28 Eylül 2011 Çarşamba

Öğrenmekteki Sır

Öğrenmekteki Sır



ilmi nafi Uzun yıllar önceydi. Bir gün, bir dergiden röportaj için geldiler. Röportajı yapan zat sordu: “Efendim,” dedi. “Talebelik hayatınız nasıl geçti?” Güldüm. “Talebelik hayatım bitmedi ki” dedim. “Hâlâ devam ediyor. Kısmet olursa ölünceye kadar da, son nefesimi verinceye kadar da devam edecek. Hayat bir okul, bizler onun ebedî öğrencileriyiz.” Çok küçük yaşımdan itibaren hayata, olaylara, insanlara hep böyle baktım. İster beş yaşında bir çocukla konuşayım, ister doksan beş yaşında bir yaşlıyla konuşayım, hep onlardan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Madem ki her zerreden zikreden Allah’tı, hayata mânâ gözüyle bakanlar O’nun dışında bir şey göremezlerdi ki. Her gün, her insan, her olay, her haber karşısında biraz irkiliyor, biraz ürperiyor, hayret ediyor, hâlden hâle giriyoruz. Büyük Yunus bu durumu ne güzel anlatıyor:


“Her dem taze doğarız, bizden kim usanası”


Her an gerek fizyolojik, gerek psikolojik yönden biz deği­şiyoruz, çevremizdeki insanlar değişiyor, doğa bambaşka şekiller alıyor. Hayatın sonsuzluğu, ihtişamı ve güzelliği önünde ömür ne kadar kısa. Dünyada hiçbir kimse bir halk şairimiz kadar bu gerçeği güzel anlatamadı:


“Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti.”


Hayat ne kadar geçici, kısa da olsa, yüce Peygamberimizin buyruğunu dâima göz önünde bulundurmalıyız. “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” Ve yeryüzündeki bütün kitapların, bir tek kitabın daha iyi anlaşılması için okunduğu yüce Kur’an’da, “İlim öğrenmek kadın erkek her müslüman için farzdır.” buyuruluyor. Bizler bu Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerifin ışığında, değil her günümüzü, her saatimizi, her dakikamızı bile güzel değerlendirmek zorundayız. Çeşmeler gürül gürül akarken testilerini doldurmayanlar, yarın nedâmet içinde dövüneceklerdir.


Hayatta görmesini bilmek ne muhteşem bir olaydır. Ancak görebilenler idrâk edebilir, farkına varabilirler. Her an gözümüzün önünde ne olaylar oluyor. Bunlara bigane kalmak, bizden başka kime ne kaybettirir. Gözümüzün önünde her gün ne filimler, ne piyesler oynanıyor. Gördüğümüz her yüz başlı ba­şına bir roman değil mi? Bilimsel olarak ispat edilmiş, resmi zabıtlara geçmiş, daha çocuk ana karnında iken pek çok şeyden haberdar oluyor. Evin içindeki anne baba arasındaki sert münâkaşalar, kırıcı sözler, kavgalar ana karnındaki çocuğu perişan ediyor. Özel makinalarla filmi çekilmiş. Bu durumda çocuğun alnı kırış kırış, elleri çaresizlik içinde bükülmüş. Büyük bir ıstırabı yaşadığı her hâlinden belli. Hepimiz okullarda okuduk. İki molekül hidrojen bir molekül oksijenle birleşiyor, su meydana geliyor. Ne muhteşem bir olay. Biri yakıcı, biri yanıcı. Onlar özel bir terkiple bir araya gelince, adına su denilen mucize ortaya çıkıyor. Bu nasıl oluyor? Hayata, insanlara, varoluşa, önyargılardan uzak, görmesini bilerek, tefekkür ederek, idrâk ederek, ürpererek, hayretle bakabilsek kim bilir daha neler göreceğiz, daha nelerin farkına varacağız. Büyük Yunus ne güzel özetlemiş:


“Bu dünya bir gelindir, pembe yeşil giyinmiş,


Kişi yeni geline bakıbanı doyamaz”


Hayret duygusu hayatta beni en çok ürperten en yüce bir makamdır. Hayret edebilmek, şaşabilmek, gözlerini iri iri açıp heyecanla titreyebilmek ne büyük, ne güzel, ne muhteşem bir olaydır. Büyük Yunus bu en yüce makamı çok güzel, çok sade bir ifade ile ne güzel anlatıyor:


“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır”


diyor. Mevlevî semaını görmeyen yok gibidir. Ne zaman böyle bir sema meclisinde bulunsam ürperirim, gözlerim yaşarır. Dikkât ettiyseniz görmüşsünüzdür. Semâzenin bir eli göğe açık, bir eli yere çevrilidir. Hak’tan aldığını halka verebilmenin ne güzel, ne sanatkârca bir ifadesi. Yalnız kendisi için öğrenmek, yalnız kendisi için okumak, yalnız kendisi için faydalanmak, İslâm’ın edebiyle, inceliğiyle, zarâfetiyle kâbili telif olmayan, ne çirkin bir davranıştır. İnsanlar sema törenlerinde olduğu gibi Hak’tan aldığını halka vermeye her an hazır olmalılar. Hazreti Ali ne güzel buyuruyor:


“Bana bir harf öğretenin kölesi olurum”


diyor. Bu öğretmenin de çeşitli yöntemleri var. Meselâ lisanen öğretmek, meselâ hâl diliyle öğretmek. Belki de en güzel olan, bu ikisinin birleşmesidir. Rahmetli Operatör Doktor Münir Derman hep sohbetlerinde tekrarlardı. “Dili ile değil, fiili ile öğüt verenlere uyun” derdi. Bir insanın kendi söylediği güzellikleri kendisinin yaşamaması ne acı bir olaydır. Büyük Yunus ne güzel anlatıyor:


“Cümle yerde Hak nâzır, göz gerektir göresi”


diyor. Bir gün bir büyükelçinin eşi televizyonda konuşuyordu. “Ben kocamın görevi nedeniyle bir çok ülkede bulundum. Batı mutfağından iki yüz otuz çeşit yemek biliyorum.” Bunu bir afra tafra içinde övünerek söylüyordu. Televizyonda konuşmayı yapan, çok zeki, uyanık genç bir kızdı. Birden büyükelçinin hanımına döndü ve “Makarna nasıl pişirilir” dedi. Biraz önce iki yüz otuz çeşit yemek bildiğini söyleyen hanım kızardı, bozardı, ke­keledi. “Ben” dedi, “Hiç mutfağa girmedim. Rezistansta yemekleri hizmetçiler pişirir.” Televizyoncu kız muzip muzip gülümsedi. “Anlaşıldı efendim” dedi.


Olayın özeti bu. Hayat, en güzel rengini öğrenmek ve öğretmekle açan muhteşem bir güldür. O gülü koklamayı Allah cümlemize nasip etsin.


Sabri Tandoğan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...