6 Temmuz 2010 Salı

muhabbetteki sır

Bir Hakk dostu anlatır:

Geniş ve ıssız bir ovadan geçiyordum. Garip bir çobana rastladım. Gördüm ki, derin bir huşû içinde namaz kılıyor, sürüsünü de kurtlar koruyordu. Taaccüb ettim. Merakla namazın bitmesini bekledim ve:

“–Ey çoban! Kurtlar nasıl oldu da koyunlarınla dost oldu? Onlardaki düşmanlık ve cânîlik rûhu nasıl oldu da yerini sulh ve muhabbete terketti?” diye sordum.

Allâh’a secdenin alâmeti sîmâsını nûra bürümüş olan sâlih çoban, şöyle dedi:

“–Ey garip yolcu! Kurtların kuzulara olan şu dostluğundaki sır, çobanın, sürünün asıl sahibine olan dostluğuna bağlıdır. Yâni bu hâl, muhabbetteki bir sırdır.”

Bu kıssada da görüldüğü üzere muhabbet, öyle bir sırdır ki, insanın rûhunu inkişâf ettirip geliştirme bakımından ondan daha güçlü bir müessir yoktur. Hele o muhabbet bir aşk hâline gelmişse, onun nûru bütün hevâ ve hevesâtı yakar. Zulmet perdelerini kül eyler ve gönlü sonsuz yüceliklere nâil kılar. Zîrâ:

“Ben gizli bir hazîne idim. Bilinmeme muhabbet ettim de bu kâinâtı yarattım.” (İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî) beyânında ifâde edilen gizli hazînenin en yüce vasıflarından biri de, mutlak güzellik idi.
İşte Cenâb-ı Hakk, bu esrârlı ve nâmütenâhî idrâk ötesi güzelliğin gizli kalmasını arzu etmedi ve kâinâtı yarattı.

Bu yaratışta O’nun sonsuz güzellik ve nûr deryâsından bir damlacık, bu âleme ve toprağa nasîb oldu. Böylelikle toprak, diğer varlıklardan ayrı bir üstünlük ve meziyet kazandı. Öyle ki Allâh Teâlâ, varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insanı da topraktan halketti.

Bütün varlıkları ilâhî muhabbetle yaratan Allâh -celle celâlühû-, onların herbirini kendisinin san’at ve kemâline delîl kıldı. İlâhî bir san’at hârikası olan insanın varlığı da, aşk ve muhabbetin kâmil bir tezâhürü oldu. Zîrâ Hakk’ın gizli hazînesinden taşıp coşarak tezyin ettiği bu âlem ve topraktan murad, yalnız alabildiğine engin yeşil kırlar, vâdîler, ulu sahrâlar ve dağlar değildir. Toprağın ve bütün mahlûkâtın yaratılışına vesîle olan aşk, muhabbet menbaı ve kâinâtın özü olan insandır. Bu itibarla insanın mükerremliği, yaratılış gâyesini koruyabildiği nisbettedir.

Diğer taraftan var oluş sebebi “muhabbet” olduğundan her canlıda bu vasıf, fıtrî bir temâyül arzeder. Bir akrebin bile yavrularını sırtında taşıması, muhabbetin bir neticesidir. Ve bu temâyül, varlıkların en şereflisi olan insanda zirvededir.

Allâh’a Muhabbet

İnsan, bu imtihân âleminde muhabbet ettiği varlığın buna liyâkati nisbetinde bir netice elde eder. Onun içindir ki, sonsuz bir iştihâ kâbiliyeti ile yaratılmış olan insan kalbi, fıtrî olan sevme temâyül ve vasfını ancak Cenâb-ı Hakk’a yönelttiği takdirde muhabbette kemâle ulaşabilir. Aksi hâlde süflî ve boş gâyeler peşinde koşmaktan kurtulamaz. Ömür, hüsran çalkantıları içinde nihâyet bulur. Yâni insanoğlu, tabiî ve fıtrî olan sevme meylini Rabb’ine ve O’nun sevdiklerine hasrettiği nisbette ve rûhâniyetinin şiddeti derecesinde mânen yükselme nîmetine sahiptir.

Nitekim insanın tâbî tutulduğu ilâhî imtihânlar, bir nevî muhabbeti nasıl kullandığı ile alâkalıdır. Bunun için Allâh Teâlâ, insanın yapısına müsbet temâyüllerin yanında menfî husûsiyetler de vermiştir. Bu istikâmette Cenâb-ı Hakk, mutlak varlık, mutlak güzellik ve mutlak hayır gibi üç büyük sıfatından insana nasîb bahşetmiş ve onu bunların zıdları olan mutlak yokluk, mutlak çirkinlik ve mutlak şer ile de mâlul kılmıştır. Âyette buyurulur:

قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا

“(Allâh,) ona (yâni insana) iyilikleri de kötülükleri de ilhâm etmiştir.” (eş-Şems, 8)

İşte insanın bir ömür, câzibesine kapıldığı biri menfî, diğeri müsbet iki sonsuz zıt kutup!

Ancak bilmelidir ki, insan için asıl ve büyük iptilâ, menfî kutba yöneliştir. Zîrâ bu kutba meyledenler, öyle bir körlük yaşarlar ki, sırf kendilerini ve yaptıklarını beğenirler. Bu ise, beşerî aczi farkettirmeyen büyük bir gaflet ve zaaftır. Hattâ rûh hastalıklarının en zararlısıdır. Bu, ilâhî kudrete yabancı kalıp kendinde kudret vehmiyle “ben” diyerek kibirlenmek ve gururlanmaktır.

