31 Ocak 2013 Perşembe

Erkan Oğur (Vokal) - Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem




Muhabbet bağında bir gül açıldı 
Bir derdim var bin dermana değişmem 
Yüküm lal-i gevher mercan saçarım 
Bir derdim var bin dermana değişmem 

Cemi kuşlar dile gelir yazım der 
Gövel turnam Şam'dan gelir güzüm der 
Benim yarelerim tuzum tuzum der 
Bir derdim var bin dermana değişmem
Garip bülbül gönlüm eğler ses ile 
Nicelerin ömrü gitmiş yas ile 
Aratıp bulduğum pir heves ile 
Bir derdim var bin dermana değişmem 

Mende eyder niyazım var özüne 
Güzel pir ayıbım vurma yüzüme 
Yarelerim hoş görünür gözüme 
Bir derdim var bin dermana değişmem 

Şah Hatayi'm muhabbete bakarım 
Men doluyum men dolana akarım 
Güzel pirim bir dert vermiş çekerim 
Bir derdim var bin dermana değişmem
Şah Hatayi

insan



İNSAN SURESİ
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1- Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti.
2- Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık.
3- Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.
4- Doğrusu Biz kafirlere zincirler, demir halkalar (tomruklar) ve çılgınca yanan bir ateş hazırladık.
5- Şüphesiz ki iyiler (ebrar), karışımı kafur olan bir kadehten içerler.
6- Allah’ın kullarının kendisinden içtikleri bir kaynak; onu fışkırttıkça fışkırtıp akıtırlar.
7- Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar.
8- Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler.
9- “Biz size, ancak Allah’ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür.”
10- “Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz’den korkuyoruz.”
11- Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.
12- Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir.
13- Orada tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler.
14- (Meyvelerin) Gölgeleri onlara pek yakın ve devşirilmeleri kolaylaştırıldıkça kolaylaştırılmış.
15- Çevrelerinde gümüşten billur kablar, kupalar dolaştırılır.
16- Gümüşten billur kaplar ki, onları belli bir ölçüyle tespit etmişlerdir.
17- Orada onlara bir kadeh içirilir ki, karışımı zencefildir.
18- Bir pınar ki orada “selsebil” olarak adlandırılır.
19- Çevrelerinde (gençlikleri ve dinçlikleri) ebedi kılınmış civanlar dolaşır-durur; sen onları gördüğün zaman saçılmış birer inci sanırsın.
20- Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün.
21- Onların üzerinde hafif ipek ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler vardır. Gümüşten bileziklerle bezenmişlerdir. Rableri onlara tertemiz bir şarab içirmiştir.
22- Şüphesiz, bu, sizin için bir mükafaattır. Sizin çaba-harcamanız şükre değer (meşkur:makbul) görülmüştür.
23- Gerçek şu ki, Kur’an’ı senin üzerine ’safhalar halinde bir indirme tarzıyla (tenzil)’ indiren Biziz, Biz.
24- Öyleyse, Rabbinin hükmüne sabır göster. Onlardan günahkar veya nankör olana itaat etme.
25- Ve sabah, akşam Rabbinin adını zikret.
26- Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzun uzadıya O’nu tesbih et.
27- Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar.
28- Onları Biz yarattık ve bağlarını sımsıkı bağladık. Dilediğimiz zaman da onları benzerleriyle değiştiririz.
29- Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir.
30- Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
31- Dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır.

