15 Şubat 2012 Çarşamba

BİR KEZ ALLAH DESE







Evet bir kere aşk ile Allah dese lisan,






Dökülür cümle günah misli Hazan,






İsm-i pâkin pâk olur zikr eyleyen,






Her murada erişir Allah diyen.






Bir vaiz hocaefendi manevi sohbetlerde bulunurmuş, senelerce yaşlanıncaya kadar Hazret-i Allah’ı ve Resul’ünü cemaate anlatmaya çalışmış, durmuş. Bir gün yine camide vaaz verirken arkalardan birinin Allah diye birden bağırmasıyla hocaefendi vaazı keser, başlar iki gözü iki çeşme ağlamaya. Önden yaşlı bir zât: ‘Yahu hocaefendi, senelerce bize Hazret-i Allah’ı ve Resul’ünü anlattın durdun, biz senden öğrenmeye çalıştık. Şimdi sen durmuşsun şu arkadan bağıran sarhoşa mı ağlıyorsun?’ der. Hocaefendi: ‘Ben ona ağlamıyorum, ben senelerce Hazret-i Allah’ı anlattım. Allah dedim fakat ömrümde bir defa bile şu sarhoş kadar aşk ile Allah diyemedim ona ağlıyorum.’ der. Onun için bir kez Allah dese aşk ile lisan, dökülür cümle günah misli hazan.






Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’ı zikretmek lâzım ama onun için de o hale gelmek lâzım. Manevi merhalelerden geçe geçe öyle bir an gelir ki, fenâ husule gelir, varlık yok olur. Yani bir kar yığını vardı, güneş vurdu onu eritti. Bu arada nefis de zaten yok olmuş oluyor. Böylece Hazret-i Allah’ın varlığı tecelli ediyor. O’ndan başkası da yok zaten. Bu sır kendiliğinden meydana çıkıyor. Sen yoksun O var. O’nunla O’nu zikrediyorsun. Sen yoksun ki nefis nerede, perde nerede? Yani o anda O’ndan başkası yok ki, başka bir şey zikredilmiş olsun. O’ndan başkası yok.






 Âyet-i kerime’de:






“Biz insana şah damarından daha yakınız.” buyuruyor. (Kaf: 6)






Bu Âyet-i kerime tecelli ettiği zaman bu hâl hâsıl olur. Hakiki zikir de budur. Hakiki şükür, hakiki ibadet de O’nunla yapıldığında husule gelir. “Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da Muhammed Aleyhisselâm’dan gelir.” Hakikat budur.






Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde buyurur ki:






“Hiçbir şey yoktur ki, O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat Siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” (İsrâ: 44)






Allah-u Teâlâ’yı en çok cemâdât, yani dağlar taşlar tesbih eder, halbuki biz onları ölü zannediyorduk. Sonra nebâdât, sonra hayvanât, sonra da insanlar tesbih ederler. Gerçek mânâda tesbihe erenler o tesbih sebebiyle o kadar terakki ederler ki bu tesbih sayesinde bazı melekleri dahi geçecek kadar yükselebilirler. Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudât (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:






“Mümin-i kâmil olanlar, Allah katında bazı meleklerden de efdaldır.” (Münavi)






Ve fakat insan olarak yaratıldığı halde Allah-u Teâlâ’nın tesbihini terk eden, inkâr eden kimseleler de hayvandan elli derece daha aşağı düşer.






Diğer bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:






“Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder.” (Saff: 1)






Yer tesbih ediyor, gök tesbih ediyor, her zerre tesbih ediyor, her ağaç tesbih ediyor, her ağacın üzerindeki meyve tesbih ediyor. Fakat Allah-u Teâlâ “Siz anlamazsınız.” buyuruyor.






Âyet-i kerime’de:






“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder.”(Teğabün: 1) buyuruyor.






Mahlûk bunu göremez ve duyamaz. Ancak Hazret-i Allah’ın duyurması ve göstermesi ile mümkün olur. Bu da ilâhi bir lütuftur. Bu ilâhi lütfa mazhar olmak için Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği kullarını bulmak, onunla olmak gerekir. Herkes sevdiğiyle beraberdir. Muhabbet ahirette saadete ulaştıran bir köprüdür. Âyet-i kerime’de:






“Resulüm! Onlara söyle: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin.’”(Âl-i imran: 31)






Bu Âyet-i kerime’ye göre Allah-u Teâlâ ile sevgi zincirinin kurulabilmesi ancak sünnet-i seniye’ye harfiyyen uymakla gerçekleşeceğinden, her hal-ü kârda bir tarikata başvurmak zaruridir. Yani zahirimizi süslemek için Efendimiz (s.a.v)’in şeriatına, bâtınımızı süsleyip ziynetlendirmek, iç dünyamızı nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir. Tarikat-ı münevvere aslında Cenâb-ı Peygamber (s.a.v) Efendimiz’den büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, İslâm ahlâkının vücud bulmasında büyük âmil olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar bâki kalacaktır. Hazret-i Allah zahiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden alimleri eksik etmediği gibi, bâtıni ilimleri öğretmek için de tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan aciz değildir. Âyet-i kerime’sinde:






“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” buyuruyor. (Araf: 181)






Bir kudsî Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:






“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez.”