Bu itibarla:

“Ölmeden evvel ölünüz!” hitâbının yüklendiği hakîkî mânâ, insandaki menfî kutba âid kötü sıfatların tuzağına düşmemeyi ve nefsin girdaplarından kurtulmayı ifâde eder. Lâkin bunun için takip edilecek metod, nefsi öldürmek değil, ona hâkim olmaktır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Şâyet su, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat geminin içine girerse, onu helâk eder. Aynı hâli, gemiyi yürüten ateşe de tatbik edebiliriz. Kazandaki ateş, gemiyi yürütür. O ateş, kazandan taşıp güverteye yayılır ise, gemiyi yakar.”

O hâlde kul, menfî sıfatları ne ölçüde asgarîye indirebilirse, o ölçüde Rabb’ine yakınlaşmış olur. Buna muvaffakıyet için de yegâne âmil, hiç şüphesiz muhabbeti, kalbin istîdâdı nisbetinde yalnız Allâh’a yöneltmektir. Ancak muhabbetin birdenbire Cenâb-ı Hakk’a yöneltilmesinde beşer için birçok tehlikeler mevcûddur. Kalb, bir an gelir yüksek voltaja tutulmuşçasına yanmaya başlar. Bu ise, beşerî hayatı ve onun îcâblarını alt-üst eder. Mûsâ -aleyhisselâm-’daki tecellî, bu hâle güzel bir misâldir:

Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr-i Sînâ’da Cenâb-ı Hakk’ın ezeldeki “kelâm” sıfatına muhâtab oldu. Rabb’iyle beşer idrâkinin ötesinde harfsiz, kelimesiz, değişik bir hâl ile konuşmasının mânevî câzibesi içinde büyük bir aşk ve muhabbetle kendini

kaybetti. Israrla Cenâb-ı Hakk’ı görmek istedi. Ancak “” (Beni aslâ göremezsin!) hitabına muhâtab oldu. Buna rağmen ısrar edince Cenâb-ı Hakk, hicablar arkasından dağa nazar edeceğini bildirdi. Dağ, Rabb’den gelen zerre mikdârı bir nûr tecellîsi karşısında infilâk ile darmadağın oldu. Bu müthiş hâl karşısında Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı ve istiğfâr etti.

Ulü’l-azm bir peygamberin bile tâkatini eriten bu büyük ve ânî tecellî de gösteriyor ki, muhabbette kademeleşme zarûrîdir. Kalbin ilâhî aşka kâbiliyet ve meylini arttırıcı ve güçlendirici temrînler lâzımdır. Bu ise, nefsin sultasından uzaklaşarak Hakk dostlarının rûhâniyetine sarılma ile tedrîcî bir mümâreseyi gerektirir. Zîrâ kalb, ancak böyle mümâreselerle kâbiliyet ve muhabbet temâyülünü artırır, menfîliklerden sıyrılıp berraklaşır, bütün fânî bağlantı ve nefsî takıntılardan kurtulup seviye kazanır ve cilâlı bir ayna gibi ilâhî muhabbete ma’kes olabilme yolunda tâkat kazanır.

Ana, baba, zevc, zevce ve evlâd sevgileri, sahip olduğumuz maddî ve mânevî imkanlar ve benzeri dünyâ nîmetleri, Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına büyük lutuf ve imkanlarıdır. Lâkin bütün bu sevgiler, Hakk için ve Hakk yolunda vâsıta olmalıdırlar. Bunlara ve benzerlerine gönlümüz esir olmamalıdır. Çünkü “Hüsn-i Mutlak”a (mutlak güzellik sahibi olan Allâh’a) âşık olanlar, cüzlere âşık olmazlar. Cüzlere gönül verenler de, bütünden mahrum kalırlar. Yâni dünyâya gönül verenler, Mevlâ aşkından mahrum kalırlar. Hazret-i Mevlânâ, bu hâli şu beyti ile ne güzel ifâde eder:

“Dünyâya gönül verenler, tıpkı gölge avlayan avcıya benzerler. Gölge nasıl onların malı olabilir?”

“Nitekim budalanın biri, kuşun gölgesini sımsıkı yakalamak istedi. Ama dalın üzerindeki kuş bile buna şaştı kaldı.”

Âkıbetini düşünen her idrâk sahibi, kolayca anlar ki, sonsuz isteklere, zevk u safâlara, gel-geç fânî sevdâlara bir sınır çizmek, muhabbetleri ilâhî maksada yönlendirmek, yaratılış gâyesinin zarûretidir.

Mutlak güzellik, Allâh’ın güzelliğidir. Hayran hayran seyrettiğimiz bütün güzellikler de, ancak cemâl-i ilâhîden akseden zerrelerdir.

Leylâ ile Mecnûn arasındaki muhabbet mâcerâsı, bu gerçeğin şâheser bir misâlidir. Eğer Mecnûn’un gönlü, Leylâ’ya takılıp kalsaydı, o, kendisine put olacaktı. Lâkin Leylâ, Mecnûn için geçici bir rol oynadı. Mecnûn’un kalbini ilâhî aşka muhâtab olabilecek bir seviyeye yükselttikten sonra Leylâ gözden düştü. Mecnûn, Leylâ’dan yola çıktığı hâlde orada karar kılmayıp kalbini Mevlâ’ya yöneltme iktidârını gösterdi.

Buna göre bütün muhabbetler, yöneldiği varlığın makbûliyeti nisbetinde meşrûdur. Yeter ki bu muhabbetler, kalb için bir mutlak karargâh, yâni son durak olup aldanış ve hüsranla neticelenmesin! Kalb, münbit bir toprak gibi o muhabbetlerden elde edeceği bereketle yoluna devam etsin! Burada tehlikeli olan, muhabbete lâyık olmayana yakınlık ve iltifât, daha kötüsü onda takılıp kalmaktır. Eğer Mecnûn, Leylâ’yı aşamayıp onun girdabında boğulup kalsaydı, bir değer ifâde etmezdi. Diğer sayısız meçhul mecnûnlar gibi fânî ve izâfî sevdâlarda kaybolup giderdi.