30 Ocak 2013 Çarşamba

osmanlıda çocuk terbiyesi


Osmanlı'da Çocuk terbiyesi


Türkiye hemen hiçbir alanda “cevher insan” yetiştiremiyor… Oysa geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısından da son derece zengindir…
Şu halde Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar yetiştirmiş ceddimizin, çocuk eğitimi konusunda, bizimkinden farklı, ama daha iyi metotları vardı… Daha fazla vakit kaybetmeden bu metodolojinin kaynaklarına ulaşmamız ve güncelleyip çağa taşımamız gerekiyor.
Öncelikle şunu görmek gerekir ki, Osmanlı ailesi ve eğitimi, çocuklara müthiş bir özgüven veriyordu. Batılı yazarlardan M. de Thevenot, biraz da yadırgayarak bu özgüveni dile getiriyor:
…Türklerin kusurlarına gelince, son derece azametli, boylu-poslu oldukları için, kendilerini bütün milletlerden üstün tutarlar ve kendilerini yeryüzünün en cesur insanları sayarlar. Dünyayı kendileri için yaratılmış sanırlar.
Bundan dolayı da bütün diğer milletleri ve özellikle kendi dinlerinden olmayan Hıristiyan ve Yahudi milletleri toptan küçük görürler.”
Bu yaklaşım, Thevenot’un sandığı gibi “öteki“leri “küçük görmek” değildi elbet, kendini “olduğu gibi” görmekti. Şimdiki dilde buna “özgüven” diyorlar. Yani Osmanlı insanı dinine, milliyetine, milletine ve devletine inanıyor, bunlara inandığı için de kendine güveniyordu. Yılmaz ve yıkılmaz olduğunu düşünüyordu. Çocuklarını da bu öğreti ile yetiştiriyordu.
Sonuç olarak aile, mektep-muallim ve çevre el ele, Murad, Selim, Süleyman, Sinan gibi “cevher insan“a ulaşıyorlardı. Bu gerçeği, Batı hayranlarını da etkilemek amacıyla, dilerseniz Avrupalı gezginlerin, yazarların, diplomat ve araştırmacıların eserlerinden aktaralım.
Mesela, “Türkiye Seyahatnâmesi“yle meşhur Du Loir’ın 1650′lerdeki ahlâkımız hakkındaki hükmü şu:
Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
Bugünkü “siyasi” ve “medeni” hayatımız için aynı şeyi söyleyebilir misiniz?
A. L. Castellan’dan bir tespit:
Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi gösterirler.”
Modernleşme-medenileşme” amacıyla “Avrupalılaşma” sendromunun aileden dışlayıp yalnızlaştırdığı “dede” ve “nine“lerin boşluğu hiçbir şekilde dolmuyor… Çocuklarımız onların yoğun şefkat-sevgi sarmalında yumuşattıkları öğütlerinden ve deneyimlerinden mahrum büyüyor.
Eskiden böyle değilmişiz. Bunu bize Onyedinci Yüzyılda İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunan Sir James Porter (ki tam bir İslâm ve Türk düşmanıdır) söylüyor:
Osmanlılarda çocukların analarıyla babalarına karşı besledikleri hürmet, bilhassa şayan-ı takdirdir. İstanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığırından çıkmış evlâtlar az görülür…
Düşünüyorum da, bugün bir yabancı sefirin aynı tarz cümleler kullanmasını pek imkân dâhilinde görmüyorum. Çünkü biz kendi kültür ve medeniyet sisteminden koparılıp boşluğa fırlatılmış bir milletiz.
Sir James Porter’i dinlemeye devam edelim:
Osmanlılarda anne-baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlâtlık vazifesiyle alâkadar olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür…
Ne yazık ki, aile dışı bağlarımızdan sonra (komşuluk ilişkisi gibi) aile içi “sarsılmaz bağlılığı” da çoktan kaybettik. “Kuvvetli anne-baba sevgisini” ve “itaat duygusunu” gömdük. “Mürteci” derler korkusuyla arkalarından bir Fatiha bile okuyamıyoruz.
Osmanlı toplumuna hayranlık duygularını dile getiren sadece Sir James Porter değil elbet, pek çok Avrupalı gezgin böyle düşünüyor. Bunlardan biri de meşhur Fransız yazarlardan Dr. A. Brayer’dir. “Neuf années à Constantinople” isimli eserinde Osmanlı toplumunun sevgi, saygı ve dayanışma ruhundan, yardımseverliğinden, ikramından, çocuklarına düşkünlüklerinden ve insanı minnettar bırakan yardımseverliklerinden uzun uzun söz ettikten sonra işin özüne iniyor ve bütün bu mükemmelliklerin kaynağını açıklıyor:
