2 Ekim 2010 Cumartesi

VERDİĞİMİZ SÖZ VE HUZUR

VERDİĞİMİZ SÖZ VE HUZUR



Huzur kalu belada verdiğimiz sözlere sadık yaşarsak huzur bize yaklaşır.


Hayatımızın içine dâhil olur.


Etrafımıza baktığımızda herkes huzur arıyor.


Bazısı buluyor bazısı ; bulduğunu sanıyor.


Sonra bakıyor bulduğunu sandığı huzur değil onun salt okunuruymuş.


Bazısı içine düşüyor.


Düştüğü yerin huzur deryası olduğunun farkına varamıyor.


Çünkü onun aradığı huzur kafasındaki kurduğu dengeye uygun bir huzur anlayışı


Eğer kendi zihninin dengelerini kuramıyorsa içinde bulunduğu hal onun için huzur değil


Aslında yaşadığı şey huzur bile olsa onun huzuru değil


Huzur ulaşılması çok kolay olan bir haldir.


Eğer insanoğlu kalu belada verdiği sözlere uygun yaşasa.


Verdiği sözden caymasa


Hatta sadece verdiği sözü tutmaya bir niyet etse başlasa her şey yoluna girecek


İnsan garip bir varlık.


O kadar garip bir varlık ki kendisini yaratan kabul edip inandığını söyleyip sonrada yokmuş gibi davranan tek varlık.


İşte bunun sonucu aranan huzur bulunmuyor.


Bulunamıyor.


Çoğumuz kalu belada verdiğimiz sözleri yalanlayarak yaşarız.


Hatta birçoğumuz söz verdiğimiz bilgisine bile sahip değiliz.


İnancımızın gereklerini yaşamak üzere bir hayat kurmadığımız için bilmeyiz


Kalu bela da söz vermenin ne anlama geldiğini


Yalanlamadan yaşasak ne olacak ki diyenler cevabımız;


Kızını diri diri toprağa gömen Ömer’den Hz. Ömer’e uzanan bir yolculuk başlar


Çünkü Hz.Ömer Resulun’den kalu belada Rabbine söz verdiğini öğrenir.


Ve bir ömür boyu cennetle müjdelendiği halde


“Allah’ım cahiliyette yaptıklarım için affet”


diye tövbe eden bir insana dönüşür.


Neden?


Çünkü verdiği söze yakışır yaşamaya başlar.


Ve huzura erer


Tövbesine sadık yaşayan bir insan olur.






Misak, yani kalu beladaki “anlaşma” ne demektir? Ruhlar âlemindeyken Allah’a verdiğimiz sözü, niçin hatırlamıyoruz. Bu sözü hatırlamayışımız, bizi sorumluluktan kurtarır mı?






Tefsir alimlerinin büyük çoğunluğu, A’raf Sûresi, 172. Ayeti esas alarak, misakın ana rahminde başladığını, bu soru ve cevabın bedene ruh ilka edilme safhasında gerçekleştiğini ifade ederler.






Allah’ın zamandan münezzeh olduğu dikkate alındığında bu mânâyı kavramak kolay olur. Değişik zamanlarda yaratılan insanlar, birbirlerine göre önce ve sonra gelmiş olsalar bile, Allah’ın ezelî ilminde hepsi hazırdırlar ve bu soruya birlikte muhatap olmuşlardır.






Misakta “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuyla insanların dikkatleri kendilerinde icra edilen İlâhî terbiyeye çekilmiş ve insan olarak terbiye gören bu bahtiyar kulların Allah’ın bu ihsanına karşı Ona iman ve ibadet etmeleri gerektiği ders verilmiştir. Misak üzerinde tartışmalara girerek bu temel mesajı unutmak doğru olmaz.






Misak; “güçlendirme, anlaşma, sözleşme,” gibi mânâlara geliyor. Ve “misak-i ezelî,” Cenâbı Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, ruhların “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermeleriyle tahakkuk etmiş oluyor.






Tefsir âlimlerimiz ruhlara yapılan bu hitabın “kelamî” olmadığında yani Kur’an ve diğer semavî kitaplarda olduğu gibi bir hitap özelliği taşımadığında ittifak etmişlerdir. Elmalılı Hamdi efendi, bunun, meleklere verilen emirler gibi olduğunu ve “kelam-ı lâfzi” ile olmadığını vurgular ve şöyle buyurur: “Bunda da bizim anladığımız mânâda bir şahit tutmak ile soru ve cevap vermek, hakiki mânâsıyla bir mukavele düşünmek lazım değildir.”






Buna göre, ruhlara sorulan bu soru, harfsiz ve kelimesiz bir hitaptır; ilham şeklindedir.






Cenâbı Hak, Şems Suresinde, güneşten başlayarak birtakım mahlûklarına kasem eder. Bunlardan birisi de “nefistir.” Ve âyette, mealen, şöyle buyurulur:


“Nefse (kişiye) ve onu şekillendirene, sonra da ona kötülüğü ve takvayı ilham edene (ant olsun ki...)”






Bu âyette, insan vicdanına iyi ile kötüyü birbirinden ayırma kabiliyetinin konulduğu beyan buyurulmuş, ona bu kabiliyetin verilmesi ise “ilham” olarak ifade edilmiştir. İşte “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu da böyle bir ilham olarak gerçekleşmiştir.






Bu konuşma, bizim anladığımız mânâda, sesli, harfli, heceli bir konuşma değildir. Zaten o anda, beden teşekkül etmiş olmadığından bu konuşmayı ruhun kelamı olarak anlamamız gerekir.