Her ne kadar veli kulları zahirde biliniyorsa da, bâtınları yani ruhaniyetleri ve nuraniyetleri bilinmiyor. Hakikati bilmek ve duymak lâzım. Âyet-i kerime’de:






“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.” (Tevbe:119) buyuruyor.






Âyet-i kerime’deki sâdıklardan murad mürşid-i kâmillerdir. Allah-u Teâlâ bütün ehl-i imanın onlarla birlikte olmasını, onların sohbetlerinden feyz almasını emrediyor. Neden?






“Allah dilediği kulunu zâtına seçer.”(Şûrâ: 13)






İşte bu seçtiği ve çektiği sâdık kulları ile beraber olmayı emir buyuruyor. Çünkü onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler. Allah-u Teâlâ bu zâtları bizzat tarif buyuruyor. Âyet-i kerime’de:






“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” buyuruyor. (Şems: 9)






Kâlp temiz olursa kişiyi ibadet ve taata sevkeder. Hasta insan güzel yemeklerin lezzetini anlayamadığı gibi, mâsiva batağına düşmüş bir kalp de ibadet ve taatın lezzetini anlayamaz. Hasta olan kalbin temizlenmesi lâzımdır.






Bunun için Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudât (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:






“Zikrullah kalplerin şifasıdır.”(Münavi)






Hased, riya, kin, kibir, şehvet, gadap, yalancılık gibi ahlâk-ı zemimeler insanda bulundukça o kalp hastadır. Sıfatı da sıfat-ı hayvaniyedir. Bunun da tek çaresi ve tek ilacı Hazret-i Allah’ın nurunun, zikrinin ve fikrinin o kalbe girmesidir. Böylece yavaş yavaş ahlâk-ı zemimeler gider. Bir gün olur nurlanır ve nazargâh-ı ilâhi olan o kalp birçok tecelliyatlara mazhar olur.






Tasavvuf ilim ve hakikat âleminde imanın kemalleşmesinde büyük bir âmil olmuştur. Sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça, tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılamaz. Yani kavanozun dışından bal görmeye veya kavanozu yalamaya benzer. Fakat hiçbir zaman onun hakikatine erişemeyeceğini kişinin çok iyi bilmesi lâzımdır.






Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Asliyetinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Ve bu yol kıyamete kadar bâkidir. Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere yakîn hasıl olmasıdır. Hakiki iman da budur. Meselâ Allah’ın varlığını önce işiterek inanan insan, bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer. Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır. Resulullah (s.a.v) Efendimiz nefsinden Allah-u Teâlâ’ya sığındı ve şöyle buyurdu:






“Allah’ım! Gözümü açıp kapatıncaya kadar beni nefsime bırakma ve bana verdiğin iyi şeyleri benden geri alma.”(Bezzâr)






Nefis her hayra engel olmak isteyen, her şerrin kapısını açan, her iyiliği benimseyen senin arkadaşındır. Bu dünyada da arkadaşın, kabirde de arkadaşın, mahşerde de arkadaşın, cennette veya cehennemde de senin arkadaşındır. O arkadaşı hem terbiye hem de tedavi etmek için zikrullaha devam etmek lâzımdır.






Zikir, Cenâb-ı Hakk’ı meth-ü senâ ve yüceliğini ifade maksadıyla dilden ve gönülden gelen güzel kelimelerle anma, kalpte bulunan Allah sevgisinden doğan gerçeğe ulaşma duygusu ve düşüncelerinden ibarettir. Hakk Celle ve Âla Hazretleri:






“Ey iman edenler!Allah’ı çok çok zikredin.”(Ahzâb: 41)






Emr-i ilâhisi ile, evvelâ Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e, sonra da ümmet-i muhteremesine zikri emretmiştir.