Dinin mânen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket ediyorlar…
Kimi aydınlarımızın bir türlü gelmek istemediği bu noktaya bir yabancı gezginin üstelik 18. asırda gelmiş olması ilginç ve düşündürücüdür. Brayer, Osmanlı toplumunu yücelten esrarı keşfetmiş ve çekinmeden kitabına geçirmiştir.
Şöyle devam ediyor:
O su bentlerini, yol boylarıyla gezinti yerlerinde rastlanan sayısız çeşmelerle sebilleri, yolcuları barındırıp dinlendirmek ve yiyeceklerini temin etmek için yapılan o hamamlı, çok odalı ve etrafları sıra sıra dükkânlı hanları kuran da o ruhtur…
Hangi ruh” sorusuna, Dr. Brayer şu cevabı veriyor:
Kur’ân’ın mü’minleri teshir eden (adeta esir alan) ruhu!..
Dr. Brayer, Osmanlı’nın ruhu çalınmış torunlarını görse acaba şimdi neler söylerdi?
Brayer, eski aile hayatımıza da bakıyor:
Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettiği ticarî muamele gaileleri (çalışan kadın sendromu), hasılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı şefkatlerini azalttığı halde; Osmanlı’nın aile hayatı, bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.”
Şerhe, izaha, yoruma gerek var mı?..
İşin özü ve özeti şu ki, Osmanlı ailesi çocuk yetiştirmek üzere kurumlaşmıştı… Çünkü bir topluma verilebilecek en mükemmel armağan “iyi” bir çocuktur. Ceddimiz dengelerini buna göre oturtmuş, buna göre kendini geliştirmiş, aileyi ve eğitim kurumlarını buna göre oluşturmuştu.
Şimdiki Avrupaî aile yapımızda ise anne de çalışıyor, baba da. Nineler ve dedeler zaten aile dışına çıkarılmış. Bu durumda çocuklar ya sokağa emanet, ya da (daha iyi bir ihtimalle) kreşlere…
Dr. Brayer, Osmanlı aile hayatına temas ederken, bilhassa yetişkin çocukların anne-babaları ile birlikte oturmaktan derin bir haz duyduklarını belirterek diyor ki:
Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, (Osmanlı toplumunda) analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde…
Ve, geçiyor kendi toplumunu (âdeta şimdiki yapımızı) tenkide:
Başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çağına girer girmez (ekonomik özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz) analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazan kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne-babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar…
Biz de Avrupalılaştık ya, şimdi aynı durumdayız… Aynı sıkıntıları, aynı hasreti çekiyoruz… İşin tuhafı Avrupa aile kurumunu bozmanın faturasına toplumun dayanamadığını görmüş ve aile kurumunu sağlamlaştırma arayışlarına yönelmiştir…  Biz ise eloğlunun döndüğü yolda doludizgin ilerliyoruz.
A. Ubicini yazıyor:
…Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma Osmanlı’da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü’nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.”
Bundan da anlaşılacağı gibi, Osmanlılar, hayatın tümünü çocuklarıyla paylaşırlardı. Şimdi ancak zaman kırıntılarını paylaşabiliyoruz.
Ne yapmamız gerektiğini yine bir yabancı, Avusturya Başvekili Prens Metternih, hemen hemen aynı tarihlerde, Tanzimat dönemi (1840′lı yıllar) yöneticilerine yazdığı mektupta söylüyor:
Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza âdet ve maişet tarzınıza uymayan kanunları alıp iktibas etmeyiniz. Zira Garp kanunları, hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların dayanağı bulunan usul ve kaidelere asla benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Garp medeniyetine esas olan şey, Hıristiyan kanunlarıdır… Siz Türk kalınız. Lâkin mademki Türk kalacaksınız, İslâmiyete yapışınız…
Başka söze ne hacet?
Yavuz Bahadıroğlu