Alnında nûr-i Muhammedî’yi taşıyan Hazret-i Yûsuf, kardeşleri tarafından kuyuya atılınca, Allâh -celle celâlühû-, onu orada helâk etmedi. Şiddetli susamış bir yolcu, içinde su var sanarak kuyuya bir kova saldı. İpe tutunan Hazret-i Yûsuf, kova ile birlikte yukarı çıkınca, yolcu, susuzluğunu unutuverdi. Karşısında akıllara durgunluk veren bir güzellik görerek hayret ve dehşetler içinde kaldı. Ancak gâfil yolcu, bu güzelliğin mânevî tarafını göremedi. Onun maddesine takıldı ve gâfilâne bir şekilde az bir dünyevî ücretle onu elinden çıkardı. Aynen Leylâlara takılı kalıp ilâhî vuslata eremeyenler gibi…

Halbuki “bir kova su bulurum” ümit ve sevdâsı ile ipini kuyuya salan adamın, karşısında Hazret-i Yûsuf’un güzelliğini görünce suyu da, kuyuyu da unutması, ona büyük fırsattı. Bu fırsatta onun, güzelliğin vurgunu olması, aşk-ı ilâhînin tecellîsinde güneş altında bir mercek gibi bütün izâfî ve fânî takıntıları yakması îcâb ederdi. Yazık ki o aklı kıt adam, Hazret-i Yûsuf’tan elde edeceği dünyevî menfaate aldandı. Eline geçen imkânı hebâ etti.

Burada ifâde etmeye çalıştığımız, muhabbet ve aşkta azamî faydaya ulaşmanın ideal olan rotasıdır. Muhabbet merhalelerini takılmadan aşabilme durumu, kitlelerin büyük çoğunluğunun nasîbinin üzerindedir. Fakat kemâle erişenler, zâhirde kendi irâdeleriyle, bâtında kaderin sevkiyle bu nihâî gâyeye yönelmiş kimselerdir. Bunlar, fânî varlığı tüketerek Rabb’e ulaşmanın, nefesler sayısınca çok olan yollarında ve nâil oldukları himmet nisbetinde az-çok bir merhaleye ulaşırlar. Nihâyeti, Rabb’e dönüş, yâni bir nehrin denize vâsıl olduktan sonra onun içinde kendi vücudundan bir şey kalmayıp kaybolması gibi “fenâ-fillâh” ve bunun da neticesi olan “bekâ-billâh”tır. Bilmelidir ki aklın hududu muayyendir. Ötesi cinnettir. Gönlün hududu ise, sonsuzdur. Teskin noktası da, “fenâ-fillâh” ve “bekâ-billâh”tır. Hazret-i Mevlânâ, fenâ-fillâh ve bekâ-billâh hâlinde ilâhî aşkla kavruluşunu ve rûhunda yanan bu ateşin ölümle bile sönmeyeceğini ne güzel ifâdelendirir:

“Vefâtımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl dumanlar yükseldiğini gör! Ölümü korkutucu kılan, şu ten kafesidir. Teni bir sedef gibi “aşk”la kırdığın zaman, ölümün bir inciye benzediğini sen de göreceksin!..”

Allâh dostlarının en önemli husûsiyetlerinden birisi de, ilâhî aşkla kavrulmaktır. Yine Hazret-i Mevlânâ, yukarıdaki sözlerin fâş ettiği aşk hâli içinde ömür boyu hep bu şekilde yanan gerçek âşıkları aramıştır. Bu arzusunu şu şekilde ifâde eder:

“Bana öyle bir âşık gerek ki, içindeki alevden kıyâmetler kopmalı, gönlünün harâreti ile ateşleri bile kül etmeli!..”

İki türlü aşk vardır: Mecâzî ve hakîkî…

Kâinatta mâsivâdan herhangi bir varlığa sevgi, iptilâ ve düşkünlüğün yaygın hâline “mecâzî aşk”; cemâli kemâl, kemâli cemâl kutbundan olan kâinatın Rabb’ine karşı duyulan derin muhabbet ve kalbî alâkaya da “hakîkî aşk” denir.

Gönüllerini Rabb’in hakîkî aşkı ile cilâlamış olanlar, her an oraya bir başka güzelliğin aksettiğini görürler, her an Cenâb-ı Hakk’ın sayısız kudret akışından birine şâhid olurlar. Yâni kendilerinde meknûz olan “ahsen-i takvîm” hakîkatini keşfederler. Çünkü onlar için bizim güzelliklerine sarıldığımız mecâzî renkler ve kokular yoktur. Onlar, dünyevî renk ve kokuları aşmışlardır. Zîrâ onlar, mârifetullâha ermişlerdir. Dünyâ ilimlerinin kabuğundaki nakışı bırakmışlar, hakîkate ulaşmışlar ve oradan ilâhî sonsuzluğu seyretmektedirler.

Allâh -celle celâlühû- ile kul arasına gerilmiş büyük perde, yâni mânîler, yerler ve gökler gibi maddî mesâfeler değildir. Bu perde daha çok nefsin, kendisini Hâlık’tan ayrı bir varlık hissetmesidir.

Bunun için Cenâb-ı Hakk:

«…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…» (el-Hicr, 29) buyurmakta ve insana kendinden verdiği ulvî cevheri hatırlatmaktadır.

Ârifler sultânı Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin Hakk katından mânen işittiği:

“Ben insanın sırrıyım…” (Fusûsu’l-Hikem Terc. ve Şerhi, I, 48) ifâdesi de bu nükte çerçevesinde bir beyândır.

