30 Haziran 2012 Cumartesi

ilginç ve gurur verici bir olay

İlginç ve gurur verici bir olay..
-
Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder, Hindistan Kralı Osmanlı’dan yardım ister. Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan’a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan’a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar.

Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır, diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.

Bir sure sonra, adı Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa, Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar.

1915′de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşur, durum değerlendirmesi yaparlar.

Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlıya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler.

Alırlar kağıdı, kalemi ve yazarlar:

Sayın Avustralya Başkanı, Ekselans Hazretleri..:

Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz. Duyduk ki, devletimiz Osmanlıya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız.

Bu bir “Osmanlı Savaş Fermanı “dır. Ekselanslarının bilgilerine duyurulur.

Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet, Karadeniz diyarından Mentesoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sidney’ in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler. Üçüncü trende askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar.

Ne olduğunu bir turlu çözemeyen Avustralya devletının sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve bölgeye 250 kadar asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan sonra sıcak çatışma olur

Ve iki Osmanlı askeri bu karlı dağlarda şehit edilir.

İki askerin şu an mezarı Sidney’e 250 km uzakta Karlıdaglar’da ve mezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize Hindistan asıllı diyorlar. Oysa Hindistan’da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge yok

27 Haziran 2012 Çarşamba

Allah(cc) dostlarının hallerini ve hayatlarını okumanın faydaları


Büyük velî Ebu Ali Dekkak’a (k.s.) İnsan hepsiyle amel etmese de Salihlerin sözlerini dinlemesinin ve güzel hallerini okumasının ona bir faydası olur mu? diye sorduklarında, Hazret şu cevabı vermiştir:
Evet olur. Bunun iki faydası vardır:
Birincisi, velilerin sözleri o kimsenin kalbini kuvvetlendirir, ölmüş duygularını harekete geçirir,  gönlünde güzel şeylere karşı bir arzu meydana getirir.
İkincisi, kibrini kırar, benliğini yıkar, boş davaları kalbinden atar. Ona ayna olur, halini gösterir. İnsan kör değilse, kendini görür.”
Şeyh Mahfuz (k.s.) der ki:
Halkı kendine bakarak ölçüp tartma. Sen kendini Hak adamlarının terazisinde tart, onların aynasında seyret. Seyret ki onların yüceliğini, kendinin de müflisliğini göresin.”
Abdurrahman-ı Câmî (k.s.),
Allah dostlarının hayat hikayelerini dinlemenin her mümine en azından şu faydayı verdiğini söyler:
Onları tanıyan kimse, onlar gibi olmadığını anlar, kendi kusurlarını görür. Böylece nefsini beğenme, boş davalara girme, temenni ile oyalanma ve insanlara gösteriş yapma gibi hastalıklardan kurtulur.”
Cüneyd-i Bağdadi’ye (k.s.),
Önceki insanların kıssalarını ve Allah(cc) dostlarının hayat hikayelerini dinlemenin faydası nedir?” diye sorulunca Hazret şu cevabı vermiştir.:
Allah(cc) dostlarının sözleri ve güzel halleri, birer manevi askerdir. Allah(cc) onlarla zayıf kalpleri kuvvetlendirir, maneviyatı bozuk olanları düzeltir. Mümin onlarla destek bulur, yenilenir, kendine gelir.
Şu ayet bunun delilidir.:
Allah(cc) Teâlâ buyurur ki: “Resulum, peygamberlerin haberlerinden her haberi sana anlatıyoruz ki bu sayede senin kalbin olup kuvvetlensin. Bunda sana hakka ait bilgiler, müminlere de bir öğüt ve uyarı gelmiştir.(Hûd 11/120)
Hace Yusuf Hemadânî Hazretlerine,
Eğer zamanınızda Allah(cc) dostları gizli olur ve onları bulmak güçleşirse,ne yapmak lazımdır? diye sorduklarında, şöyle demiştir:
Allah(cc) dostlarının hallerini ve hayatlarını anlatan kitaplardan her gün bir miktar mesela yedi sayfa okuyun. Bunu kalbi gaflet içinde olanlar için farz gibi gerekli görüyorum.
Dilaver SELVİ

Sevgilleri yarinlara biraktiniz

Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı. Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı. Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telaşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklımıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı; Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vaktiniz olmadı. Behçet Necatigil

26 Haziran 2012 Salı

Kalem kullanmanın ne gibi faydaları var?



e-Posta
Yazdır
Kalem kullanmanın ne gibi faydaları var? Özellikle çocukların beyin gelişimi açısından neden kalem kullanılmalıdır?
Âdem’in ilim öğrenmesinde, yazı yazmasında kullandığı alet olduğundan, Şeytan kaleme de düşmandır. Bu yüzden İblis bizzat yazı yazmaz; şerlilere yazdırır. Şeytan öğretilerini Şeytanîlere; yandaşlarına fısıldar, üfler. İblis’in taktiği ve metodudur. (Oktan Keleş,Asa)
"Hayatın her alanında klavyeler yaygınlaştıkça, kalemin sessizce günlük hayattan çıkması dikkat çekti. Ancak son yıllarda art arda yapılan araştırmalar, kalemle yazmanın beyinsel gelişim ve yaratıcılık açısından oldukça önemli olduğunu ortaya çıkardı.

Klavye bağımlılığının doğurduğu tehlike özellikle çocuklar için daha büyük. Klavyeler sosyal hayat içinde daha çok yer aldıkça yeni kuşaklar daha fazla SMS ve email yazıp, daha az kalem kullanıyor. Okullarda bile artık daha çok bilgisayar klavyesi kullanılıyor. Ancak bilim insanları bunu çocukların beyin gelişimi açısından oldukça sakıncalı bir gelişme olarak görüyor.Kalemle yazmanın çocuğun bilişsel ve beyinsel gelişimi açısından önemine işaret eden bilimsel araştırmalar, kalemle yazmanın çocuğun yaratacılığını artırdığını ve düşüncelerini aktarma yeteneği kazandırdığına dikkat çekiyor.

Wisconsin Üniversitesinden psikolog Virginia Berninger, 2’nci, 4’ncü ve 6’ncı sınıfa giden ilköğrenim öğrencileriyle yaptığı testlerde, kalem kullanıldığında öğrencilerin, klavyeye göre daha hızlı yazmalarının yanı sıra, kompozisyonlarda çok daha özgün düşünceler dile getirdiklerini tespit etti. Berninger’in araştırmaları, yazı yazarken parmak hareketlerinin beynin düşünme, dil ve kısa dönem hafıza bölümlerini harekete geçirdiğini tespit etti. Indiana Üniversitesinin yakın zamanlarda yaptığı bir araştırmada da, bir grup çocuğa harfleri yazdırırken diğer gruba sadece hazır fişler gösterildi. Daha sonra iki grubu da, beyin aktivitesini tarayan özel bir MRI cihazına sokan bilim insanları, bir yandan da harfleri çocuklara gösterdiler. Birinci grubun beynindeki sinirsel hareketlenmelerin çok daha yoğun ve yetişkinlerinkine yakın olduğu tespit edildi.

UZAKDOĞUDA SORUN DAHA BÜYÜK

Ağustos ayında yayınlanan bir araştırmada da Japonya ve Çin’de kalem kullanımının azalmasıyla ciddi bir eğitim sorunu başladığına dikkat çekildi. Kendilerine özgü alfabeleri olan bu iki ülkede çocuklar, harfleri hatırlamakta büyük zorluk yaşıyor. İlköğrenim sürelerince alfabeyi oluşturan binlerce şekli ezberleyen çocuklar, sonraki yıllarda yaygın şekilde klavye kullandıkları için kalemle yazı yazamıyorlar. Bilim insanları bu durumu, "karakter hafızası kaybı" şeklinde nitelendiriyor. Çin’de bu yaygın sorun için "Tibiwangzi" kelimesi bile üretildi. Bir Çinli öğrenci, "Kalemi elime aldığımda alfabenin birçok karakterini hatırlayamıyorum bile. Bütün kültürünü unutmak gibi" dedi.-

ÇÖZÜM YİNE BİLGİSAYAR DÜNYASINDA MI?