28 Ocak 2013 Pazartesi

Bab-ı Hüzün: Tahir-ül Mevlevi

Bab-ı Hüzün: Tahir-ül Mevlevi: İrfan hayatımızın unutulması mümkün olmayan mümtaz simalarından biri de Tahir-ül Mevlevi veya Tahir Olgun"dur. Biz onu daha çok Mesne...

Cânını terk itmeyen cânâna olmaz âşinâ


Cânını terk itmeyen cânâna olmaz âşinâ
Yanmayınca şem’ ile pervâne olmaz âşinâ
Derd-i hecre düşmeyenler ‘ışkdan bîgânedür
Bî-vesîle her kişi sultâna olmaz âşinâ
Rişte-i peyvend nâgeh kişiye pâ-bend olur
Ol sebebden âdeme dîvâne olmaz âşinâ
Sûret-i mihrin görüp çarhun sakın aldanma kim
Gâfil olma kimseye bîgâne olmaz âşinâ
Sâkiyâ ol yâra mey sun ‘âşk-ı gam-hâr ile
İçmeyince bir iki peymâne olmaz âşinâ
Ey perî bîgâne-veş bizden kaçar mısın didüm
Naz ile didi perî insâna olmaz âşinâ
Vahşet eyler âsitânun itleri İshâkdan
‘İzzet ehli bî-ser ü sâmâna olmaz âşinâ
Üsküplü ishak Çelebi?!...

25 Ocak 2013 Cuma


  1. Her kim bana düşman ise
    Hak Tanrı ,Yar olsun ona
    Her nereye varırsa bağ ve bahar olsun ona
    Bana ağu sunan kişi...bal ve şeker olsun aşı
    Gelsin kolay cümle işi,eli erer olsun ona
    Önümce kuyu kazanı Hak tahtın ağdırsın onu
    Ardımca taşlar atana,güller nisar olsun ona
    Vurmaklığa kasd edenin,düşem öpem ayağını...
    Her kim bizi yerer ise,Hak dileğin versin ona
    Acı dirliğim isteyen tatlı dirilsin dünyada
    ... Kim ölümüm isterse bin yıl ömür versin ona
    Miskin Yunus,Dünyada güldüğünü istemeyen
    Ağladığım isteyene,Gözüm pınar olsun ona

    Yunusemre

22 Ocak 2013 Salı

sakın olduğun gibi grünm



12 Temmuz 2008

Sakınmalı insan, önce insanlardan. Yani kalabalıklardan. Yığınlardan.
Uzak olmalı. Uzakta durmalı. Uzakta kalmalı. 
Uzaklara mı kaçmalı?
Hayır!
Pekâlâ kalabalıkların içinde olmalı, çokluğun içinde yüzmeli, gürültünün içine gömülmeli ve fakat her hâlukârda kendiyle başbaşa kalmalı. Kalabilmeli. Kalmayı bilmeli.
Kendiyle. Kendi kendine. İçinin sessizliğini duymalı. Ne yapıp edip içindeki sessizlikte uyumalı.
Şüpheye mahal yok, dilerse, duyar. Dilerse, uyur.
Gayrıya iltifat etmemeli. Nazarını gayrıdan kesmeli. Gayrın içinde gayr olmalı.
Dilerse, olur. Dilerse, bulur. Dilerse, kişi, halk içinde Hakla olur. Dilerse, Hak bile olur.
Hakikat talibi, hakikatin talibi, elbette içinden geldiği gibi konuşmalı. İçten konuşmalı. Kendi karşısına kendisi gibi konmalı. Kendisiyle, kendisi, kendisi gibi, konuşmalı.
Lâkin özü sözü bir olmamalı. Bilhakis özü bir, sözü bin olmalı. Sözü, yani yüzü. Görünüşü. Kıyafeti. Zahiri.
Talibin içi dışı bir olmamalı. Önce, nasıl olduğunu, nasıl göründüğünü, nasıl görüldüğünü bilmeli.
Kendini, nasılsa öyle bilmeli. Kendine, nasılsa öyle görünmeli.
Olduğu gibi görünmeli. Tabii ki kendine. Göründüğü gibi olmalı.  Aslâ yalan söylememeli. Aldatmamalı. İçi dışı bir olmalı. Hep kendine. Kendi kendine. Bir tek kendine. Özüne. Zatına.
Muhatab kendi değilse, hiç tereddüt etmemeli, içi başka, dışı başka olmalı.
Ya gayr?
Ya başkası, başkaları?
Aslâ başkalarına olduğu gibi görünmemeli!
Kesinlikle hakikatini başkalarının önüne atmamalı!
Hakikatini, ve dahî hakikati. Evet, aslâ göründüğü gibi olmamalı!
Bazen nezahet için, bazen nezaket için, bazen de hak için, hakikat için olduğu gibi görünmemeli, göründüğü gibi olmamalı talib!
O’nun ahlâkıyla ahlâklanmalı. Güzel’in ahlâkıyla. Güzel olduğu için güzeli sevenin ahlâkıyla. Hem zâhir, hem bâtın olanın ahlâkıyla. Zahirinde (dışında) başka, batınında (içinde) başka olanın ahlâkıyla. Başka başka olanın, başka başka tecelli edenin ahlâkıyla. Hem gizli ve saklı, hem de aşikâr olanın ahlâkıyla.





