4 Ekim 2010 Pazartesi

akıl ile kendini arayan insan



Akıl; aslında mat ve donuktur. Belki de akıl esnek olsaydı insan kendi kendini arayamazdı. Bu yüzden Sokrates, insanı kendini bilmeye teşvik etmiş. Dolayısıyla insan kendisini bilseydi mesele kalmayacaktı zaten. Hatta Alexi Carrel insanoğlunun sürekli kendini aradığını söylüyor. O halde yapılacak tek şey aklı bir yere kadar arkadaş bilip aklın ötesine aşmak olmalıdır.


Mevlana; “O akıl ki, onun aklı (bağı) vardır, o parça akıl eğer aklından (bağından) kurtulursa tam akıl olur” diyor. Bu sözlerin ne manaya geldiğini anlamak için güneşi göz önününe almamız sanırım yeterli olur. Şöyle ki; güneş bile kendinden habersiz, baksanıza dışı aydınlık içi karanlık yaratılmış. Meğer iç aydınlık sadece insanda varmış. O halde rahatlıkla bilmenin çilesi insanda kodlanmış diyebiliriz.


Bitki, hayvan ve madde hep sınırlı varlıklar. İnsan da öyle mi acaba? Elbette ki insan diğerlerinden farklı bir âlem... Nitekim insan isterse kendi bedeni boyutunu aşama aşama aşabiliyor. Zira manevi makamlar bu kabildendir. Maddenin içi değim yerindeyse karanlıktır, bu yüzden tutunacak dal arar hep. Çünkü madde ancak Peygamberimize tutunarak Miraç’a yükselebildi.


Bakın mineraller varlığın temeli mesabesinde, bitkiler bu tabanın kolon ve kirişini oluşturuyor, hayvanlar bu kolon ve kirişin çatısı, insan ise tüm bunları kapsayacak binayı meydana getiriyor adeta. Demek ki; evrende en küçük birimden en üst birime doğru bir yapılanma söz konusu. Dolayısıyla temel ihtiyaçlarda canlıdan canlıya değişkenlik gösteriyor. Zira minerallerde açlık söz konusu mu doğrusu bilmiyoruz, ama bitkilerde açlık fizyolojik bir olay, hayvanlarda içgüdüsel izdirap şeklinde, insanda ise gönüllü açlık tarzında tezahür ediyor. Fakat insanın açlığı diğer yaratılanlardan çok farklı, hatta onun açlığı şuurla birleşip oruç ibadetine dönüşürde.


Evren çok yönlü senfoni orkestrası adeta... Bu yüzden kâinatta müthiş bir kıpırtı var, dahası mükemmel bir çeşitlilik mevcut. Tabiî ki bu çeşitlilik bir yere kadar devam edebiliyor. Çünkü beslenmeye yönelik ihtiyaç kıpırdamaları geriye doğru işliyor. Dahası canlılar hayatını idame etmek adına gıdalanmak için rakibini alt etme heyecanıyla yaşama savaşına seferber olmuş. Dolayısıyla ileriye doğru atılım donanımı sadece insanda mevcut. İnsana Eşrefi mahlûkat denmesinin nedeni sürekli evrende kendisini yenilemesinden olsa gerektir.


Öyle anlaşılıyor ki; canlı âlem dinamik, sürekli kıpırdıyor, yaşamak için ileriye kanatlanmak istiyor hep, geriye doğru yaşamak ise işkence, yani ölüm demek, hayata elveda anlamında birşey. Demek ki; hayatın gerisinde eşya, ilerisinde ruh gerçeği var. İşte insanı insan yapan eşyanın zincirini çözüp ruhun engin deryasına dalmak arzusudur. Esasen canlılar yaşama arzusu gereği canlı kalabilmek için cansiperane çırpınıyorlar. İnsan ise kendini sadece bu dünyada canlı kalabilmek için değil sonsuzluk muştusunda canlı kalmaya adamak istiyor.