İnsanların zevk ve mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan Ebu Bekir (r. anh) Efendimiz’e kalben zikir yapmayı, Hazret-i Ali (kerremellahu vecheh) Efendimiz’e de cehren zikir yapmayı ve insanlara öğretmelerini emir buyurmuştur. Zikrin cehri kısmını Abdülkâdir Geylâni (k.s) Hazretlerimiz, Hâfi kısmını ise Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahaüddin (k.s)Hazretlerimiz sistemleştirmişlerdir. Bundan dolayı cehri zikir yapanların yoluna ‘Kadiri tarikatı’ denmiştir. Gaye Hazret-i Allah’ı en güzel şekilde zikir ve O’na kulluktur. Zikirle fikirle meşgul oldukça ruh kuvvet bulur, günagün terakki eder, nefis ise kuvvetten düşmeye başlar. Lafza-i celâlin kalp ile zikri şöyledir:






‘Allah’ ism-i şerif’i kalp üzerine nurdan yazı ile yazılmış farzedilecek, mânâsı düşünülerek onu okuyormuş gibi kalpten geçirilecek. Devam ettikçe bütün letafat zikredilmiş olur. Lafza-i celâl’de nur vardır. Yakıcı olduğu için, nefsin kalkanını deler geçer. Nefis bu darbelere, zikrullahın verdiği hararete tahammül edemez. Kalbi boşaltarak ruh odasına kaçar. Artık kalp işgalden kurtulmuş, asliyetine dönüp nurlanmıştır. Zikrullahı çoğalttıkça ateşi de kuvvetlenir. Ruhun esiri olmamak için bütün gücüyle direnmesine rağmen, nefsin mukavemeti azalır.






Ruh, sır, hâfâ, ahfâ odalarını da terk eder. Oralar da kalp gibi asliyetine döner. En son olarak nefs-i kül odasına kaçar ve burada en büyük direnmeyi yapar. Burası secde mahallidir. Oradan da çıkarılırsa hakimiyeti ruh ele geçirir, nefsi esareti altına alır. Letâif ampulleri yanar, kişi artık kemâl yollarını bulur. Takvâ elbisesini giyer. Bütün azaları ahkâm mucibince hareket etmeye başlar. Her bir letâif nurunun rengi vardır. Sırasıyla ‘kalp’ kırmızı, ‘ruh’ sarı, ‘sır’ beyaz, ‘hafâ’ yeşil, ‘ahfâ’ siyah, ‘nefs-i kül’ün nuru ise mavidir.






Ruh ne kadar kuvvet bulursa bulsun, kişi bu tecelliyatı Cenâb-ı Hakk’ın lütfundan olduğunu bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için bırakılır. Hazret-i Allah nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:






“Bir insanın kendini beğenmesi, yetmiş senelik ibadetini mahveder” buyuruyor. (C. sağir)






Zikir kalpteki haset, riya, kibir, gadap, şehvet gibi hastalıkları iyileştirerek kalbi mânen temizler.






Resulullah (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:






“Allah’ı zikir, kalp hastalıklarına şifadır.” buyurmuştur. (Münâvi)






Böylece temizlenen kimseye melekler imrenir, ebedi kurtuluş ve saadete erer. Âyet-i kerime’de:






“Zikrullah elbette en büyük ibadettir.”buyuruluyor. (Ankebut: 45)






Zikir dinimizin emri, imanın alâmeti, ibadetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilası, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilacıdır. Bir şeyi çok seven onu dilinden hiç düşürmez. Zikrullah Allah sevgisini tahrik ederek sonsuz bir şevk verir. Zikrullahla kalpler arınır ve sükûn bulur.






Masivayı kalpten çıkarmak, Hakk’ın zikrini kalbe yerleştirmek, O’ndan bir an bile gafil olmamak lâzımdır. Âyet-i kerime’de:






“Allah’ı çok çok zikredin. Tâ ki umduğunuza kavuşabilesiniz.” buyuruluyor. (Enfâl: 45)






“Onlar ki iman etmişlerdir ve kalpleri zikrullahla mutmain olmuş, sükûn bulmuştur. Çok iyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminâna kavuşur, huzur bulur.”(Rad: 28)






Hakk Celle ve Alâ Hazretleri zikrullahla meşgul olanı birçok Âyet-i kerime’lerinde meth-ü senâ etmiş ve zikrullaha teşvik etmiştir.






“Öyle erler vardır ki onları ne bir ticaret, ne de bir alışveriş zikrullahtan alıkoyamaz.”(Nur: 37)






“Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.”(Münafikun: 9)






Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikir için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek caizdir. Zikir yaparken abdestli olmak en efdali olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir. Âyet-i kerime’de:






“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken Allah’ı zikredin.” (Nisa: 103)






Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:






“- Amellerinizin en hayırlısını, Melik’iniz katında en temizini, derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmenizden daha hayırlı, düşmanlarınızla karşılaşıp boyunlarını vurmanız ve onların da sizin boynunuzu vurup şehit etmelerinden daha hayırlı olan bir işi haber vereyim mi?






- Evet yâ Resulellâh!






- Allah-u Teâlâ’yı zikretmektir.” buyurdular. (Tirmizi)






Hiçbir güzel amelim yok, bir defacık anamadım,






Ey kân-ı kerem! Bir defacık, gerçekten, Zâtına tapamadım,






Zât-ı Celle ve Âla’ya ubudiyet gerekirken hiç edemedim,






Bir defacık olsun gerçekten rıza yolunda gezemedim.
iktibas














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...