Yeni dokunmatik ekranlı iPhone ve iPad türü bilgisayarlar, ekranda parmakla ya da özel kalem kullanarak yazılan yazıyı, dijital harflere dönüştürerek email’de ya da twitter mesajlarında kullanılabilir hale getiren yeni yazılımlarını satışa sundu. Yeni kuşaklar için yazı yazmayı yeniden eğlenceli hale getirmeye başlayan bu uygulamalar ve Japonya’da iPhone’un "kanji kentei" adlı karakter testi oyunu hem çocuklar arasında hem de yetişkinler arasında son dönemin en popüler oyunlarından birine dönüştü.

EDEBİYATÇILAR BİLİMADAMLARINDAN ÖNCE FARKETTİ

Kalemle yazmanın beyinsel gelişim ve yaratıcılık üzerindeki olumlu etkisi her ne kadar bilim dünyasının gündemine son yıllarda girse de edebiyatçılar bu ilişkiyi çok daha önceden görerek belirtmişlerdi. Paris Review dergisinin 1985 yılı Kış sayısında yayınlanan röportajda, "Yazılarının çoğunu daktilo ile mi yazıyorsun" sorusuna yazar Robert Stone, "Evet, ta ki tasvirinde zorlandığım ya da takıldığım noktalara kadar. Bu durumlarda hemen kalemle yazmaya başlıyorum. Daktilo ya da klavye ile yazarken, acele etmemeniz gereken bir yerde acele edebiliyorsunuz. Böyle yapınca da yazıda nüansı, zenginliği, berraklığı kaybedebiliyorsunuz. Kalem, berraklığa zorlar" cevabı veriyor.

İlmin anahtarı olan Kalem’e, Şeytan neden düşman ve neden ortadan kaldırmak istiyor? Çünkü Şeytan, ilme, öğrenmeye düşman. Öğrenmenin önüne geçmek için birçok yönteme başvurmaktadır.İstiyor ki, cahiller çoğalsın...

Şimdi mesele daha iyi anlaşılmıştır sanırım.
Biz artık Kalem (ELİF) yerine, FARE (MAUSE) kullanıyoruz…Kalem’in birçok sırrı olmasına rağmen… 
Erol Derman / Onaltiyildiz.com

MEST-Ü HAYRANIM

MEST-Ü HAYRANIM


Mest ü hayrânım, zâr u giryânım
Her dem lisânım Hû dimek ister
Pendimi tut gel, bir ere vir el
Ölmezden evvel Hû dimek ister
Gezme yabanda, bul Hakkı sende
Olmağa bende Hû dimek ister
Gayriyi koyan, kalbini yuyan
Aşıkım diyen Hû dimek ister
İrfân isteyen, ihsân isteyen
Cânân isteyen Hû dimek ister
İns cin melekler, yirler felekler
Suda semekler Hû dimek ister
Gözümden yaşlar, akmağa başlar
Cümle kurt kuşlar Hû dimek ister
Gice ol kâ’im, gündüzin sâ’im
Ehl-i Hak dâ’im Hû dimek ister
Oda yak cânı, iste cânânı
İsteyen anı Hû dimek ister
Terk it sivâyı, olma hevâî
Seven Hudâyı Hû dimek ister
Ol nefse mâlik, olmagıl hâlik
Sıdk-ıla sâlik Hû dimek ister
Anın ışkıyla, Leyl ü nehârâ
Sâ’at dakîka Hû dimek ister
Hû ism-i a’zam, Hû Hû di hocam
Kuddûsî her dem Hû dimek ister

25 Haziran 2012 Pazartesi

Aşık Kendi Kanını

Helal kıldı ma'şuka aşık kendi kanını
Ma'şuk nakşından okur aşk eri Kur'anını

Yardan ayrı olunca asılıp ölmek yeğdir
Aşık kendi bırakır boynuna urganını

Gitmez aşık gözünden hergiz ma'şuk hayali
Nitekim zilha verir Yusuf'un nişanını

Dirlik budur aşıka ma'şuk yolunda öle
Sorarlar ise aydam aşıkın burhanını

Belkıys ile Süleyman aşka düştü bir zaman
İsteyip bulmadılar bu derdin dermanını

Gökteki Harut Marut aşk için indi yere
Zühre yüzün görecek unuttu Rahman'ını

Güzaf görmen siz aşkı kime oğradı ise
Sultanı iltir baştan yitirir hanmanını

Ferhat bu aşk yolunda başın külünge tuttu
Hüsrev Şirin derdinden dosta verdi canını

Leyli'yle Mecnun işi acebdür ( ür ) bu halka
Abdürrezzak terk etti aşk için imanını

Zemane vefaları cefa gelir yunüs'a
Bir doğru yer bulucak fidi kılar canını


Yunus Emre

hayat merdiveni



Hayat da bir merdivendir aslında,
Yarı karanlık, yarı ışık, yarı düz, yarı kıvrımlı.
Zor da olsa bu merdiveni tırmanmak.
Evet! Hayatın gayesidir o kutlu ışığa ulaşmak.
Bu yol öyle imtihanlı bir yoldur ki,
Kimi sabır ve gayretle tırmanırken, kimi yarı yolda yığılır kalır,
Kimi ise inatla ters yönde karanlık bodruma doğru yol alır.
Ne pes etmek ne ters yöne gitmek.
Başarı ancak inanç ile sabretmektir.
Ne mutlu o ışığın kaynağına ulaşana!
arastiralim.comdan alıntı

23 Haziran 2012 Cumartesi

hiçlik makamı


Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Kimsin? ”
“Hiç” demiş Hoca, “hiç kimseyim.”
Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş: “Sen kimsin? ”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın? ” diye sormuş Nasreddin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam...
“Daha sonra? ..” diye üstelemiş Hoca.
“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın? ”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki ondan sonra? ”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş: “Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam, ben şimdiden, senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: ‘hiçlik makamı’ında! ”

“Hiçlik makamı” aslında varlık makamıdır. Ama onun takdiri sadece Cenab-ı Hakka aittir. Zaten de bu yüzden kıymetlidir.
“Hiç” olmak, bilin ki, zaman zaman “biri” olmaktan daha iyidir. Çünkü “hiç kimse” olmak “herkes” olmak demeye de gelir.
İsterse insan, “herkes”, yahut “hiç kimse” olabilir. “Her şey”, ya da “hiç bir şey! ” arasında gel-git yapabilir!
Zaten “ben”liğin ne önemi var? ..

Ne kadar kendi kimliğimizin ve benliğimizin üstüne titrersek titreyelim, genelde insanlar bir birine benzerler.
Aynı zaaflar, aynı beklentiler, aynı ihtiraslar, iştiyaklar, inatlar, baskılar, dalkavukluklar ve kimbilir daha neler neler?

Çoğumuz dürüst değiliz: İçimizde çok sayıda insan var. Bir insanımız (tarafımız) doğru, bir insanımız yanlış; bir insanımız sevap, bir insanımız günah; bir insanımız cesur, bir insanımız korkak; bir insanımız atılgan, bir insanımız ürkek; bir insanımız güçlü, bir insanımız zayıf; bir insanımız bonkör, bir insanımız nankör. Yerine göre demokrat, yerine göre diktatör...

Çoğumuz dünyaya karşı zayıfız: Yiyebileceğimizden, giyebileceğimizden daha fazlasını isteriz. Daha iyi yemekler yemek, daha gösterişli elbiseler giymek, daha görkemli evlerde oturmak, daha lüks otomobillere binmek...

Sonuçta hemen hepimiz korkarız: Ama korkularımıza ne kadar teslim olmazsak, o kadar insansınız.
Hepimiz hayattan bir şeyler bekleriz: Daha iyi yemekler yemek, daha iyi evlerde oturmak, daha iyi otomobillere binmek, daha çok başarmak, daha çok kazanmak, daha çok harcamak...