Başkalarının nezdinde başka başka olmalı. Her an başka bir hâlde bulunmalı. Bir hâli bir hâline uymamalı. Hâlden hâle. Makamdan makama. Mertebeden mertebeye. Oluşu başka, görünüşü başka olmalı. Başka başka olmalı. Bambaşka.
Birliği özünde bulmalı. Özünde birlik olmalı. Bir olmalı.
Hâl böyleyken, ne zahiri, ne batını olmalı. 
Noktanın içi de, dışı da olmaz. Nokta olmalı.




İnsanlara sadece idrakleri ölçüsünce hitab etmemeli, akıllarınca söylememeli, aynı zamanda idrakleri ölçüsünce görünmeli de.
Olan başka, görünen başka olmalı. Zahiri batınına eş olmamalı. Zıtların birliğine hürmet etmeli. Hakkın, o zıtlar hâlindeyken idrakine varmalı.
Cemâl hâlindeyken celâllenmeli, celâllenebilmeli. Celâllenmeyi bilmeli. Başkaları celâlini görmeli ve fakat cemâli, gerekiyorsa, başkalarına gizli kalmalı.





Ey talib, sakın, başkalarına, olduğun gibi görünme, göründüğün gibi de olma, yoksa seni incitirler. Çok üzerler, sana eziyet ederler, insanını ezerler, çiğnerler, mahremiyetine tecavüz ederler. Merhamet ölçünü bilmesinler, zulm ederler. Müsamaha sınırlarını öğrenmesinler, gadr ederler.
Tak yüzüne maskeni, saklan halkın arasında. Giy melâmet hırkanı. Örtün. Nazarlarından gizlen. Hakikatini bil, ama kimseye bildirme. Bilirlerse incitirler seni.





Unutma ey talib, hakikatte çıplaksın. Gizlinin gizlisi gizlini bilir. Bin sözünde, bin yüzünde bir olan özünü tanır.
Sana şahdamarından yakındır. Bilirsen. Batında.
Bilmezsen, çok uzaktır. Zahirde.
Aşk yolunun divanesi, batındaki zahiri izhar etmekle meşgul.
Demek ki senin de maksudun, zahirdeki batını keşfetmek olmalı.
dücane cündioğlu

dostlar


insan dostlarıyla konuşmaya daldığı bir zamanda kendini yoklamalı ve sormalı:

- Neden bahsediyoruz, bunların dünyaya ve âhirete bir yararı var mı?

