14 Şubat 2013 Perşembe

insan 1


"İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin aynı anda bulunduğu varlık olan insan hep bir çatışma halindedir. Eserlerinde iyi kötü, güzel-çirkin karşılaştırması yapan mutasavvıflae, iyi ve güzeli benimseyerek kemale ulaşılacağını ifade ederler." 

İnsan nedir? Yüzyıllardır ilmin, felsefenin ve dinin ayrı ayrı cevaplar aradığı ve kısmen cevapladığı zor soru. Yaratılmışların en şereflisi (eşref i mahluk) sayılan insan, hem de en âcizi en bayağı ve en sefili. Dış dünyanın diklerinin yanısıra kendinde bulunan sefâletlerle içinden çıkılması zor olan bir durum ortaya cıkıyor. Kur'an-ı Kerim'de insan için "Andolsun ki biz insanı en güzel, en mükemmel bir kıvamda yarattıktan sonra onu süflilerin süflisine indirdik"(1) deniyor.

İlim adamlarının şekil, dış yapı itibariyle ele aldıkları, filozofların akıl yönüyle inceledikleri insan, onlara göre hâlâ bilinmezliğini devam ettiriyor. Gerek ilim gerekse felsefenin insana bakış noktası bütünü tam olarak veremiyor. Çünkü insan, şekil ve aklın ötesinde "ben"le çevrilmiş olan hislerle, sevgi ile aşkla vardır. İlim ve felsefe disiplini onun yalnızca bir yönünü ele alarak değerlendirmektedir. Bu sebeple de eksik kalmaktadır.

Konumuz insanı ilmî ve felsefî yönden incelemek değildir. Onu İslâmiyetin verdiği ulvîlikle, kendini bilen hir varlık olarak gören mutasavvıfların sözleriyle ifâde etmektedir.

Kendini kendinden başka her yerde arayan insan, hareketleriyle hergün biraz daha kendinden uzaklaşıyor. Ve bu hareketler onu bir nefis muhasebesine götürüyor. Dünyadaki bu hayat onun ulvî mertebesine yakışır durumda olması gerekirken kâbus, ıstırap ve kaçış haline geliyor. Oysa bütün varlıkların üstünde yaratılan, Allah'ın vekîli olan insan, bu mertebeye lâyık şekilde yaşamalıdır.

Şeyh Gâlip, büyük gerçek için şöyle diyor: 

Hoşca bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen 

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen 

Evet insan âlemlerin en seçkini, göz bebeğidir. Acaba bu seçkinlik ona niçin verilmiştir? Çünkü onunla, onun özüyle Allâh arasında parça-bütün ilişkisi bulunmaktadır. Yûnus'un "Bir ben vardır bende benden içeri" dediği işte bu varlıktır. Ve biz hep onu arıyoruz, so*nunda her şeyde O’nun varlığını buluyonız. O’ndan başka varlık olmadığını biliyor ve "Lâ mevcûde illâ hu" diyoruz. O’ndan ayrı değilken öyleyse neden arıyonız, neden bütünden habersiz yaşıyoruz.

İyi ile kötünün, güzel ile çirkinin aynı anda bulunduğu varlık olan insan hep bir çatışma halindedir. Eserlerinde iyi-kötü, güzel-çirkin karşılaştırması yapan mutasavvıflar, iyi ve güzeli benimseyerek kemale ulaşılacağını ifade ederler.

Biz mutasavvıfların ârife bakışını değerlendirmeye çalışacağız. Bu sebeple önce irfan nedir? sorusunu ce*vaplamalıyız. Sözlük mânâsı bilmedir. Tasavvufi terim olarak ise. ilahî bir feyz olarak kâinatın sırlarını bilme kudretidir.(2) Bu bilgiye sahip olan kişiye de ârif denir. Öyleyse ârif, bilen, bilgili, irfan sahibi, Allah'ı ve melekutunu bilmekle özellik kazanan kişidir.