Pek itiraf etmeyiz, ama çoğumuz “şöhret+servet= kudret” formülünü hayatımızın en üstün değeri olarak görürüz. Bu uğurda kimimiz kişiliğimizi, kimimiz kimliğimizi, hatta bazılarımız namus ve haysiyetimizi ayaklar altına alırız.

İnsanın bu yönü bilginleri hep düşündürmüştür. Bazıları “yaşama güdüsü” deyip normal bulmuş, ama bazıları “insanlıktan çıkış” addedip dünyevi beklentileri aşmayı “gerçek insanlığa ulaşmanın şartı” saymıştır.

Bunlara göre “gerçek insan”, dünyayı aşıp dünyadan taşan insandır.
“Gerçek” anlamda tüm dünyada kaç “insan” kaldığı sorusu da, tabii sorulmaya değer.
Dünyada kaç “gerçek insan” kaldığını size söyleyemem, fakat her insanın dünya gerçeklerinden biri olduğunu rahat rahat söyleyebilirim.

Zaten “dünya gerçeği” nedir ki? ..

Gerçek, herkese göre değişir. Herkes kendi gerçeğini yaşar: Biraz masal, biraz rüya, biraz hayal, biraz kuruntu...
Herkesin hayalleri, rüyaları, hülyaları, masalları var...

Bazen kral olursunuz, bazen hamal. Zaman zaman dünyaca ünlü bir sanatçı, zaman zaman her sözü dinlenen bir filozof, ya da kimsenin ciddiye almadığı silik biri...

Bazen ruh, bazen melek, bazen sıradan biri: Herkes...
İnsan istikrarsızdır: Diktatörlükten sıkılınca demokrat takılır, zenginlikten bıktı mı, yoksullukta neşe arar...
Bazen her şeydir insan, bazen hiç bir şey.
Bazen herkestir, bazen hiç kimse.

Gerçek, herkese göre değişir. İnsan tek tek kendi gerçeğini yaşar: Biraz masal, biraz rüya, biraz hayal...
Çok şükür, benim de hayallerim, rüyalarım, hülyalarım, masallarım var...

Bazen kendi dünyama kral olurum, bazen çobanlaşır koyun güderim. Zaman zaman dünyaca ünlü bir sanatçı, zaman zaman ciddiye alınmayan bir filozof...

Bazen her şey, bazen hiç bir şey.
Her zaman hiç kimse...
Dünyayı fazla ciddiye aldığımızı fark ettiğimden beri böyle oldum.

Yavuz Bahadıroğlu .

22 Haziran 2012 Cuma

Kalbinin çağır(ıl)dığı yerde misin?


Kalbinin çağır(ıl)dığı yerde misin?


e-PostaYazdır
altBasit ama kesin bir fizik kuralıdır: Bir yerde bulunman için diğer yerleri terk etmen gerekir. Bir anda iki yerde bulunmak mümkün değil. Sadece bir yeri tercih etmen gerekir. Bunun bedeli de bulunabileceğin başka bütün yerlerden çekilmektir.
Şimdi buradasın. Gözlerin bu satırlarda… Aklın satırların arasında, arkasında… Değdiğini düşünüyorsun ki, başka halleri terk ettin, başka yerlerden çektin gözlerini. Aklın sadece burada, başka yerde değil. Okuyorsun. An’ın hakkını vermeye çalışıyorsun. An/lamak kaygısındasın. Başka işleri yüz üstü bıraktın.
Kaçılmaz bir kader bu! Yapıp ettiğin tek iş alış-veriş. Aldığın her şey için bir şey/ler vermen gerek. Tercih ettiğin her yer için bir yerleri terk etmen gerek. Verdiğince alıyorsun. Nefesin bile alışta verişte.
Şimdi buradasın. Başka bir zamanda değilsin. Başka hiçbir yere değmiyor ayakların. Gövdenin bütün ağırlığıyla mekânın ortasındasın. Yüzün bu an’a dönük. Kalbin bu yerde atıyor, yeniden yeniye dolup boşalıyor. Gitmeyeceksin bu yerden. Vazgeçmeyeceksin bu hâlden. Yakanı çekip çekiştirseler itiraz edeceksin. Dikkatini dağıtsalar engelleyeceksin.
Terk ettiklerine değdiği için bu yerdesin. Hiçbir şey bedelsiz değil. Bulunamadığın yerlerin güzelliğince pahalı şu anda bulunduğun mekân. Gözlerini bir gündoğumuna kilitlemiş olabilirdin şimdi, ama burada, bu satırlarda dolaşıyorsun. Kaçırdığın gün doğumları kadar eder mi bu kara harflerin tesellisi? Kulaklarında bir çağlayan sesi çoğalıyor olabilirdi ama şimdi beni dinliyorsun. Uzaklarda bıraktığın deniz köpüklerine, kulağını kapattığın kuş cıvıltılarına değer mi bu kuru sözler?
Bedel ödüyorsun. Hem de çok! Terk ettiklerincedir tercih ettiklerinin değeri. Arkada bıraktıkların çoğaldıkça, yanına vardıklarının, önüne aldıklarının bedeli artıyor. Nereye gidiyorsun şimdi? Hangi yolu geride bırakıp hangisine yolcu oluyorsun? Neyi alıp neleri veriyorsun? Neleri arkana attın da, nelerin peşindesin? Tercih ettiklerin terk ettiklerin kadar kıymetli mi? Seçtiklerin geçtiklerinden daha güzel mi?
Yoksa, alışverişte görmüyor musun kendini? Kaçtın mı dükkândan? “Oynamıyorum ben!” mi demelerdesin? Tercihsiz misin? İradeni iptal mi ettin? Hiç seçimsiz mi yaşıyorsun? Öyleyse, kendini sıfırlamayı tercih ettin demektir. Kendini hiç saymaya kalktın demektir. Kendinden geçtin yani. Kendini arkaya attın. Aldığı verdiğinden çok az bir ziyankârsın.
Kaçamazsın işte! Yine seçimdesin. Yine alışveriştesin. Bir şeyleri terk etmeden edemiyorsun. Bir şeyin eksilmesi kaçınılmaz ömrünün cüzdanından. Dünü terk ettin, bugünü tercih ettin. Bugünü harcıyorsun, yarına erişmeyi umuyorsun.
Bir şey almasan da veriyorsun sürekli. Bedeller ödüyorsun. Nefesini tüketiyorsun. Bedenini eskitiyorsun. Ömrünü eksiltiyorsun. Sepetine bir şeyler koymaya yanaşmasan da, varlığından gün düşülüyor sürekli. Kazanmayı/kaybetmeyi dert etmesen de, kaybediyorsun günleri gülleri. “Bana ne!” deme hakkın yok! Hiçbir şey istemesen de, ödüyorsun sürekli. Her an harca(n)maktasın. Işığı kullanıyorsun. Bedenini kullanıyorsun. Göğün altında yer işgal ediyorsun. Sevdiklerinin gönlünde arsa arıyorsun. Gözünü işletiyorsun. Aklını pazara sürüyorsun.
Senin için harcananlara karşılık vermeyeceksen, boşuna yer işgal ediyorsun. Boş yere nefes alıyorsun. İsraf ediyorsun kendini. Saçıp savuruyorsun sana verilenleri. İyice kaybetmeyi tercih ediyorsun. Yitirmeyi seçiyorsun. Anlamsızlığı önceliyorsun. Zararı ziyanı istiyorsun.
Şimdi ne kaldırabilirdi seni yerinden? Hangi şey şimdi ve burada olmandan daha hayatî olurdu senin için? Kim burada şu halde bulunmaktan daha sevimli, daha kârlı, daha tatlı bir hal teklif edebilirdi sana? Arkana bile bakmadan bu odayı, bu bilgisayarı, bu sayfayı, bu koltuğu sana terk ettirecek bir seçenek yok mu sence?
Sen “ ve Elçisi’nin çağırdığı yer”den daha güzel bir yer biliyor musun? “ ve Elçisi’nin çağırdığı hâl”i arkada bıraktıracak, elinin tersiyle ittirecek, terk ettirecek, unutturacak, göz ardı ettirecek bir hâl var mı acaba? “Orada bulunmaktansa burada bulunmam daha kârlı, daha anlamlı, daha yararlı” diyebileceğin bir yer tarif edebilir misin? Seni senin kadar düşünmeyenlerin çağırdığı yer, sana senin kalbinden de yakın Birinin çağırdığı yerden daha kârlı olabilir mi? Senin kalbinin gizli arzularını ve mahrem fısıltılarını hiç duymayan, duysa da önemsemeyen, önemsese de elinden bir şey gelmeyen birilerinin çağırdığı hâl, senin kalbine senden de yakın Bir’inin çağırdığı halden daha sevimli olabilir mi?
Öyleyse, “Ne zaman  ve Elçisi [seni] hayat[verecek şeyler]e çağırırsa, hemen git. Bil ki  [senin]le kalbi[n] arasına girer.” [Bak. Enfal/24] Yani, seni şimdi bulunduğun yeri terk etmeye çağıran  [ve O’nun adına Elçisi] sana senin kalbinden daha yakın ve senin kalbine de senden daha yakındır. Sana senin kalbinden daha yakın Bir’inin çağrısı, seni kalbinden uzaklaştıran bütün çağrıları uzakta bırakmaya değmez mi? Senin kalbine senden daha yakın Bir’inin çağrısı, kalbini unutarak/kırarak/küstürerek/ağlatarak gittiğin yerlerin hepsini terk etmeye değmez mi?
Hem zaten, başka yerlere gitsen de fark etmez. Eninde sonunda yine O’na kalacakmışsın. İster istemez “O’nun huzurunda toplanacak”mışız. [Enfal/24]
Bütün odaları terk edeceğin, tüm şehirleri arkada bırakacağın, cümle kıyılardan çekileceğin, bakışların hepsinden vazgeçeceğin, hevâ ve heveslerini yüz üstü bırakacağın bir adresin var mı?
Senai Demirci