Buna göre diyebiliriz ki, ilâhî hazîneler ve sırlar, insana ithaf ediliyor. Allâh -celle celâlühû-, yüce ilâhî varlığını, insanın kudsî yapısında tanıtmak istiyor. Hem de “insanın sırrıyım” buyurmakla, kendisini bulmayı, insanın vasfında müjdeliyor. Şâyet bu ulvî cevher ve müjde, mü’mini aşk ve muhabbet neticesinde kemâle eriştirebilirse, o zaman kalb, ilâhî esrâr âlemine doğru merhale almağa başlar. İlâhî âlemin sırları, eşyânın hakîkati, insan ve kâinât denilen sır, ortaya çıkar. Kul, kalb-i selîm tecellîlerine mazhar olur.

Kul, bu olgunluğa eriştiğinde Allâh ile arasındaki gaflet perdesi aralanmaya başlar; “ölmeden evvel ölmek” sırrından nasîb alır. Dünyâ ve onun fânî sevgisi, bütün geçici ve gösterişli güzelliği, gözünden düşer ve gönlünden çıkar. Böylece rûh, Hâlık’ına yaklaşmaktaki târifsiz lezzete nâil olur. Dilden Yûnus’un şu ifâdeleri dökülür:

Sûfîlere sohbet gerek,

Ahîlere ahret gerek,

Mecnûnlara Leylî gerek

Bana seni gerek seni!..

Bu makamda gönlün, yüce vuslattan başka tesellîsi yoktur. Evliyâullâh’ın büyüklerinden Hüdâyî Hazretleri’nin şu ifâdeleri de bu hâli aksettiren aşk-ı ilâhî terennümleridir:

Tecellî-i cemâl ister,

Gönül eğlenmez, eğlenmez!

Tesellî-i visâl ister,

Gönül eğlenmez, eğlenmez!

Şu cân kim buldu cânânı,

Nider mülk-i Süleymân’ı,

Kodu hayrette aşk ânı,

Gönül eğlenmez, eğlenmez!

Ne halvette ne celvette,

Ne kesrette ne vahdette,

Ne Tûbâ’da ne cennette,

Gönül eğlenmez, eğlenmez!

Eğer dünyâ eğer ukbâ,

Visâlinsiz kuru sevdâ,

Hüdâyî nitsün ey Mevlâ,

Gönül eğlenmez, eğlenmez!

Bu hâl ve ifâdeler, Allâh aşkının yüceliği ve bunun gönülleri kuşatması ile kulun her şeyden vazgeçip gittikçe artan bir muhabbetle Rabb’ine yönelmesi ve bu yönelişi her şeyin üzerinde tutması husûsunda ulvî tezâhürlerdir. Kısaca:

وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَشَدُّ حُبًّا لِّلّهِ

“(Olgun) mü’minler, Allâh’ı çok şiddetli bir muhabbetle severler…” (el-Bakara, 165) âyetinin tecellîleridir.

Hazret-i Peygamber

-Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem-’e Muhabbet

Bilmelidir ki, Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itâat, Allâh’a itâat; O’na isyân, Allâh’a isyân sadedindedir. Buna göre Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığı, beşer için bir muhabbet melcei, yâni sığınağıdır. Ârifler bilirler ki, mevcudâtın varlık sebebi, muhabbet-i Muhammedî’dir. Bu sebeple bütün kâinât, Varlık Nûru Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e ithaf edilmiştir.

Nitekim Cenâb-ı Hakk, mahlûkât içinde en evvel “nûr-i Muhammedî”yi yaratmıştır. Çünkü bu kesret âleminin murâd-ı ilâhîden sonraki ikinci varlık sebebi, “nûr-i Muhammedî”yi zarflandırmadır. Bunun için nûr-i Muhammedî, Rabb’in, kâinâta ve kullarına büyük bir ihsân-ı ilâhîsidir. Nûr-i Muhammedî ki, ilâhî hakîkatin ilk tezâhür mekânıdır. Nûr-i Muhammedî, zât-ı ilâhînin hakîkatinin bizim dünyâmıza ve onun şartlarına tenzîl edilmiş bir tecellî menbaıdır.

Bu meyânda şâir Itrî, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i ne güzel tavsîf eder:

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûrsun,

Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun!..

“Yâ Rasûlallâh! Sen, Tûr Dağı’nda, üzerinde ilâhî nûrların tecellî ederek Hazret-i Mûsâ’ya yol gösteren ve gölgesi yere düşmeyen bir nûr ağacı gibisin! Sen, âlemi elinde tutup aydınlatan bir güneş olarak baştan ayağa nûrsun, nûrdan ibâretsin!..”

Sensin ol şeh kim Süleymanlar kapında mûrdur,

On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun!..

“Sen, kapısında Süleymanların karınca olduğu öyle bir pâdişâhsın ki, on sekiz bin âlem senin emrine müsahhar kılınmıştır.”

El benim, dâmen senin ey Rahmeten li’l-âlemîn,

Şöhretim isyân benim, sen afv ile meşhûrsun!..

“Ey âlemlere rahmet olarak gönderilen! Senin rahmet eteğine sarıldım. Ben günah ve kusurlarımla tanınan bir zavallı, Sen de afv ve merhametinle meşhûr bir sultansın!..”

Bir yaratılış hârikası olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’i beşerî tâkat dâhilinde kâmilen kavrayabilmek mümkün değildir. Bu âlemden alınan intibâlar, O’nu îzâh ve idrâkte kifâyetsiz kalır. Çünkü bu âlemde müşâhede edebildiğimiz ve benzeri sıfatlarla onları mukâyese zemininde kavrayabildiğimiz keyfiyetlerin arasındaki fark, sonsuz kere sonsuzdur. Bizler, ancak denizden doldurduğumuz kabın hacmi kadar netice elde edebiliriz. Bir bardağa bir ummânı sığdırmak mümkün olmadığı gibi nûr-i Muhammedî’yi idrâk de lâyıkıyla mümkün değildir. Şâir Yahyâ Kemâl, bu hususta söylenebilecek ifâdeyi ne güzel dile getirmiş:

Zamân o gül gibi gül görmemiş zamân olalı,

Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı!..

