeken kazanır; gâfil olan hüsrâna uğrar. Merhamet eden merhamet bulur. Dikkatle bakan görür; iyice gören anlar; anlayan bilir; bilen amel eder; amel eden de iki cihanda selâmete ulaşır.”

Şu fânî âlemde bize düşen, beşerî tâkatler muhtevâsı içinde yaratandan gâfil, yaratılış sebebinden de habersiz olmamak; kalbî bir hayatla Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyyeye muhabbet ve râbıta; derin bir tefekkür ve bir vicdan muhâsebesidir.

Cihânın nîmeti olan insanın, Hâlık’ına yakın yaşaması gerekir. Hayatî kıymetleri veren, günâhları afveden, gönülleri ve sırları bilen Rabb’imize kulluk zarûrîdir. İbâdetlerin bir vakti vardır. Îmân ve kulluk ise, bütün bir ömre şâmildir.

Cenâb-ı Hakk, cümlemizi sırât-ı müstakîmde yürüyen uyanık ve diri gönül sahipleri olan dostlarının zümresine dâhil eylesin! «Dahîlek yâ Rasûlallâh!» sırrına mazhar kılsın!

Âmîn!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...