21 Haziran 2012 Perşembe

kimi insan.

Kimi insanların başkalarıyla arası bozuktur, kendileriyle arası bozuktur, yaşamla arası bozuktur. Bu kişiler tiyatro oynar ve oynadıkları oyunun metnini, yoksun bırakıldıkları şeye göre yazar.

Paulo Coelho

şaban ayı


Allahümme bârik lenâ fi Recebe ve Şa'bane ve bellığnâ Ramazân.


Manası:"Allah'ım, bizim için Recep ve Şaban aylarını bereketli kıl ve bizi Ramazan'ı Şerif'e ulaştır.
mübârek üç aylardan ikincisi. Müslümanlar arasında mübârek üç aylar olarak bilinen Receb, Şâban ve Ramazan ayları, İslâm dîninin kıymet verdiği aylardır. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için bâzı gecelere, gün ve aylara kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tövbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları sebep kılmıştır.


Şâban ayı içinde Berât gecesi vardır. Berât gecesi, Şâban ayının on beşinci gecesidir. Allahü teâlâ, ezelde, hiçbir şey yaratmadan önce, herşeyi takdir etti, diledi. Bunlardan bir yıl içinde olacak herşeyi, bu gece meleklere bildirir. Kur’ân-ı kerîm, Levhilmahfûza bu gece indi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bu gece, çok ibâdet ve duâ ederdi. (Bkz. Berât Gecesi)


Şâban, Ramazana hazırlık ayıdır. Hadîs-i şerîfte; “Ayların en sevgilisi, Ramazana kavuşturan Şâban ayıdır” ve “Şâban ayına, şâban denmesi, onda Ramazan için büyük hayırların teş’üb etmesi (dağılması); Ramazan ayına ramazan denmesi, bu ayda günahların yanması sebebiyledir.” buyruldu.


Allahü teâlâ, Şâban ayını, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme mahsus bir ay kılmıştır. Şâban ayının üstünlüklerinden biri de budur. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Şâban benim ayım; Receb, Allahü teâlânın ayı; Ramazan da benim ümmetimin ayıdır. Şâban günahlara keffâret ayı, Ramazan ise günahların temizleyici ayıdır.” buyurdu. Şâban; hayırların açıldığı, bereketlerin indiği, hatâların terk olunduğu, günahların örtüldüğü bir aydır.


Bu ayda Peygamber efendimize çok salevât-ı şerîfe getirilir. Şâban ayı, Peygamberimize salevât ayıdır. Nitekim, Allahü teâlâ, Ahzab sûresi 56’ncı âyetinde meâlen; “Elbette ki, Allahü teâlâ ve melekleri, peygamberi üzerine salât ederler. Ey îmân edenler! Siz de O’na salât ve selâm okuyun.” buyuruyor. Salât, Allahü teâlâdan rahmet, meleklerden şefâat ve istiğfar, müminlerden duâ, senâ (övme)dir. (Bkz. Salevât)


Resûlullah efendimiz Şâban ayını oruç tutarak geçirirdi. Nâfile oruçlarının en üstünü hangisidir? sorusuna cevap olarak: “Oruçların en üstünü, Ramazân-ı şerîfe tâzim ve hürmet için Şâban ayında tutulan oruçtur.” buyurdu. Hanımları hazret-i Âişe vâlidemiz tarafından, Şâban ayında devamlı oruçlu görülüp hikmeti sorulduğunda, buyurdu ki: “Yâ Âişe! Şâban öyle bir aydır ki, o senenin içinde ölecek kimsenin isimleri deftere yazılıp, melekülmevte (can alıcı meleğe) teslim olunur. Ben, ancak oruçlu bulunduğum halde ismimin deftere geçirilmesini arzu ederim.” buyurarak cevap verdiler.


Müslümanlar, Şâban ayını, gafletten uzak olarak, günahlardan temizlenme ve geçmişte işlemiş oldukları günahlara tövbe ve istiğfâr ederek, Ramazan ayını karşılamak için fırsat ve ganîmet bilirler. Bir ay evvelden başlayarak Ramazana hazırlık yaparlar. Bu ayın sâhibi olan Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla Allahü teâlâya kavuşmaya çalışırlar. Şâban, Receb ile Ramazanı birleştiren köprü gibidir. Geçen günlerden ibret alınır, bugünkü gün ganîmet bilinir, yarın ise tehlikelidir.


Şâban ayının faziletini, üstünlüğünü bildiren diğer hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:


Şâban, Receb ile Ramazan ayları arasındabir aydır. İnsanlar bundan gâfildir. Halbuki Şâban ayında kulların ameli Allahü teâlânın dergâhına çıkarılır. Ben Şâbanda oruçlu olduğum halde amelimin çıkarılmasını arzu ederim.


Receb ayının diğer aylara üstünlüğü, Kur’ân-ı kerîmin diğer kitaplara üstünlüğü gibidir. Şâbanın diğer aylardan üstünlüğü, benim diğer peygamberlerden üstünlüğüm gibidir. Ramazanın diğer aylarda üstünlüğü, Allahü teâlânın diğer insanlar üzerine üstünlüğü gibidir.


Şâbanın on beşinci gecesinde Allahü teâlânın kulları üzerine rahmeti zuhûr edip müminleri mağfiret eder, bağışlar. Kâfirlere ise mühlet verir. Kin ve hased sâhibi olanları bu sıfatlarını terk edinceye kadar kendi hâllerinde bırakır.
alıntı

20 Haziran 2012 Çarşamba

Değişim Yönetimi


Değişim Yönetimi

e-PostaYazdır
Kanunî Sultan Süleyman, bir gün devletin akıbetini düşünür. Bir devlet hangi halde çöker? Bir gün olur da devletimiz izmihlâle uğrar mı? Suallerinin cevabını süt kardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ den mektup ile sorar.

Mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı çok kısa ve şaşırtıcıdır: “Neme lâzım be sultanım!..”

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan bir mana veremez. Yahya Efendi gibi bir zat nasıl böyle bir cevap verebilir? Söylenmeye başlar. Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’ ta ki mekânına gelir.