Dolayısıyla O’nun ulvî mâhiyetine âid beyan, sükûtun sonsuzluğunda noktalanır. Mü’min gönüllere akseden hakîkati ise, ancak deryâdaki bir katre kabîlindendir. Zîrâ nûr-i Muhammedî, tıpkı “beytullâh” gibi akıl ve iz’ânı aşan gerçeklerin beşerî idrâk seviyesine sokulmuş bir tezâhürüdür.

Kelime-i şehâdette de ifâde ettiğimiz gibi elbette ki O sûretâ bir “kul”dur. Lâkin sîret itibâriyle bu kulluğu insan hakkındaki telakkîmizle doldurmaya çalışmamalıyız. Zîrâ hakîkat-i Muhammediyye karşısında bizim idrâkimiz, metafizik hâdiseleri kavramak husûsunda bir çocuk idrâkinden farksızdır. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kullar içinde seçilmiş, sertâc-ı cihân olmuş bir “rasûl”dür. Hem öyle yüce bir rasûldür ki, bütün peygamberlerin adı, O’nun mübârek adında cemolmuştur. Bütün peygamberlerin getirmiş olduğu şerîat, yâni dîn-i mübîn, O’nun getirdiği İslâm ile kemâl bulmuştur.

Sultanlar adına hutbeler okunur, methiyeler yazılır ve onların devletleri son bulmasın diye duâlar edilir. Lâkin bir zaman sonra, o sultanlar da devletleri de târih sahnesinden siliniverirler. Ancak nebîlerin adına okunan hutbeler böyle değildir. Nebîlerin ve onların vârisi olan velîlerin saltanat ve devletleri dâimîdir, sonsuzdur. Onlar, Hakk katında olduğu gibi gönüllerde de ebedîleşmişlerdir. Pâdişâhların ve devlet ricâlinin saltanatları ise, fânî, gel-geç bir dünyâ saltanatıdır. Dolayısıyla zevâle mahkûmdur. Nitekim öyle de olur. Fakat peygamberler ve velîler, kulları Mevlâ’ya götüren yüce kılavuzlardır. Onlar fânîliği ebedî olana fedâ ederek ölümsüzleşmiş ve zevâlden kurtulmuş müstesnâ rûhlardır. Berzah âleminde de sonraki âlemde de saltanatları devam eden mâneviyat sultanlarıdır. Onlar, dünyâda ve âhırette:

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

“İyi biliniz ki, Allâh dostları için hiçbir korku yoktur! Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yûnus, 62) beyânına muhâtaptırlar. Bu kıymetli rûhların oluşturduğu safların mihrabında da sertâc-ı enbiyâ Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz vardır.

Bu itibarla her zâhirî pâdişâhın ismi silinir giderken dünyâ ve âhıret sultanı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek ism-i şerîfi yerde, gökte ve gönüllerde ebedîdir. O hâlde gönüllere dünyevî pâdişâh ve onlara âid saltanatların nâmını değil, o ebedîlik tahtında oturan eşsiz sultanın nâmını silinmeyen muhabbet yazısı ile yazmalı ki, kalblerimiz, kendisine verilen ulvî kıymetini muhâfaza edebilsin.

Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk’ın:

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ

“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33) beyânı müşrikler için vârid olmuş bir âyet-i kerîmedir.

İşârî mânâda bu demektir ki, o Varlık Nûru’nu gönlünde taşıyan mü’minler hakkında büyük müjdeler ve mükâfatlar vardır. Bu demektir ki, bir mü’min kulun gönlü, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e ne kadar muhabbetle dolarsa, o kadar azâb-ı ilâhîden ve gazabullâhtan uzaklaşmış olur. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın yüce bir vaadidir. Yâni Mevlâ, gönlümüzde Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- varsa bizi helâk etmeyecek ve bize azâbda bulunmayacaktır.

Velîler ve sâlihler, gönül aynalarında en saf ve şeffaf nakışlar görülebilsin diye rûhlarını O’nun muhabbeti ile parlatırlar. Maddî aynalarda ancak cisimleri olan şeyler, şekiller ve renkler görünür. Velîler ve sâlihlerin gönül aynalarında ise, O’ndan akseden nûr ile en şeffaf duygular, düşünceler, duâlar, ilâhî nûr ve feyzler ışıldar.

Güzeller, kendilerini aynada görmek ister. Kendi güzelliklerini sevecek göz ve gönül ararlar. Mutlak güzel olan Rabb’in, kâinatı ve insanları yaratışındaki sır da böyledir. Nitekim:


“Ben gizli bir hazîne idim, bilinmek ve sevilmek istedim…” (İ. Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî) buyurulması bundandır.

Yaratılışın başlangıcı, O’nun nûru ile vücûd bulduğundan kürre-i arzda zuhûr eden bütün peygamberler, başta Hazret-i Âdem olmak üzere O’ndan niyâbet tarîkı ile O’nun nûrunun feyz ve berekâtını taşımışlardır.

Bütün güzellikler O’na âiddir. O’nun sebebi ile yaratılmışlardır. Nerede bir güzellik varsa, O’ndan akistir. Âlemde bir çiçek açılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! Zîrâ O olmasa idi, hiçbir şey vücûd bulmaz idi. O ki, o yüzden varız… O ki, solmayan, aksine gün geçtikçe tazelik ve terâveti daha da artan serâpâ nûrdan ibâret bir gonca-i ilâhîdir.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Cebrâîl -aleyhisselâm-, sadece bir kanadını açınca doğuyu da batıyı da kaplamıştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, onu görünce, ona bu heybeti verenin büyüklük ve azametini düşünerek kendinden geçip bayıldı.”

“Lâkin Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, eğer hakîkat-i Muhammediyye’nin o akıl almaz kanadını açsa idi, Cebrâîl ebedî olarak kendinden geçer, bir daha kendine gelemezdi.”