Biz bu hitabın ve cevabın mahiyetini bilmekten aciziz ve bundan sorumlu da değiliz. Ancak şu kadarını söylemek isteriz: Sadık rüyada, bir müminin kalbine ulvî bir mânâ akıtılır. Ve rüyasında o mânâ istikametinde hareket etmeye karar verir. Sabahleyin uyandığında, Rabbinin onunla ilham yoluyla konuştuğunu anlar ve kalbine ilham edilen mânânın gereğini yerine getirmeye başlar. Rüyada Rabbinin onunla konuşması ve kendisinin de o ilhama göre hareket etmeye karar vermesi, uyanık âlemdeki konuşmalara ve kararlara hiç mi hiç benzemez.






Misak konusunda iki ayrı soruya muhatap oluyoruz. Birincisi “Misakı niçin hatırlamıyoruz?” diğeri ise “Bu hatırlamayış bizi sorumluluktan kurtarır mı?”






Önce, birinci soru üzerinde duralım: İnsanoğlu ana rahmindeyken, bedenine ruh ilka ediliyor. O ruh, misafir kalacağı bu beden hakkında hiç bir bilgiye sahip değil. Ondan öte, kendisinin ruh olduğundan, görme, işitme gibi nice hislerle, akıl, hafıza, hayal gibi manevî sermayelerle donatıldığından da habersiz. Dünyaya geldiğinde de dünyayı tanımıyor. Çocukluk devrini geçiyor, büyüyor, genç oluyor. Aklını çalıştıran, kendini ve içinde yaşadığı âlemi değerlendiren, iç âleminde birtakım sorular üreten ve bunlara cevap arayan müstesna bir varlık haline geliyor. Bu haliyle bile, bebekliğini ve hele ana rahimde geçirdiği safhaları hatırlayamıyor. Sonra kalkıyor, “ben misak-ı ezelîyi niçin hatırlamıyorum?” diye soruyor.






Soruya iki yönden yaklaşmak gerekir. Birincisi: Rabbimiz, bu dünyada, bizi çok şeylerle sınırlamış ve bunların tamamından fayda görüyoruz. Meselâ, görmemizi sınırlamış, bu yüzden her şeyi göremiyoruz. Eşyaya baktığımızda atomların o baş döndüren hareketlerini görebilseydik dengemizi kaybederdik, belki de dünyada yaşamamız mümkün olmazdı. Bastığımız topraktaki bütün bakterileri görebilseydik rahatça yürüyemezdik.






Bu sınırlamaları yapan Rabbimiz, hafızamıza da sınırlar koymuş. Bebekliğimizi, o safhada başımıza gelenleri ve daha öncesini, yani rahimde geçen devreleri hiç hatırlamıyoruz. İşte, rahim safhasında muhatap olduğumuz, ama sonradan hatırlayamadığımız hâdiselerden biri de misak meselesi. Misakı hatırlayabilseydik, bu dünyada herkes Allah’a iman ederdi ve imtihan olmamızın da bir mânâsı kalmazdı.






Diğer yönü ise şöyle: Peygamber mucizelerinde çokça okuruz: Bir ağaç, mucize olarak konuşur ve Allah Resûlünün (asm.) peygamberliğini tasdik eder. Daha sona yine eski hâline döner, hiç bir şeyden habersiz, sürdürür hayatını.






Cenâbı Hak, elma ağacına bir an için şuur verse ve ona “Seni elma verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?” deseydi, yahut bal arısına, “Seni bal verecek şekilde terbiye eden ben değil miyim?” diye sorsaydı, bütün bu ve benzeri soruların cevabı, “Evet bizi terbiye eden sensin.” şeklinde olacaktı.






Aynı soru insan ruhuna da sorulabilir:“Seni, insan ruhu olarak terbiye eden, maddî ve manevî sermayelerle donatarak nice ilimlere ve marifetlere kabiliyetli kılan ben değil miyim?”






İnsan ruhu da bu sorunun cevabını, “Evet, beni böylece terbiye eden sensin.” diye verecektir.






Nitekim, ruhlara bu soru sorulmuş, onlar da bu ilâhî hitaba, “Evet, sen bizim Rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdir.






“Misakı hatırlamayışımız bizi sorumluluktan kurtarır mı?” Sorusuna gelince, bu soruya İsmail Hakkı Bursevî hazretleri şöyle cevap veriyor:


“Allah, peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdi. İnsanlar hatırlamasalar bile peygamberlerin sözü, onların aleyhinde delil olmuştur. Çünkü, bilirsin ki, bir insan namazından bir rekât terk etse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsalar, onların sözü aleyhinde delil olur.”






Bir mümin, namazın her rekatında, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” etmekle bir bakıma, misakını yeniler. Çevresini kuşatan ve onun yardımına koşan bütün varlıkların, İlâhî bir terbiyeden geçtiklerini düşünerek Rabbine şükreder. Sonra bu kâinatın bir küçük misâli olan kendi varlığına nazar eder. Ondaki bütün terbiye fiillerinin de yine onun menfaatine en uygun şekilde icra edildiğini görür.






İşte insanın, kendisini içten ve dıştan kuşatan bu terbiye fiillerini düşünmesi, onu ibadete sevk eder. Surenin devamında, “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” diyerek misakını yenilemiş olur. “Rabbimiz sensin, ibadetimiz de ancak sanadır ve senden başkasından da yardım dilemeyiz.” der.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...