Der ki:
- Ne olur sorularıma cevap ver, bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!

Yahya Efendi şöyle bir bakar:
- Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.
- İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “Neme lazım be sultanım” demişsiniz. Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir mana çıkarıyorum.

Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu müthiş açıklamasını yapar:

“Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir…”

Nitekim Osmanlı devleti ciltler ile ancak ifade edilebilecek pek çok nemelazım misalleri sonrası dünya siyasetinde, iktisadında,  askeriyesinde vs. zuhur eden değişimlere ayak uyduramadığından arkasında pek çok acı ve gözyaşı bırakarak tarih sahnesinden çekilmeye mecbur kalmıştır.

Bu tarihi vakada ifade edilen çöküş ve izmihlâlin mukadder hale gelmesi hakikati, devletler için geçerli olduğu gibi organizasyonlar için de geçerlidir. Kendisi de bir sistem olan organizasyonlar, paydaşları olan diğer organizasyonlar ile beraber karmaşık ilişkiler içerisinde olduğu devasa bir sistemin alt sistemidirler. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu hakikati, değişime ayak uyduramayan organizasyonların yaşamasına imkân vermemektedir.
Değişimin yönetimi mefhumu, arzumuza göre takip etme ya da etmeme konusunda serbest olduğumuz yeni bir moda değildir. Burada mühim olan yöneticilerin var olma stratejileridir.
***
Değişim yönetimi ve meseleler karşısında kayıtsız kalınması, yani nemelazımcılık organizasyonu hastalandırmakta ve bozmaktadır. Bu yönetim sisteminin kendisi için de geçerlidir. Hasta bir sistem içerisinde yer alan personel de bir müddet sonra ortamdan olumsuz etkilenmekte, personelin temel prensibi günü kurtarmak olmakta, çalışmasa da çalışıyor gibi görünmek zorunda kalmakta ve bu organizasyonda uzun süre çalışması halinde ise tüm olumsuzluklara alışıp tükenmektedir.

Değişim gereklerini görmeyip değişime direnç gösteren, yapılan hataları saklayan ve hatalardan ders çıkarmayan, hatta böyle dertleri olmayan, öğrenmek dahi istemeyen nemelazımcı her seviyeden personel, nihayetinde organizasyonlarının kaçınılmaz sona yaklaşmasında pay sahibi olurlar.

Değişimin yönetilmesi gerektiğini düşünmeye başlamışsak, bunu yalnız başınıza yapamayacağımızı da bilmemiz elzemdir. Ferdi teşebbüslerin sonuç vermeyeceğini anlamamız uzun sürmeyecektir. Çünkü öncelikle amirimize hesap vermek zorundayız. Eğer amir bu yeni fikirleri benimsemiyorsa işimiz ve mevkiimiz tehlikeye girebilir. Eğer organizasyonun alt kademelerinde çalışıyorsak mağdur olabiliriz, tamamen hayal kırıklığına uğrayabiliriz.

Organizasyonun var olmaya devam edebilmesi için yönetimde sürekli makul değişiklikler yapılması gerekmektedir. Eğer yönetim şekli sorgulanmıyorsa bu sorgulama çok geç olmadan yapılmalıdır.

Organizasyon için en mühim mesele; müşteri ihtiyaçlarının tam olarak anlaşılması, olaylar, veriler ve istatistik analizlerin etkin kullanımı, iş süreçlerinin yönetimi, iyileştirilmesi ve gerektiğinde yeniden yapılandırılması şeklinde özetlenebilir. Eğer rakipler değişimi kontrol edebilmek için milyonlarca lira hesapsız para harcarken, organizasyonunuz müşteri ihtiyaçlarını esas alarak değişime karşı nasıl uyum sağlayacağı mevzuunda kafa yorar, öğrenir ve iş süreçleri değişimi yönetecek istikamette tekrar ele alınırsa, ancak bu durumda rekabet avantajı kazanmış olur.
Organizasyonda işlerin yolunda gitmemesinin esas sebebi:İstisnalar dışında insanların işlerini beceriksizce yapmaları, yani ehliyetsizliğin hâkim olduğunun müşahede edilmesidir.

Ehliyetsizliğin temel sebebi: Hiyerarşide her çalışanın kendi ehliyetsizlik seviyesine yükselmek eğiliminde olmasıdır.
 
Hiyerarşi; üyelerinin rütbe, kademe veya sınıflarına göre tertip olunduğu herhangi bir organizasyonu ihtiva eder.Ehliyetsizlik; hiyerarşi üyesinin görevlerini yapmak için gereken bilgi ve tecrübeye haiz olmaması ve mesleki sorumluluklarından habersiz olmasıdır.

Hiyerarşide terfi etmek eğilimleri her zaman mevcuttur. Hiyerarşi üyelerinin çoğu bir-iki kere terfi ederler, bir ehliyet seviyesinden diğerine yükselirler. Hiyerarşideki her ehliyet seviyesinde gösterilen ehliyet kişiye bir daha terfi etmek fırsatını verir.

Hiyerarşide yeteri kadar rütbe ve yeterli bir zaman varsa hiyerarşideki her üye kendi ehliyetsizlik seviyesine kadar yükselir ve orada kalır. Zamanla her makam, çoğunlukla bu makamın gerektirdiği vazifeleri ifâ etmeye ehil olmayan hiyerarşi üyeleri tarafından işgal edilmeye başlar.

Hiyerarşinin ehliyetsiz üyelerine rağmen organizasyonda işlerin nasıl yürüdüğü sorusunun cevabı: Hiyerarşide vazifelerin, henüz ehliyetsizlik seviyesine ulaşmamış hiyerarşi üyeleri tarafından ifâ olunmasıdır.

Ford Motor Şirketinden Don Petersen, bu hakikati astlarına: “Size bunu söylemekten nefret ediyorum ama bazılarınız bir ya da iki kere yanlış nedenlerle terfi ettiniz” diyerek izah etmektedir.

***

Meseleler karşısında bütüncül düşünülerek, sebep ve sonuçlar arasında makul bağlantılar kurulup etkin kararlar almak önemlidir. Eğer bütüncül düşünülmeyip insan, makine ve süreçlerden oluşan organizasyonun performansını, bu sistemin bileşenleri için sadece sayısal hedefler belirleyerek arttırılmaya çalışırsa, sistem bizi mağlup eder ve organizasyon bunun bedelini hiç beklemeyen bir şekilde öder.  Bu fikrin, işleri organizasyon şemasında tanımlandığı şekilde yürütmeye alışmış yöneticiler kabullenmesi zordur. Bu zihniyete haiz yöneticilerin stratejisi: “böl, parçala, yönet” yaklaşımı olup, astlarına katı emirler vermekten hoşlanırlar ve sistemi organizasyon şemasının çizgileri boyunca parçalara ayırabileceklerini düşünürler.

Yöneticinin bir kısmının kuramsal çerçevesi zayıftır. İşlerin organizasyon şemasındaki hiyerarşik ilişkinin aksine yatay olarak aktığını unutmuşlardır. Sistemi bir bütün olarak görmek istemezler. Kolay yolu seçerek her bir bölüm ve bireyi ayrı ayrı değerlendirirler. Sadece performans hedefleri belirleyerek, etkin bir ödül-ceza sistemi kurmanın iyi yöneticilik olduğunu düşünürler. İşler gerçekte organizasyon şemasına rağmen yürütülse de, organizasyon şemasının işlerin nasıl yürütüldüğünü gösterdiği düşüncesinde ısrar ederler.
Bazı yöneticilerin gizli varsayımı, "alt kademedeki insanların beyinleri yoktur" düşüncesidir. Bunun sonucunda bölümler organizasyonun başarısı için işbirliği yapmak yerine, birbirlerini mağlup etmeyi düşünürler. Bütüncül düşünme zafiyetleri zaman, para ve emek israflarına sebep olur.