“Zîrâ Habîbullâh, Cebrâîl’le beraber sidretü’l-müntehâ’ya varınca Cebrâîl durmuş ve: «Yâ Rasûlallâh! Sen buyur! Ben seninle müsâvî değilim. Buradan öteye bir kere kanat çırpsam, yanar kül olurum!» demiştir.”

Zîrâ O, canlardan azîz, cânânlardan üstün, her vechile muhabbete en lâyık müstesnâ bir yaratılıştır.

O’nun muhabbet toprağında yeşerenlerin başında gelen ashâb, târiflere sığmayan bir aşk iklîminde yaşamışlardır.

Bir hanım sahâbiyeden ibret dolu bir muhabbet-i Peygamberî manzarası:

Kâ’b’ın kızı Nesîbe -radıyallâhu anhâ-, müslümanlarla birlikte Uhud gazâsına iştirak etmişti. Kendi elleri ile hazırladığı kaplarla yaralılara su taşırken, müslümanların bozguna uğrayarak dağıldığını gördü. Bunun üzerine derhal Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yanına koştu. Atılan ok ve taşlara kendini hedef yaparak bütün gayret ve cesâreti ile Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’i korudu. Bu fedâkârlığı sırasında atılan ok ve taşlarla on iki yerinden de yaralandı.

Onun bu hâlini takdîr ve tahsîn buyuran Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“Uhud Harbi günü sağıma soluma baktığımda hep Nesîbe (Ümm-i Ümâre)’yi görüyordum. Beni korumak için savaşıyordu.” (İbn-i Sa’d, Kenzü’l-Ummâl, 7/98) buyurarak ondan sitâyişle bahsetti.

Böylece dindarlığın verdiği şuurla harplerde gösterdiği kahramanlığından dolayı Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in medhine ve iltifâtına mazhar olan Nesîbe’nin ismi, örnek müslüman hanımlardan biri olarak İslâm târihine geçti.

Bir diğer muhabbet tezâhürü:

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bir sohbetinde Sevbân -radıyallâhü anh-, Habîbullâh’a pek derin ve dalgın bir sûrette bakıyordu. Gâyet de ızdıraplı bir hâli vardı. Öyle ki onun bu hâli, Âlemlerin Efendisi’nin dikkatini çekti. Merhametle sordular:

“–Yâ Sevbân! Nedir bu hâlin?”

Sevbân -radıyallâhü anh-, bu iltifat ile muhabbet çağlayanı hâline gelen sevdâlı gönlüyle şöyle dedi:

“–Anam, babam ve bu cânım sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Senin hasretin beni öyle yakıp kavurmaktadır ki, nûrundan ayrı geçirdiğim her an bana ayrı bir hicran olmaktadır. Dünyâda böyle olunca âhırette nice olur diye dertleniyorum. Orada siz peygamberlerle beraber olacaksınız. Benim ise, ne olacağım ve nerede bulunacağım belli değil! Üstelik cennete giremezsem, sizi görmekten tamamen mahrum kalacağım! Bu hâl beni yakıp kavuruyor ey Allâh’ın Rasûlü!”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Sevbân ile birlikte ashâb-ı kirâmdan da zaman zaman vâkî olan bu ve benzeri hicranlı sözlere ve ayrıca kıyâmete kadar gelecek olan ümmetin muhabbet ve aşk kâfilesinin yanık gönüllerine sürûr dolu bir müjde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kişi sevdiği ile beraberdir…” (Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165)
Tabiî ki, samîmî muhabbet, itâat ve teslîmiyyet şartı ile…

O vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdetâ yanıp erimiş bir mum gibiydi. Zîrâ düşünüyorlardı ki, O’nu görmeden bir gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyâda hiç göremeyecekti. İşte bu hicrân ve yanışa dayanamayan Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhü anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:

“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyâda bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.

Hazret-i Peygamber’e ashâbın engin aşk ve muhabbetini kelimelerin mahdud imkânları ile îzâh etmek mümkün değildir. Sayısız misâller deryâsından birkaçı da şöyledir:

Enes -radıyallâhü anh- anlatıyor:

“Rasûlullâh’ı berber tıraş ederken gördüm. Ashâb, etrâfını çevirmişti. Kesilen mübârek saç ve sakal tellerinin tekinin dahî yere düşmemesi için âdetâ onları kapışıyorlardı.”

Sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber’in hem eşyâları hem de saç ve sakalının mübârek telleriyle teberrük hâlinde olurlardı. Savaşlarda bile bu teberrük heyecanını taşımışlardır. Bunun en güzel misâli Hâlid bin Velid -radıyallâhü anh-’ın Hazret-i Peygamber’in saçlarından aldığı birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyet olduğuna göre Hâlid -radıyallâhü anh-, Yermuk savaşında bu sarığı kaybetmişti. Askerlerine:

“–Onu arayın!” diye tâlimat verdi.

Aradılar, bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar aramaları için emir verdi. Bu defa buldular. Baktılar ki, eski bir sarık imiş! Sahâbî, bu eski sarık üzerinde Hazret-i Hâlid’in bu kadar ısrar etmesine hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhü anh-, şunları söyledi:

“–Rasûlullâh saçlarını kesmişti. Ashab o saçları kapıştılar. Ben de alnından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşları zaferle neticelendirdim. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh’a olan muhabbetimdir.” (Suyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, I. 170)
İşte bu muhabbetten kaynaklanan bir sâikle günümüze kadar Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den muazzez bir hâtıra olarak devam eden saç ve sakallarının mübârek telleri, câmî minberlerinde saklanarak “sakal-ı şerîf” adı ile asırlardan beri ümmete rahmet olagelmektedir.

