21 Aralık 2010 Salı

MEDYATİK MANZARAMIZ

Her şeyin basite indirgendiği, magazinleştiği ve eğlence showları ile insanları ekranlara ya da gazete-dergi sahifelerine hapsetmek medyacılık sanılıyor. Değerler alt üst olmuş, özel yaşantı alanları fütursuzca çiğnenmiş, yalanın biri bin para olduğu ortamda Avrupa Birliği, dış politika ve ekonomi kimin umurunda. Böyle giderse toplumun hafızası silinerek toplumsal cinnete giden bir akibetle karşı karşıya kalacağız demektir.



Yapılmak istenen galiba düşünemeyen toplum üretmek ve beyinleri uyuşturulmuş insanları dedikodu ile oyalamak olsa gerektir. Sunumcuların eline tutuşturulmuş ipe sapa gelmez show programları ile onarılmaz yaralar açıp azınlık dediğimiz ‘Bir eli yağda bir eli balda’ kesimin kaprisleri uğruna toplumu heba etmek marifetten sayılıyor artık. Oysaki çoğunluğun bunca az elitist tabakanın eline terk edildiği görülmemişti bu topraklarda. Görünen köy kılavuz istemez, değer aşınması apaçık ortada. Bir de işin içine ideolojik ayırımcılık da eklenince yaşadığımız manzara içinden çıkılmaz bir hal aldı maalesef Bu durum geleceğimizi karartıyor. Medya gücünü halktan alması gerekirken azınlık dediğimiz seçkinci zümrenin istek ve doğrultularına ram olmuş. Reklam pastasından pay almak uğruna toplumun değerlerini hiçe sayan yayınların pompalanması sağlıksız kuşakların doğmasına yol açıyor; hem manen hem de maddeten.. Genç beyinlerin zihnine pranga vurulduğunun hala farkında değiliz. Medyanın dördüncü kuvvet olduğunun şişirilmiş balonuyla kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanması vahim sonuçlara yol açacağı aşikâr.


Dördüncü kuvvet dedik ama aslında birinci kuvvet. Çünkü medyamız etik anlayışdan uzak olduğu için çıkarlarına ters düşen her ne olursa olsun bir anda karalama kampanya metotları ile rakiplerini diskalifiye etme şansına sahipler de. Bu durum yıllardır hala temizleyemediğimiz derin ilişkilerde gizli. Devlet içine sızmış ‘çeteler–sermaye-medya’ üçgeni ile kurulan düzenek toplumsal aydınlanmayı baltalamak üzere kurulmuş adeta. Halkı iyi anlayan ve halkla hemhal olan anlayışlara kapalı bu sistem var oldukça medyaya yönelik hayıflanmalar bitmeyecek gibi.


İdealimizde ki medya anlayışından kastımız; Analitik yorum yapabilen, analitik haber olarak kaynağından araştıran ve objektif kriterleri esas alarak halkın denetimine açık olan bir medyayı amaçlıyoruz. Bu tür medyacılık ancak kabulümüzdür. Bakalım bu hastalıklı yapımızla nereye kadar gidecek bu gemi. Gemi şuan hızla su alıyor. Kimin umurunda ki, bir batarsa hepimiz batarız hassasiyeti de ortada yok zaten.


Osmanlı’nın kendini anlatma diye bir derdi yoktu. Niye olsun ki, Osmanlı’nın kendisini enforme etmesine gerekte yoktu. Çünkü Osmanlı sistemini adalet ve özgürlükler üzerine inşa ettiği için bu tür şeylere kafa yormadılar. Onlar yöneticisi ile yönetileni arasında muhabbet iklimi oluşturmuşlardı hep. İdare edenler ve idare edilenler el ele gönül gönüle sadece Allah’a abd olmuşlardı. Allah’tan gayri sahte mabutlara itibar etmiyorlardı. Şu anda yaşadığımız süreçte medya toplumu sahte sanal cennetine çağırmaktan başka bir görev yapmıyor diyebiliriz. Böyle olunca da toplum nezdinde git gide güven kaybına uğruyorlar. Osmanlı toplumu ‘Yaratana kul olmakla’ mutluluğun şerefini tadıyordu. Geçici dünyevi lezzetlerin cazibesine kapılmadan yaşıyorlardı. Osmanlıda sadece çok elzem durumlarda duyuru mahiyetinde ‘Duyduk duymadık demeyin..’ tarzda kulaktan kulağa yayılan dilden dile aktarılan bir kültür vardı. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı’nın enformasyonu sözlü kültür dediğimiz bir ağdır. Hiçbir zaman sömürgecilik anlayışı ile hareket etmemişlerdir.


Türkiye medyası bu noktada problemli... 1950’lerden bu günlere geldiğimiz süreçte kimi zaman medya alaylıların, kimi zaman mülkiyelilerin, kimi zamanda güç odaklarının sesi olmuşlardı. Neyse ki Özal’ın serbest düşünce ve serbes piyasa ekonomik politikaları ile çok sesliliğe geçiş yapmanın neticesinde geçicide olsa toparlanıp insanımızın ufkunda zihni değişimler yaşandığı ortaya çıktı. Zihni değişim ister istemez kimlik değiştirmeyi de beraberinde getirdi. Öyle ki Anadolu insanı tarlasından toprağından çıkıp şehirlere yerleşerek kabuk değişikliği yaşandı, aynı zamanda kentler sol merkezli olmaktan çıkıp hızlı bir süreç yaşandı. Fakat bu durum çok uzun sürmedi 1990’ın eşiğini geldiğimizde bildiğimiz aktörler devreye girerek zihni dönüşümün önüne engel olmak adına ister adına kadife darbe denilsin, isterse postmodern denilsin, bu tür müdahelelerle toplumun hızlı bir şekilde kabuk değişimini baltalamak için ellerinden geleni yaptılar. Basın bu tür ortamlarda halktan yana tavır alması gerekirken zinde güçlerden yana tavır alarak derin güçlerle işbirliği yapmayı tercih ettiler. Bu durum düşündürücüdür. Sadece tavır alsa bir noktada görmezlikten gelinebilirdi. Bilakis yangına körükle gitme işlevini üstlenmişlerdir.


Medya yönlendirilmek yerine yönlendirmeyi, yani toplumsal mühendisliği tercih ediyor hala. Kendi dünyalarında belirlemiş oldukları kalıplarla hareket eden toplum görmek istiyorlar. Toplumsal mühendislik uygulamalarında yeterince mesafe alamamaları onları zaman zaman sinirlendirerek intikam almaya dönüştürebiliyor da. Şöyle ki toplumu baskıyla, cinsellik ve dedikodu haberleriyle evcilleştirme yoluna gidiyorlar. Yazıklar olsun böyle bir anlayışa. Zaten okuma oranı düşük olan bir toplumuz, birde bunun üzerine yalan asparagas haberlerle insanımızın ruh dünyasını yıkmak ne kadar etik. Üstelik anlı şanlı medyamız toplumun belirlediği, sempati duyduğu kişileri değil, kendisinin belirlediği birkaç isimlerle zihinleri karıştıracak proğramlar yapmaktan da yüksünmüyorlar da.


Hâsılı kelam evlerimizin yatak odalarına kadar bile destursuz girecek kadar ölçüyü kaçıran bir medya var karşımızda. Ne zaman adam oluruz, galiba kendi özümüzde var olan dürüst, yalandandan uzak, merhametini yitirmemiş bizim diyebileceğimi medya anlayışına döndüğümüzde galiba.
alıntı














Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...