Bir organizasyondaki iş akışı yatay olmasına rağmen, organizasyonu bağımsız faaliyetlerden oluşan parçalar şeklinde görmeye çalışmak lüzumsuz harcamalara ve israfa yol açar. Eğer, işin sistem yönünü dikkate almadan, sistemin en altındaki ya da ortasındaki insanlar ve birimler için sayısal hedefler belirlenirse, liderlik sorumluluğu üstlenilmiyor demektir.

İnsanlar sistem içeresinde çalışırlar. Yönetimin işi, diğer insanların yardımı ile sistem üzerinde çalışmak ve onu geliştirmektir. Bu ifadede birçok anahtar kelime bulunmaktadır:
  1. ‘sistem içinde çalışmak’, çalışanların işleri ile ilgili her şeyi kontrol edemediklerini kabul etmeliyiz. Bu yönetim şekli, insanları yaptıkları ve yapamadıkları her şeyden sorumlu tutan geleneksel yönetim tarzınıza tamamen terstir. Bununla birlikte, çalışanları hiçbir şeyden sorumlu tutmazsak, onların da hiçbir şey yapmayacağını düşünebiliriz. Öncelikle bu düşünceden uzaklaşmalıyız. Fakat daha önemlisi, çalışanların sistemi geliştirmek için yönetime yardım etmelerini sağlamalı ve onları asıl bu konuda sorumlu tutmalıyız.
  2. ‘yönetimin işi’ İşimizin ne olduğunu düşünüyorsunuz?
  3. ‘sistem üzerinde çalışmak’ Sorumlu olduğunuz sistemi nasıl tanımlayacağımızı, sistem üzerinde nasıl çalışacağını, bunu başarmak için neler öğrenmemiz gerektiğini, bu bilgileri nereden alacağımızı biliyor muyuz?
  4. ‘geliştirmektir’ Hala, ‘bozulmadıysa tamir etme’ öğüdünü dinliyor muyuz? En azından zamanınızın üçte birini sorumlu olduğunuz sistemi geliştirmek için harcamanız gerektiğini biliyor muyuz? Bunu yapıyor muyuz? Yapmanız gerektiğine inanıyor muyuz?
  5. 'çalışanların yardımıyla’ Astlarınızın size yardım etmesi gerektiği düşüncesini kabul ediyor muyuz? Onlara bize nasıl yardım edeceklerini öğretebilir miyiz? Onların bize yardım etmesini istiyor muyuz? Korkuyor muyuz? Bunu mümkün kılmak için neler yapmanız gerektiğini biliyor muyuz?
Organizasyonda, standart uygulama ve süreçler geliştirmeli ve personeli bunları takip edecek şekilde eğitilmelerini temin etmeliyiz. Personel, doğru şeyleri söylenmeden yapacak şekilde teşvik edilmeli, konunun önemine inandırılmalıdır. Bu değişikliklerin bir gecede gerçekleşmesi beklenemez. Yöneticiler sabır ve sebat ile mesafe almalı, asla vazgeçmemeyiz.
***

Kaliteli Yönetici; astlarına değer veren, onlara güvenen, yetki aktarandır. Astlarınca güvenilendir. Gereksiz ayrıntıya girmeyendir. Düşünen, planlayan, hedef koyan ve çalışanlarını o hedefe yönlendirendir. İşini ve işyerini sevendir. Astlarının işini sevmesini sağlayandır. Çalışanlarına bir takım oldukları ruhunu verebilendir, takım çalışması yapabilendir.

Karar vermek, iki ana esas üzerine inşa edilmektedir: 1- Doğruları tespit etmek. 2- Ne yapılacağını bilmek. Fakat gerçekleri tespit etmek her zaman kolay değildir. Gerçek son derece karmaşık ve başkaları tarafından saptırılmış olabilir. Organizasyonda düşünme süreçlerine yeterince zaman ayırılmalıdır. Kararların mantıklı, açık ve doğru olmasına itina gösterilmelidir. Yöneticiler, tabii Efendim, haklısınız üstadım, doğru söylüyorsunuz azizim, baş üstüne müdürüm..." demekten öteye geçemeyen "Salla başını, al maaşını!" zihniyetine sahip personellerine karşı tedbirli olmalıdır.

Personel ile sağlıklı bir iletişim kurmak yöneticiliğin temel unsurlarındandır. Çalışanını dinlemeyen ve bunu çalışanına bariz bir şekilde belli eden yönetici çalışanı ile olan bütün bağları en garantili bir şekilde yok ettiğinden emin olabilir.

Organizasyonlar; yöneticileri tüm dikkatlerini mal ve hizmet üretimine ilişkin faaliyetler üzerinde topladıkları ve organizasyonların aslında insanlardan müteşekkil bir sistem olduğunu ihmal ettikleri, yani iletişime önem vermedikleri için ölürler.

İşin sırrı insana odaklanmaktır. Bütün muvaffakiyetlerin merkezinde yetişmiş ve ehliyetli insan faktörü vardır; personelin gönlünü kazanmak ve onları kendine bağlamak vardır. Zira organizasyonları yaşatan insanlardır. İnsanların aidiyet duymadığı, sahiplenmediğiorganizasyonlarda personel kendisini mutlu ve güvende hissetmez. Moral ve motivasyonunolmadığı yapılar değişimi yönetemez.

İnsanı yaşat ki organizasyon yaşasın.
 
Kaynaklar
  1. Etkili Değişim, John Adair, babıali kültür yayıncılığı
  2. Etkili İletişim, John Adair, babıali kültür yayıncılığı
  3. Etkili Motivasyon, John Adair, babıali kültür yayıncılığı
  4. Etkili Karar Vermek, John Adair, babıali kültür yayıncılığı
  5. Peter Prensibi, Dr. Laurence J. Peter-Raymond Hull, Bedir Yayınları
  6. Yönetimin Virüs Teorisi, Dr. Myron Tribus

19 Haziran 2012 Salı

YA SABIR YA SELAMET


Hakkari Dağlıca bölgesinde çıkan çatışmada 8 asker şehit oldu, 15 asker de yaralandı tüm türkiyenin ve ailelerinin başı sagolsun yaralı askerlerimize acil şifa diliyoruz şehitler ölmez vatan bölünmez.

ey aşıkan

Ey âşıkan ey âşıkan,
Aşk mezheb ü dindir bana
Gördü gözüm aşk yüzünü,
Yas kamu düğündür bana

Ayruk bize yas eylemez,
Gönlümüzü pas eylemez
Zehi Hak'dan gelen âvaz,
Andan gelen ündür bana

Ayruk bana ben dimeyem,
Kimesneye sen dimeyem
Ya kul ya sultan dimeyem,
Kalsun işidenler tana

Ben bu aşktan ayrılmayam,
Dergâhından sürülmeyem
Bundan dahi gider isem,
Senin ile varam sana

Ol Dost beni viribidi,
Var dünyayı bir gör dedi
Geldim ü gördüm nicedir,
Seni seven kalmaz sana

Kullarına va'deyleyen,
Yarın gün görünem deyen
Ol dostların sevindiği,
Yarının bu gündür bana

Yunus seni din edindi,
Din nedir îman edindi
Aşka bu gün yarın nolur,
İşi nedir önden sana

hz yunus

18 Haziran 2012 Pazartesi

bilmiyorum

Bütün bildiğim, birşey bilmediğimdir.
osmanlıda enderun kapısında bilmiyorum yazarmış!!!

KAPI

Hikaye bu ya, kral maiyetini önemli bir görev için sınamak istemiş. Birçok güçlü ve akıllı adam etrafında toplanmış. Kral onları bugüne kadar görüp görecekleri en kocaman kapının önüne getirerek şöyle demiş: Siz akıllı insanlara benim bir sorum var. Hanginizin bunu çözebileceğini görmek istiyorum. Burada krallığımdaki en büyük ve en ağır kapıyı görüyorsunuz. Kimler bunu açabilir? Saray mensuplarından bazıları açamayız der gibi başlarını sallamış.