Misâllerde görüldüğü gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e muhabbetin bereketi, yalnız mânevî âlemde tezâhür etmez. Zâhir âlemde de o feyz ve bereketin müşahhas tezâhürleri olur. Bunun en iyi misâli Osmanlı Devleti’dir. Onlar, devletlerini çoğu kere “Devlet-i Muhammediyye” sûretinde adlandırmışlar ve ordularındaki her ferdi -kendi istîdatları mikdarınca- o yüce varlığın bir küçük modeli telâkkî ederek “Mehmedcik” diye isimlendirmişlerdir. Nitekim Osmanlı Devleti’nin tarihteki diğer İslâm devletlerinin hepsinden daha uzun bir ömürle muammer olması da, devlet ricâlinin, başka meziyetleri yanında bir de ve en ehemmiyetli olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e tekrîm ve muhabbette erişilmez bir zirvede oluşlarıdır.

Aşağıda anlatacağımız hâdiseler, bu zirveye tipik birer misâldir:

Dünyâ müslümanlarının Harameyn’e kolayca gidip gelmelerini te’mîn için Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettiren II. Abdülhamid Han, bu demiryolunun sünnet-i seniyyeye uygun olması için Hazret-i Peygamber’in seyahatlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medîne’ye ulaştırmıştır.

Diğer bir misâl:

Osmanlı paşalarından meşhur Medîne müdâfii Fahreddin Paşa, Rasûlullâh’ın rûhâniyeti rencide olur endişesiyle Ravza’nın tâmirinde vazîfe alan ustalara, herhangi bir çivi çakmak îcâb ettiği takdirde mutlaka tahta çekiç kullanılması ve çekiç ile çivi arasına da lastik bandaj konularak sükûnetin ihlâl edilmemesini emretmiştir. Bu hususta onu böylesine bir edeb ve inceliğe sevkeden âyet-i kerîme şöyledir:

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)

Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e muhabbet, mâsivâdan herhangi bir varlığa temâyüldeki tehlikelerden münezzehtir. Buna göre Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i kalbin bütün muhabbet gücü ile sevmek zarûrîdir. Bu muhabbete örnek bir zirve teşkil eden Hazret-i Fâtıma -radıyallâhü anhâ-, Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ukbâya intikâlinde içine düştüğü hâli şöyle tasvîr eder:

“Fahr-i Kâinât’ın ukbâ âlemini teşrîfi ile üzerime öyle bir musîbet geldi ki, karanlığın üstüne gelse, karanlığın rengi değişirdi.” (Sahih-i Buhârî Muhtasarı, IV. 45)
Bu bakımdan O’nun firkat ateşiyle tutuşan ve vuslatının hasretiyle kavrulan gönüller, her şeye, içinde bulundukları yanıklık ile bakarlar. Öyle ki, birkısım âşıklar, bu yanışın harâreti ile şöyle demekten kendilerini alamazlar:

Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!

Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!

(Habîbim, senin güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından (dolayı, sana âşık olan) ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş, toprak ve diken ateş!..)

Şuâ-yı âfitâbındır yakan bi’l-cümle uşşâkı;

Dil âteş, sîne âteş, hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş!

(Bütün âşıkları yakan, (o mübârek yüzünün) güneş (gibi parlak) nûrudur.. (Bu sebeple) gönül ateş, kalb ateş, (aşkınla) ağlayan (şu) iki göz ateş!..)
Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek?

Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş

(Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Cesed ateş, kefen ateş, şehidi yıkayacak tatlı su dahî ateş!.)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e muhabbetin en güzel ve mânâlı tezâhürü, O’na ittibâdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

“Namazı kılın, zekâtı verin Peygamber’e (sallâllâhü aleyhi ve sellem) itâat edin; umulur ki, merhamet görürsünüz.” (en-Nûr, 56)

Diğer taraftan “Seven, sevdiğinin her şeyini sever.” düstûrunca Habîb-i Kibriyâ’ya fiil ve hâl bakımından ittibâ şarttır. Öyle ki, bu husustaki aşk, muhabbet ve ittibâ, Hakk’a muhabbetin bel kemiğini oluşturur. Aksine her sevgi iddiâsı, Kur’ân ve sünnet yolunda geçersiz kılınmıştır. Ve zât-ı ulûhiyyete varabilmenin yegâne yolu, O’na muhabbet ile noktalanmıştır.
İbâdetteki rûhâniyet, muâmelâttaki zerâfet, ahlâktaki nezâket, gönüldeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün bu güzellikler o Varlık Nûru’na olan muhabbetten kalblere akseden parıltılardır.

Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.”

Dolayısıyla Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e muhabbet, muhabbetullâha doğru giden yolda beşerin yükselebileceği en büyük zirvedir. Çünkü Allâh Teâlâ, idrâk ve iz’ânlar da dâhil bütün beşerî kâbiliyetlere bir hudud tâyin etmiştir. Zât-ı ilâhîsi ise, bu hududun ötesinde, ötesinin de ötesinde, ötesinin de ötesindedir…

Ehlullâha ve Bütün Ehl-i Îmâna Muhabbet

Allâh Teâlâ buyurur:

إِنَّمَا وَلِيُّكُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ

“Sizin dostunuz ancak Allâh’tır, Rasûlü’dür ve îmân edenlerdir. Onlar ki, Allâh’ın emirlerine boyun eğerek namazı (dosdoğru) kılar, zekâtı verirler.” (el-Mâide, 55)

Âyet-i kerîmede mü’minlerin kimleri dost edinip muhabbet göstereceği âşikârdır:

a. Allâh Teâlâ,

b. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-,

c. Allâh’a teslîm olanlar; sâlih kullar ve bütün ehl-i îmân.