ZEKÂ


Zeki doğarız, sözü doğru bir tespit, ama eşyanın tabiatını çözdükçe akıl denen melekeyi sonradan kazandığımız da apayrı bir gerçek. Zekâmızı eşyaya tabii kılmakla aslında akla hizmet etmiş oluyoruz. Sırf salt akılla hayatımıza yön verirsek eşyalaşır, donuklaşır ve fizik ötesi bir âlemden bihaber kendimizi daha ölmeden mezara gömmüş oluruz. Belki de insan olarak aklında giremeyeceği alanların olduğunu fark edip eşyaya teslim olmadan gerçek manada özgürlüğü yakalayarak hem yaratılış gayemizin şuuruna varır, hem de maddenin bu şuura varmış ruha mekânlık yapmaktan büyük zevk almasına yardımcı olmuş oluruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Miraç mucizesi bunun en iyi tipik örneği. Bilindiği üzere ‘Burak’ adlı maddi aracın (bineğin) ruha sarılarak, bu sayede ötelere kanatlanma fırsatı yakalamış. Demek ki madde tek başına dünyaya hükmedecek gücü kendinde bulamıyor, üstelik evrende ne olup bittiğini değerlendirecek ruh ikliminden de yoksun. Çünkü olayları değerlendirme ruh iklimi veya istidadı sadece insana verilmiş.


Peygamberimizin her doğan insanın Müslüman olarak doğduğunu belirtmesi zekâya işarettir. Evet! Her doğan insan zekidir. Çocuk büyüdükçe akıl devreye giriyor. Akıl evrende gördükleriyle etki tepki çerçevesinde yoğruldukça şekilleniyor, değim yerindeyse bir nebze eşyalaşıyor ve eşyanın diliyle sürekli bilgi üretiyor. Dolayısıyla bu noktada zekânın fıtri, aklın ise sonradan kazanılmış bir meleke olduğunu söyliyebiliriz. Hakeza biri orijinalliği temsil ediyor, diğeride maddi boyutumuzu. Orjinellikle eşya arasındaki çatışma, aslında zaman zaman akıl ile zekânın çatışmasından doğan yansımalar olduğunu söyleyebiliriz.


Zekâmız doğuştan olduğundan cansız âlemden ister istemez ürker, hatta eşyaya bağlı kalmamak içinde olanca gücünü kullanarak ruha yönelir, yani aslına rücu eder. İnsan hayat serüveninde ilerledikçe bunu daha iyi anlıyor, zekâsının robotlaşmasına izin vermeyerek bende varım diyor ve adeta eşyanın zincirlerini bir bir çözerek ruhunun derinliklerinde fizikötesine dalmak arzusunu taşıyor. İşte bu istek doğrultusunda bütün estetik sanatların arka planında objektif akıl değil, bilakis zekânın alevlendiği sübjektif aklın varlığı sezilir. Bu yüzden gerek güzel sanatlarla iştigal olanlarda, gerek yazarçizer insanlarda, gerekse müzisyenlerde ince bir ruh ve ince bir romantizmin varlığı gözlerden kaçmaz, sonderece narin bir ruh yapıları vardır. Onlar donuk bir akılla sınırlı kalsaydılar şimdiye kadar bunca eser ortaya koyamazlardı. Yani onlarda üç boyutun dışına çıkma aşkı söz konusu olup, ister istemez insanların sanatına, estetiğine de yansımakta.


Günümüzde sanatkârlar sansar, dahiler şebek rolünde ise eşyanın donuk çukurunda çakılı kalmalarından dolayıdır. Gerçek sanatkârlık, gerçek dâhilik eşya karşısında insan sesinin duyulma çilesidir, daha da ötesi mutlak varlığa giden yolu keşfetmek ya da sezmektir. Aklın sınırlı ve kayıtlı olduğunu psiko-analiz çalışmalar sonucu yahut içimizde taşıdığımız engin ruh sayesinde fark edilebildik. Hâsılı insanoğlu kayıtsız şartsız ‘Bir’ gerçeğini ancak bu duygu ile keşfedildi. Eşyanın mantığı ile bırakın vahdeti kavramayı kendimizi bile anlamakta zorluk çekeriz. Bugün eşyanın verileri ile insan; ya bir robot ya da makine ilan edilmiş. Bilinç ise otomatik cihaz, irade ise mekanik aygıt olarak tarifini bulmuş, oysaki bu tanımlar insanın kendi varlığını inkâr etmek anlamını taşıyor.