O zaman frene basmalı. hafifçe toslamak ve neşeli havayı dağıtmak pahasına. Ve sözü bilerek, isteyerek yararlı bir mecraya akıtmak. Bir ayet, bir hadis, bir ibâdet hatırlanmalı ve başkalarına da hatırlatmalı. Ta ki zaman öldürmek yerine zaman diriltmek, onu en olumlu biçimde kullanmak bir alışkanlık haline gelsin.

Bir Değirmendir Bu Dünya | Cahit Zarifoğlu

21 Ocak 2013 Pazartesi

Kimi Dosta Gider (Yahya SOYYİĞİT - Veysel DALSALDI)



Mimar ara bul! 

Ey gönül kendini vezn etmeye kantar ara bul! 
Yürü git, kantarına hâlis olan a'yar ara bul!... 


Saltanat mülkü konak, bir gün elden gidecek 
Sana bakide ev yapacak mimar ara bul... 


Kapatırlar seni bir hâl-i haraba yalınız 
Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul... 

19 Ocak 2013 Cumartesi

Ahmet Aslan-Minnet Eylemem


har içinde biten gonca güle minnet eylemem
arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem

bir acaip derde düştüm herkes gider karına
bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
rizkimi veren huda dir kula minnet eylemem

oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

sırat

Sıratı geçmek için ahreti beklemeğe lüzum yok… Onu, burada geçmektesin…

Tekrarlıyorum:Ayağınızı denk alın!..Gafletin yeri,vakti,zamânı değil!..Burası muhârebe meydanıdır.Kurşun kime isâbet ederse o gider.Gıybet,arabozuculuk,yalan,iki yüzlülük ve gaflette bulunmayın.Her yerde Hakk’ı seyredin.Hâsılı kimseyi incitmeyin,kimseden incinmeyin.Size dâima nasîhatim budur!..

Hz.Ken’an Rifâî (K.S)

18 Ocak 2013 Cuma

cumanız mübarek olsun

Almadan önce vermeliyiz. Bu evrensel bir kuraldır. Hasat yapabilmek için önce tohumları ekmek gerekir. Ne ekersek onu biçeriz. Başkalarına verdikçe mutlu oluruz. Bu öyle bir kuraldır ki, elde ettiğiniz her zaman için ektiğinizden daha fazladır. Bağışlayanın hasadı bol olur.

16 Ocak 2013 Çarşamba

aşk


Ey gönül gel gayrıdan geç aşka eyle iktida,
Zümre-i ehl-i hakikât anı kılmış mukteda.
(Ey gönül, her şeyden vazgeç; gel aşka tabi ol. Ehl-i hakikat hep aşkı örnek almıştır.Gönül (kalp) gözü açık olanlar başkalarının irşadına ihtiyaç hisstemezler.)
Cümle mevcudat u malumata aşk akdem dürür,
Zira aşkın evveli,ne bulmadılar ibtida,
(Mevcut bütün malumatların öncesinde aşk vardır.Çünkü aşkın evveline bir başlangıç bulamadılar.en önce aşk vardı).
Hem dahi cümle fena buldukta aşk bâki kalır,
Bu sebepten dediler kim aşka yoktur intiha.
(Her şey yok olur; dünya lezzetleri de geçici ve aldatıcıdır.ama aşk baki kalır.Bu sebeptendir ki aşka son yoktur.)
Dilerim senden Hüda’ya eyle tevfikin refik,
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüda.
(Dilerim senden Hüda’yı uygun bir dost eyle ki bir nefes dahi gönlüm aşkından ayrılmasın.Çünkü insan ruhlar aleminden; “Lakad hâlâknel insan-e fi ahsen-i takvim Sümme redednâ-hu esfel-e sâfilin” fehvasınca güzel bir şekilde yaratılıp esfel-i sâfilin olan şahadet alemine, yani bu görünen aleme gönderildi. Ve “İnna lillâh ve innâ ileyhi râciun” (Muhakkak biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz) sırrına mazhar olup Zâtına rücu edenlere ecr-i aziym vardır. O aşktan yoksun olanlar hayvandan aşağı kalır.)
 Masivâ-yı aşkını sevdasını gönlümden al,
Aşkını eyle iki alemde bana âşinâ.
(Allah’tan başka herşeyin sevdasını gönlümden al.İki cihanda da yalnız O’nun aşkı bana aşina olsun.Çünkü aşk insan vücudunun bütün zerreleriyle sevgilisine yönelme erdem ve arzusudur.)
Aşk ile tamûda olmak cennetidir aşıkın,
Lîk cennette olursa tamûdur aşkın ana.
( Aşk ile cehennemde olmak aşıkın cennetidir. Sevgiliye kavuşma yolunda ne kadar zahmet ve çile çekilirse, sonunda elde edilecek mutluluk o kadar yüce olur.Ama cennet’te olursa cehennemdir aşkın ona.Çünkü sevgiliye kavuşma yolunda çekilen sıkıntı ve ızdırapların ayrı bir lezzeti vardır.)
Ey Niyazi mürşid istersen bu yolda aşka uy,
Enbiya vü evliyaye aşk oluptur rehnüma.
(Aşık olanın iki mertebesi vardır:Muhip (seven) ve Habib (sevilen). Âyet-i Kerime: “Onlar ki Allah’ı sevdiler, Allah da onları sevdi” der.İşte ey Niyazi bu yolda mürşid istersen aşka uy.Enbiya ve Evliyalara yol gösteren aşk olmuştur.)
NİYAZİ-I MISRİ