Muhabbetin Allâh’a yöneltilmesi, önce nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hakk dostlarını, daha sonra da bir huni gibi genişleyerek Allâh katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcâb ettirir. İşte Allâh’a yönelişte böyle bir muhabbet dâiresi, rûhlara bir şifâ ve rahmet menbaıdır. Bu dâirenin dışında kalan muhabbetler ise, muhabbete hâkim olan bu mantığı za’fa uğratır. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e ve O’nun vârisleri olan ehlullâha muhabbette bereket, buğzda ise dünyâ ve âhırette nedâmet vardır. Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hakk buyurur:

“Kim benim bir velî kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim…” (Buhârî, Rikâk, 38)

Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın bütün ehl-i îmânı ihâtasına alacak bir ifâde ile:

“Onlar birbirlerine karşı merhametlidirler…” (el-Feth, 29) buyurması, her mü’minin dikkat edeceği bir husustur.

Hadîs-i şerîfte güzel ahlâkın;

“Gelmeyene gitmen, vermeyene vermen, sana kötülük edeni afvetmendir.” (İhyâu Ulûmiddîn, III. 1151) şeklinde târif edilmesi de bu meyanda bir istikâmetlendirmedir.

Buna göre mü’minler, birbirleriyle münâsebetlerinde aslâ bu merhamet ve muhabbet dairesinden çıkmamalıdır. Zîrâ Allâh’ı sevme ve O’na yakınlık peydâ edebilmenin yolu budur. Nitekim büyük evliyâullâhın Hakk katındaki fazîlet ve kıymetleri de, diğer güzel ahlâk ve kullukları yanında bir de bu husustan, yâni onların bütün mahlûkâta şefkat nazarıyla, merhamet ve muhabbetle yaklaşmasından gelmektedir. Onun içindir ki, âyet-i kerîmede sâlihlerle beraber olmak emredilmiş ve onlara peygamber vârisi olma şerefi bahşedilmiştir.

Bundan dolayı bir kul, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hakîkati ve nûrundan bir Allâh dostu vâsıtasıyla nasîb alsa, bu nasîb O’ndan olduğu için bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den alınmış gibidir. Tıpkı bir mumdan bir başka mumun yakılması gibi… Kandilleri yakan ve onlar vâsıtasıyla etrafı aydınlatan alev, aynı alevdir. Kul, bu kandillerin en sonuncusuyla da aydınlansa, o ziyâ, ilk ışıkla parıldadığından dâimâ ilk kaynağı aksettirir. Dolayısıyla bir kimse, bir başkasında ışıldayan ilâhî güzelliğe ister bilerek, ister bilmeyerek kendisini kaptırsın, hakîkatte hayrân ve âşık olduğu letâfet, Allâh Teâlâ’nın güzelliğidir ve O’nun varlıklarda ve insanlardaki hârikulâde in’ikâsıdır. Hiç şüphesiz bu in’ikâsın en büyük tecellîsi de Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’de zuhûr etmiştir. Bu itibarla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kulu Cenâb-ı Hakk’a götüren yegâne rahmet ve vuslat köprüsüdür.

Dolayısıyla bu şerefli köprünün sâdık yolcuları olan ehlullâh, yâni Hakk dostlarının gönülleri, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibidir. Kendilerine muhabbet gösteren nice ham gönülleri Allâh’ın lutfu ile birer iri inci sedefi yapmaktan uzak kalmazlar. Yeter ki talibler, bu sedefte saklanacak yağmur damlasını idrâk edebilsin! Mesnevî şerhinde buyurulur:

“Kelâm sahibi olan Allâh, bulutun kulağına bir sır söyledi, gözünden su tulumu gibi yaşlar boşandı. Gülün kulağına bir sır söyledi; onu renk ve râyiha saltanatı ile güzelleştirdi. Taşa bir sır söyledi; onu mâden içinde akik etti. Yâni latîf sıfatı ile tecellî edip buluttan su akıttı, gülü güzelleştirdi, taşı da kıymetlendirdi.”

“İnsan vücuduna bir sır verdi. O sırrı muhâfaza edenleri sonsuzluğa yüceltti. İlâhî âlemden ilham alan bu vücutlar, cisimden kurtulup Hakk’la yakınlığın sırrına erdi.”

Hiç şüphesiz ki bu sırlar, farklı tecellîler hâlinde birer muhabbet sırrıdır. Muhabbet sırrı ki, her şeyin kemâli ve güzelliği onun feyizli ikliminde gizlenmiştir. Şâir ne güzel söyler:

Kâinât nakış nakış,

Sırr-ı muhabbet ile.

Kaç âlem yaratılmış,

Sırr-ı muhabbet ile!..

Esrârı sorma bana,

Yönel sevdâdan yana,

Açılsın sırlar sana,

Sırr-ı muhabbet ile…

Geceler gündüz olur,

Yokuşlar dümdüz olur,

İnsan ölümsüz olur,

Sırr-ı muhabbet ile…

Yâkub ne hâle düştü,

Yûsuf ne hâller aştı,

Mûsâ Tûr’u dolaştı

Sırr-ı muhabbet ile…

Habîb oldu Muhammed,

Mi‘râcı sundu Samed,

Yol verdi ezel-ebed,

Sırr-ı muhabbet ile…

Rahmetî ermek mümkün,

Gonca gül dermek mümkün,

Allâh’ı görmek mümkün

Sırr-ı muhabbet ile…

İşte bu sır ile yoğrulmak sûretiyle nebîler ve velîler, târih boyunca îmâna âid tekâmülü muhabbetle zirveleştiren, fıtrattaki kudsî neşveleri olgunlaştıran meş’aleler olmuşlardır.

Cenâb-ı Hakk, bize büyük bir lutuf olarak kendisinin, Habîbi’nin ve sevdiklerinin muhabbetini ihsan buyursun!

Âhırette berâatimize yetecek derecede amel-i sâlih sahibi olmadan ve kalblerimizi muhabbetullâhın ihtişamlı tecellîleriyle tenvîr buyurmadan emânetini almasın!

Âmîn!
alıntı

1 yorum:

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...