Bir hadîs-i serifde "Men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu"(3) yani nefsini bilen Rabbini bilir denmektedir. Bütün hallerde ve zamanlarda insan için en önemli şey, Allah'ı tanımaktır.(4) Yûnus, ilim kendini bilmektir diyor ve söyle devam ediyor:

Okımakdan ma'na ne kişi Hakk'ı bilmekdir 

Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdir. 

Okıdum bildüm dime çok taat kıldum dime

................. (52/I.2)`*

Kisi önce kendini bilmeli ki Hakk'a ulaşabilsin. Yûnus'un da ifade ettiği gibi bütün emekleri boşa çakar.

Yûnus Emre'ye göre ömrünü zulmete salan, ma'rifet yoksuludur.(14/6) İrfan sahibi, ma'rifet ehli olmâk için erenlerin sohbetine dahil olmak gerekir. Ancak Yûnus'un cahile hiç tahammülü yoktur. Bu meclisten cahil kişiyi her an sürmek ister. (29/5)

Her gönülde hazır olan ârif sorgusuz, sualsiz kendisini Allah'a teslim eder ve bu sebeple de dedikodudan uzak durur.

Âritlerden nişan budur her gönülde hâzır ola 

Kendüyü teslim eyleye sözde kıyl a kâl olmaya. (4/4)

Yûnus'a göre âriflerin sözü cevher gibidir, kişiyi iyiye ve doğruya götürür. Diğer taraftan câhil bin söz dahi söylese ma'nada bir buçuk dirhemlik değeri yoktur.

Dürr ü cevher ister isen âriflere hıdmet eyle

Câhil bin söz söyler ise ma'nide miskal olmaya.(4/ 6)

XIX. yy'da yaşayan mutasavvıf La'lizâde Abdulbâki Efendi yazmış olduğu Menâkıbnâme'sinde "İnsan iki şeyden mürekkebdir. Birisi zâhirdir ki ten tâbir olunur çeşm-i zâhir anı idrak etmeye kâdirdir ve birisi bâtındır ki nefs ü cân ta'bir olunur çeşm-i zâhir ona idrake kâdir olmayub dîde-i basvet ile idrak olunur. Hakikat-i insan oldur ki ta'rifi gah nefs gah u gah ruhdur."(j) şeklinde ifade ediyor. Yûnus da âriflerin dünyaya gönül gözleri ile bakıp görülen her hâdise ve nesneden hem ibret aldıklarını hem de kendilerini tanıdıklarını söylüyor.

Dîde-i basîretle sezilen, idrak edilen bu âlem, elbetteki çeşm-i zâhirle gören, yalnızca teni farkeden insanlardan farklı değerlendirilir.

Rengi döner günden güne toprağa dökülür gine 

İbret durur anlayana bu ibreti ârif duyar.(16/5) 

İnsan-ı kâmilin ilk mücadelesi nefsiyle olanıdır. Nefs, tasavvufi terim olarak kişinin kütü olan huy ve davranışlarıdır. Bunlar birtakım safhalardan geçerek yenilir ve ruhun emrine verilir. Seyr-i sülûkun son merhalesi nets-i kâmile ile tanımlanır.(6) Bu merhaleleri aşan insan hem kendini keşfeder hem de dış dünyanın sırlarını çözer. Nefsin sıfatlarından olan kibir kişiyi iyi şeyler yapmaktan alıkoyar.

Yûnus, kibir ve gururun âriflerin düşmanı olduğunu bu sebeple de "anladım-bildim" dememek gerektiğini söyler. İnsana lazım olan tevazudur.( 27/7)

Ârifler için bu dünya hayal ve düş gibidir. Çünkü onlar kendilerini Hakk'a vererek ma'na âlemine dalmışlardır. Madde âlemini terkederek rüyadan uyanan ârifler, herşeyden vazgeçerek cihanı yağmaya vermişlerdir.

1 yorum:

  1. Sanirim simdilik bu kadar kafi :)
    Lütfen yazdiklarimi yanlis anlamayin ve hakkinizi helal edin. Sadece daha güzel olmasi icin önerilerde bulundum.
    Duayla..

    YanıtlaSil

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...