Diğerleri, çevresindekilere göre daha akıllı sayılanlar, kapıyı daha


yakından incelemiş, fakan onlar da açamayacaklarını kabul etmişler. Bu akıllı insanlar böyle söyleyince saraylılar sorunun çözülemeyecek kadar zor olduğunda fikir birliğine varmışlar. Sadece bir vezir kapının yanına giderek onu şöyle bir gözden geçirmiş ve elleriyle


yoklamış, açmak için çeşitli yolları denemiş. En sonunda kuvvetle


yüklendiğinde ağır kapı açılmış. Meğer kapı zaten tam kapalı değilmiş ve açmak için deneme isteği ve yüreklilikle davranma


cesaretinden başka bir şey gerekmiyormuş. Kral vezire şöyle söylemiş: Sadece gördüğün ve işittiğine bağlı kalmadan, kendi gücünü devreye soktuğun ve denemeyi göze aldığın için saraydaki


görevi sen alacaksın. .. Bir düşünün şimdi bakalım. Hayatta karşınıza çıkan olanakları ve fırsatları, hiç denemeden ve herhangi bir girişimde bulunmadan kaçırdığınız oldu mu? Mutlaka olmuştur.


Buna 'ukde' diyoruz. Yani zamanında yapılmak istenen ama cesaret edilmediği için yapılmayan şey. Ukdelerin zaman içerisinde fazlalaşması, sizi günün birinde "keşke" diye başlayan hayıflanma


cümlelerine götürür: "Keşke üniversite sınavlarına girseydim…


Keşke yurt dışına gitseydim… Keşke evlenmeseydim…Keşke evlenseydim…Keşke bunu değil öbür işi seçseydim…Keşke okuluma devam etseydim…" Zamanı geriye alıp, keşkeye neden olan anı değiştiremeyeceğinize göre şu anda yapmanız gereken, bundan böyle yeni "keşke"ler yaratmamak olmalı hayatınızda. Bunun için de


önünüzdeki yolları, seçenekleri iyi düşünüp, tartıp, kalbinizin ve aklınızın buluştuğu her ne ise onu seçmeli, denemelisiniz artık. Daha önceki keşkelerden dolayı da kendinizi suçlamamalı, bir deneyim


olarak görmelisiniz. Ama şunu da demiyorum : Sesiniz olmadığı halde ses yarışmasına girin ya da eğitim almadan kariyer mücadelesi yapın… Alçakgönüllü olun, dozunu kaçırmadan. Böbürlenin, şımarmadan. Sevin, karşılık ummadan. Çalışın,






Alıntıdır










17 Haziran 2012 Pazar

bul

Cehd eyle bir ârif-i dânâyı bul







Ya bir sanem-i latif ü ra’nâyı bul






Bu ikisinin biri nasib olmazsa






Evkatını zâyi etme, tenhayı bul






– Erzurumlu İbrahim Hakkı

16 Haziran 2012 Cumartesi

mirac mucizesi


Mirac mucizesi

Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur?
CEVAPEhl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile Miracın hak olduğunu bildiriyorlar.

[Fitne] yani imtihan uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı.

Resulullahın, Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur. (Bahr) 
Birkaç saniyede Mekke'den Kudüs'e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allahü teâlânın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder.

Mirac hakkında birçok hadis-i şerif vardır. Birkaçı şöyle:
(İsra gecesi [Miraca çıkınca] Cennetin kapısı üzerinde “Sadakanın on, ödünç vermenin sevabı onsekiz mislidir” yazılmış olduğunu gördüm.) [Beyheki]

(İsra gecesi her gökte, Muhammedün Resulullah ve arkasından Ebu Bekri Sıddık yazılı olduğunu gördüm.)
 [Ebu Nuaym]

(İsra gecesi, nura gark olmuş bir zat gördüm. “Bu kim?” dedim. Cebrail aleyhisselam, “Dünyada iken Allahü teâlâyı devamlı anan, kalbi camiye bağlı ve ana-babasına asi olmayan bir zattır” dedi.)
 [İ. Ebiddünya]

(Miracda, Cehennemde kokmuş leş yiyenlerin kim olduğunu sordum. “Bunlar, gıybet ederek insanların etlerini yiyenlerdir” dendi.)
 [I. Ahmed]

(Mirac gecesi, uğradığım her melek topluluğu, ümmetime hacamatı tavsiye etti.) [Hakim]

(Mirac gecesinde ateşten makasla kendi dudaklarını kesenleri görüp, kim olduklarını sordum. "İlmi ile amel etmeyen din adamlarıdır" dendi.) 
[Buhari, Müslim] 

(Mirac gecesi Cehennemi gösterdiler, çoğunun kadın olduğunu gördüm.) 
[Tirmizi]

(Mirac gecesi, ekin ekip bir günde biçen bir topluluk gördüm. Biçtiği mahsul yeniden eski haline dönüyordu. “Bunlar kim?” dedim. Cebrail aleyhisselam, “Bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir. Bunların bir iyiliğine yedi yüz misli sevap verilir. Harcadıklarının yerine yenisi verilir” dedi.) [Bezzar]

Uzun bir hadis-i şerifin özeti şöyle:
(Cebrail aleyhisselamla bütün gökleri geçerek Sidre-i müntehaya geldim. Cenneti gösterdiler. Daha sonra elli vakit namazla dönerken Musa aleyhisselamı gördüm. Elli vakit namazın ümmetime zor geleceğini, dönüp namaz vakitlerini azaltmasını Allahü teâlâdan istememi söyledi. Azar azar kaldırılarak sonunda beş vakte indirildi.) [Müslim]

Bazı bid’at ehli, sahih-i Müslimdeki bu hadis-i şerife inanmıyorlar. Peygamber efendimizin derecesinin Musa aleyhisselamdan daha yüksek olduğu için, ondan öğrenmesi, onun tavsiyesine göre hareket etmesi uygun değil, böyle şey olmaz diyorlar. Halbuki bilindiği gibi, Kur’an-ı kerimde, Musa aleyhisselamın Hazret-i Hızır’dan ilim öğrendiği bildirilmektedir. [Bu kıssayı aşağıda yazdık.] Hazret-i Hızır peygamber olmadığı gibi derecesi Musa aleyhisselamla mukayese bile edilmez. Musa aleyhisselam, ülülazm bir Peygamberdir. Demek ki, mevki ve derecesi yüksek olan bir zat, derecesi daha aşağıdaki bir zattan ilim öğrenebilir, onun tecrübesine istinaden söylediği tavsiyeye uyabilir.

Mekke'den Kudüs'e ancak bir ayda gidip gelinebilir. Kısa bir anda Mekke'den Kudüs'e varıp gelmek ancak Allahü teâlânın kudreti ile olur. Buna inanıp da, daha uzaklara gittiğine inanmamak, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmeyi gerektirir. İşte mezhepsizlerin anlamadığı husus burasıdır. Allahü teâlâ dilerse niçin olmasın? Peygamber efendimiz, (Göklere ve daha uzaklara gidip geldim)buyuruyor. Bunu inkâr etmekteki maksat nedir? Gayri müslimler, İslamiyet’i yıkmak için, böyle konularda yerli maşalarını kullanıyorlar.

İmtihan rüyada olmaz
Sual:
 Mirac rüyada oldu diyorlar. Peygamberimiz uyanıkken olmadı mı?
CEVAPRüyada olanlar da oldu. Ancak meşhur İsra olayı uyanıkken oldu. Namaz da o gece beş vakit olarak farz oldu.

İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinin meali şöyledir:
(Kuluna [Muhammed aleyhisselama] bir gece bazı âyetlerimizi[Allahü teâlânın kudret ve azametine delâlet eden nice harika olayları]göstermek için, onu Mescid-i Haram'dan [Mekke’den], çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya [Kudüs’e] götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören Odur.) [İsra 1]

Âyet-i kerimede geçen İsra kelimesi, gece yürümek anlamındadır. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, yürümek manasına kullanılır. Yine aynı surede mealen buyuruluyor ki:
(İsra gecesi, sana, o temaşayı [o gece gösterdiğimiz olayları] ve Kur'anda lanetlenen [Cehennemdeki Zakkum isimli] ağacı da, yalnız insanlara bir fitne [imtihan] yaptık. [Miracı ve zakkum ağacını inkâr ettiler.] Bizim ikazımız, ancak onların taşkınlıklarını artırıyor.) [İsra 60]

İmtihan rüyada olmaz, uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamaz, kâfirler, hep birlikte isyan etmez, Müslüman görünen münafıklar, böyle şey olmaz demezlerdi. Onları Müslüman sananlar da, bunları mürted oldu zannettiler. Onun için bazı kitaplarda, (Mirac olayı, bir çok kişinin mürted olmasına sebep oldu) diye yazar. İnançları sarsan bir olay olmasaydı, Hazret-i Ebu Bekir de, inkâr fırtınası içinde, Resulullahın miracını tasdik etmezdi. Allahü teâlâ, bu tasdikinden dolayı Resulü Muhammed aleyhisselam vasıtası ile ona Sıddık ismini verdi. Burada sıddık, sözünde ve imanında çok doğru olan demektir. Ebu Bekri Sıddık, Resulullahın Miracını ilk tasdik edenlerden olduğu için yüksek derecelere kavuştu, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Allah’a ve Resulüne iman edip, Onların sözünü tasdik etmek müminlerin alametlerindendir. Bir âyet meali:
(Müminler, “İşittik, itaat ettik [Allah ve Resulünün sözlerini beğendik, kabul ettik]” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.)[Nur 51]

İsra suresinin 60. âyet-i kerimesinde bildirilen fitne [imtihan] hâlâ devam ediyor, aklını ölçü alan mutezile kafalı kimseler, böyle bir mucizeye akıl erdiremedikleri için, Miracı bir türlü kabul edemiyorlar. Evet olay çok büyüktür, bir mucizedir, insanların yapması imkansızdır, ama bunu Allahü teâlâ yapıyor. Onun kudretinden hiç şüphe edilir mi?

Kâfirlerin telaşı ve sorularıBu gidip gelmek, gayet kısa zamanda oldu. Geldiğinde, mübarek yatakları henüz sıcak idi. Gelince, nasıl gidip geldiğini anlattı. Burak’la Mescid-i Aksa’ya gittiğini, oradan gökleri geçerek Cenneti Cehennemi ve daha başka yerleri gezdiğini söyledi. Dönüşte yolda, develi yolcular gördüğünü, bir devenin ürküp yıkıldığını söyledi. (İnşallah çarşamba günü Mekke’ye gelirler) buyurdu. Kâfirler bu olayı işitince inkâr edip, “Akla zıttır, mümkün değildir” dediler. “Bu iş burada bitti, mal, mülk, saltanat verdik, davasından vazgeçiremedik. Ama artık ondan kurtulduk” diye sevinçlerinden oynamaya başladılar. Birkaçı hemen Hazret-i Ebu Bekir’in evine geldi. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı.

Kapıya çıkınca hemen sordular:
"Ey Ebu Bekir, sen çok kere Kudüs'e gittin geldin, iyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek ne kadar zaman sürer" dediler. Hazret-i Ebu Bekir, "İyi biliyorum, bir aydan fazla" dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hazret-i Ebu Bekir'in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, "Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" diyerek, Hazret-i Ebu Bekir'e sevgi, saygı ve güven gösterdiler.

Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizin mübarek adını işitince"Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir. O, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz" diyerek içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadılar. "Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebu Bekir’e sihir yapmış" diyorlardı.

Hazret-i Ebu Bekir hemen giyinip, Resulullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, "Ya Resulallah! Miracınız mübarek olsun! Allah’a sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Ya Resulallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana feda olsun" dedi. 

Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli imanına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Peygamber efendimiz daha önce Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı görmemişti, bunu kâfirler de bildiği için, Resulullahı mahcup, mağlup etmek için, imtihan etmeye yeltenip dediler ki:
“Sen Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?”
Resulullah hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebu Bekir, “Öyledir ya Resulallah, aynen öyledir ya Resulallah” derdi. Çünkü Hazret-i Ebu Bekir, tüccardı, Kudüs’ü Mescid-i Aksa’yı iyi biliyordu, çok gidip gelmişti. Kâfirlerin kendileri de oraları çok iyi biliyorlardı. Bu bakımdan kâfirler, “Yanlış söylüyorsun” diyemiyorlar, inat için dahi olsa, Resulullahın cevaplarını inkâr edemiyorlardı.

Resulullah efendimiz, edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Mescid-i Aksa’nın kaç penceresi olduğunu bilmiyordu. Daha sonra bu olayı şöyle anlattı:
(Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. Kureyş beni yalanlayınca, o anda Cebrail aleyhisselam, Mescid-i Aksa’yı gözümün önüne getirdi.[Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum.) [Buhari]

Çarşamba günü güneş batarken, Resulullahın bahsettiği kervan Mekke’ye geldi. Kervandakiler, fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl müminlerin imanını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı.

Kur’an-ı kerim âyetlerinin inmesi, mucizelerin görülmesi müminlerin imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, kâfirlerin de düşmanlıklarını artırırdı. İki âyet meali:
(Müminler, Allah anılınca kalbleri ürperen, âyetler okununca, imanları artan [kuvvetlenen] ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.) [Enfal 2]

(Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen âyetler, onların 
[kâfirlerin]çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır.) [Maide 64]

Hazret-i Hızır ve Musa aleyhisselamBir kimse, ilim tahsil etmeden marifet ve keramet sahibi olabilir. Kur’an-ı kerimde, Kehf suresinin 60. âyet-i kerimesinden 82. âyetinin sonuna kadar anlatılan olayda, ilm-i ledünniden, bâtın ilminden bahsedilmektedir.

Kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, “Ya Rabbi, benden âlim olan ve bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, o zatı bulursun” buyurdu. Hazret-i Musa, Hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına oturdular. Bu pınar âbı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti. Hazret-i Yuşa bunu gördü ise de söylemeyi unuttu. Hazret-i Musa sorunca, hatırlayıp balığın canlanıp denize gittiğini söyledi. Geri dönüp oraya gelince, o zatı gördüler. Hazret-i Musa, “Bana bâtın ilmini öğretir misin?” dedi. O zat, “Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bilmediğin için de yaptıklarıma sabredemezsin” dedi. Hazret-i Musa, “İnşallah beni sabredenlerden bulursun” dedi. O zat, “Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın dedi.

Üçü bir gemiye bindiler. Gemiciler, bunların iyi kimseler olduklarını anlayarak para almadılar. O zat, geminin bir tahtasını söktü. İçeri su girmeye başladı. Hazret-i Musa, “Gemiciler, bize iyilik etti, para almadı. Sen de bunları denizde boğacaksın” dedi. O zat, “Hani bana karışmayacaktın? dedi.

Gemiden inince, sahilde oynayan çocukları gördüler. O zat, çocuklardan birini öldürdü. Hazret-i Musa, “Çocuğun günahı neydi?” demekten kendini alamadı. O zat, “Yine işime karıştın” dedi.

Antakya’ya uğradılar. Kimse yemek vermedi. O zat, yıkılmak üzere olan bir binanın koca duvarını bir eli ile tutup doğrultuverdi. Hazret-i Musa, “Bunu ücretle yapsaydın, bir ekmek parası çıkarırdık” dedi. O zat, “Artık ayrılma zamanımız geldi. Çünkü üç defa işime karıştın” dedi. Hazret-i Musa, “Bunların hikmeti nedir?” dedi. O zat, “Bunları Allahü teâlânın emri ile yaptım. Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri zorla alıyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik etmiş olduk.

Günahsız çocuğa gelince, bunun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayarak onlara zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 Peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için dua ettim.

Doğrulttuğum duvar, öksüzlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, eller alacaktı. Öksüzlere de bir iyilik etmiş olduk.

Kur’an-ı kerimdeki bu kıssa, bâtın ilmine sahip keramet sahibi kimselerin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. Cenab-ı Hakkın ihsanı boldur. Dilediğine bu ilmi verir, onu marifet sahibi yapar.
alıntı