14 Ocak 2013 Pazartesi

kişi diliyle insandır



Kişi diliyle insandır - 

Gizli kusurları araştıran, kalplerin sevgisini ve dostluğunu bulamaz. Kendi nefsini öven aslında onu kesmiş olur. Nefsini kötüleyen ise selamet bulur. Susup kurtuluşa eren, söyleyip ganimet bulan gibidir. Sözde doğruluk, işte hilim ve merhamet, halde güzellik, saadet işaretleridir. Kişi diliyle insandır. Hâlbuki dili kendisine düşmandır. Kötü söz söyleyen pişman olur. Akıllı olanın cahile iyi davranması ve yumuşak huylulukla yüzüne gülmesi gerekir. Bir doktorun hastasına yaptığı gibi aklının erdiği kadarını tatlılıkla söylemesi gerekir. Dedikoduyu terk eden gönül hoşluğunu tadar. Susmak, güzellik ve ağır başlılıktır. Yalan söylemek, ayıp ve kusurdur.

Erzurumlu İbrahim Hakkı, Mârifetnâme, c.2, sayfa; 411

5 Ocak 2013 Cumartesi

kadı burhanettin


Özünü şeyh gören serdâr olur 
Enelhak dava kılan berdâr olur. 
Er oldur, Hak yoluna baş oynaya, 
Döşekte ölen yiğit murdar olur. 
Cana can vermeyenin ne canı var, 
Can verenin adı ile sanı var. 
Er kişinin matahı erlik olur. 
Cevherinin lâl ile mercanı var. 
Erenler öz yolunda er tek gerek 
Meydanda erkek kişi mertek gerek 
Yahşi yaman, katı yumşak olsa hoş 
Serverim diyen kişi erkek gerek 
kadı burhanettin

4 Ocak 2013 Cuma

suçumu örter hırkam

SUÇUMU ÖRTER HIRKAM
Ey bana derviş diyen, nem ola derviş benim
Ya bu adıma layık, hani elimde iş benim

Derviş derler adıma, bakarlar suratıma
Bilmezler ki dirliğim, külli sitayiş benim

Dil ile şeyhim ulu, yolda aludan alu
Aklım evi kaygılı, nefsim asayiş benim

Sureti güler halka, ya kani kulluk Hakka
Bu dirliğime bak a, hem işim yanlış benim

Kendi izimi bilirem, saluslanuben yürürem
Buğz ü kibr ü adavet, gönlümü almış benim

Suçumu örter hırkam, dirliğim cümlesi ham
Bir gün yırtılısar perdem, zehi düşvar iş benim

Derviş neye dolundum, ulu suçta bulundum
Yunus umduğum Haktan, ol rahmet imiş benim

1 Ocak 2013 Salı

kırık hava


Ah yaban gülü
Ah karahazer çiçeği
Ah gurbetin şıvan yıldızı
Bir dağda bıraktığım
Bir dağda bulacağım leyla menekşesi
Gün yüzü görmemiş memleket gülüm
Olursa bir yağlı kurşundan olur ölümüm
Bir seherde açsınlar bağrımı en deli rüzgarlar essin
Ne yiğitti desinler, ne filinta
Dönüp baktıkları zaman bir oltu tesbihi
Bir gümüş tabaka
Bitlis tütününden yarım kalmış bir sarma cigara
Şeyh izzetttinin dünyanın bütün çokcuklarına yazdığı muska
Ve sevda adına kurutulmuş bir karanfil bulsunlar mintanımın altında
Yağmurlu bir akşamda duldada
Dedemden öğrendiğim ilk dua gibi
Harran üstünde her gece parlayan süreyya gibi
Emek gibi, toprak gibi, kan gibi, hoyrat gibi
Adilcevaz fırtınası, yedi dağın eşkiyası gibi
Yasak gibi, bayrak gibi, baskın gibi
Erişilmez bir şeydi seni sevmek

Ah leyla menekşesi
Ah yaban gülü
Ah karahazer çiçeği
Ah yaktığım o içli türkü
Hani o zalım diyen hani o hayın
Hani o kaç para eden perakendesi şu üç kuruşluk periuşan darı dünyanın

Hepimiz geldik zulümlere
Şehy İzzettin'i toprağa verdiğimiz o gece
Sakalları ağardı Dünya'nın
Yedi yıldız koptu gökte, yedi yumruk yedim yüzüme
Sevdim seni, bir seni sevdim ve yakalandım
Ah leyla menevşesi, ah yabangülü
Ah karahazer çiçeği
Sattılar beni pazarda
Göksüme şifasız ecza sürdüler ve yürüdüler geçliğimin üzerinde
Kahpe bir akşamdı yürüdüler
Türkülerime yürüdüler, canıma yürüdüler, darmadağın
Yağmur da yağıyordu kuşlar da vardı
Uzandım yıldızlara tutamadım saçlarım ağardı şehir zindanlarında
Alem uykudaydı Adilcevaz uykudaydı
Sevdam, menekşem, memleket gülüm uykudaydı
Kuyudaydım saçlarım ıslanmıştı
Çıplaktı üzerim mintanım kana bulanmıştı
Ah karahazer çiçeğim sen uzaktaydın yıldızlar uzaktaydı
Zöhre uzaktaydı tarık uzaktaydı
Adilcevaz uzaktaydı, Şeyh İzzettin uzaktaydı
Memleket uzaktaydı

Ah gurbetin şıvanyıldızı
Sen böyle gideceksen
Memleket böyle ağlayacaksa
Ben kabuslarına tabir düzeceksem şehir eşkiyalarının
Kıyamet diyeceksem ve seni bekleyeceksem
Bütün kuyulara bütün suna boyunlu dağlara adını bağıracaksam
Yırtılan umutlarım, akan kanım, ağaran saçlarım
Ve memleketim için
Dön diyeceksem
Dön yaban gülü dön Karahazer çiçeği
Memleket gülüm
Dön gurbetin şıvanyıldızı leyla menevşesi

Yağmurlu bir akşamda duldada
Dedemden öğrendiğim ilk dua gibi
Harran üstünde her gece parlayan süreyya gibi
Emek gibi, toprak gibi, kan gibi, hoyrat gibi
Adilcevaz fırtınası, yedi dağın eşkiyası gibi
Yasak gibi, bayrak gibi, baskın gibi
Erişilmez bir şeydi seni sevmek. Yazar : İBRAHİM SADRİ