Eğer insan kendini keşfedecekse salt kuru mantıkla okyanusa yelken açmak sevdasından vazgeçmeli, açılmak istese de zaten mümkün değil. Çünkü mantığın tabiatı gereği bu kabiliyeti yoktur, okyanusa açılmak sadece ruhta var. Okyanusun dalgalarını aşacak enerji insanın subjektif donanımında gizli. O halde bırakınız mantık kendi mecrasında yol alsın, habire ruhla çatıştırmak için yangına körükle gidilmesin, aksi takdirde insanı insanlıktan çıkarırsınız. Akla olduğundan fazla değer yüklemek zaten eşyanın tabiatına aykırı.


Pozitif ilim dediğimiz olay akla misyon yükleme gayretidir. Sırf pozitif ilmi kendimize pusula olarak tayin etmiş olsa idik belki de “Artık sen sus, eşya -madde konuşsun, robotlar konuşsun” deyip eşyanın emrine amede olmayı tercih edecektik.


Salt akıl melekesi bilincimizin dışa yansıyan çerçevesi, zekâ ise doğuştan olması dolayısıyla içe yönelik bir gönül penceremiz. Önemli olan bu iki pencereyi bir arada dengede tutabilmektir. Zira gerçek mutluluk maddi ve manevi dengeyi sağlamakla mümkün... İnsan eşya ile sınırlı kaldıkça insanlaşamıyor. Bakın devletler tarihte ortaya kültür medeniyet koyabildi iseler zekâları ile gerçekleştirdiler, yani ruhları sayesinde teknik gelişmelere imza attılar. Hep derler ya; “Medeniyetler madde ile değil manevi ruhla kurulur.” Elbette ki bu kelam çok doğru yerinde bir söz... Dolayısıyla buradan hareketle zekâ ruh yüklüdür diyebiliriz.


Allah Teala insanı sırf salt aklı ile evrende başıboş bırakmadı, öyle ki akıl donanımını bizatihi aklın kendisininde aklını başından alacak şekilde vahiy, hadis ve gönül sultanlarının kelamları ile süsleyip destekledi de. Belki de bu donanım, bu destek olmasaydı akıl çoktan karaya oturmuştu bile. İnsanlık tarih boyunca, kutsal kitaplar, Peygamberlerin sözleri ve Evliya-i Kiramın sözlerinden aldığı muhabbeti hiç bir kaynaktan alamadı. Hep onların soluğunda vahdet şuuruna erdi, kurtuluş buldu ve böylece Allah’tan gayrı tüm sahte mabudların oyalamaca yahut yutturulmuş olduklarını farketti.


BİLGİ


Bilgiyi tarif ederken eşyanın dilini insan diline çevirmek diye tarif edilir. Tarif manadır, dolayısıyla donuk olana mana kazandırmak meziyet gerektirir. Maddeyi bir derece olsa manaya dönüştürmenin adıdır bilgi. İnsanın yaratılanlardan ayıran yegâne en belirgin farkı eşyaya mana katmasıdır. Bir başka ifadeyle maddeyi ifadelendirip sübjektifleştirmesidir.


Bilgi; objektif, subjektif ve mutlak bilgi diye tasnif edilir. Objektif bilgiler eşyanın dış kısmını, subjektif bilgiler maddi dünyamızın içini oluşturur. Mutlak bilgi insan fevkinin üstünde ve Allah’a ait bir melekedir zaten.


Necip Fazıl’ın Abdülhâkim Arvasi’ye bağlılığından dolayı ne güzel ifade etmiş; “Aynaya baktım hani kendim, hep seni gördüm benim Efendim” diye geçen dizelerde hem kendini tanıma hem de kendini aşma çabası görülür. Aynada mutlak hakikatı aramakda var, ötelerin en yakıcı gerçeği olan Allah’ın varlığına en iyi ayine aynadır şuurunu hissetmekte var elbet. Objektif ve subjektif veriler yaratıcı değillerdir, şüphesiz onlar ancak Allah’dan gelen mesaj ve tecelli daireleridir. Bu tecelli daireleri ile Allah’a yakınlığımız artıyor, böylece mutlak varlığın şuuruna varıyoruz. Zira bunu; “Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde sakınacak bir kavim için elbet birçok ayetler vardır” (Yunus, 6) ayeti celilesi teyid ediyor da.


İnsanoğlu binlerce yıldan beri hep kendini eksik hissediyor, bunca teknolojik doruğa rağmen insan kendi kendine hala Hacı Bektaşi Veli misali; “Hamdım, yandım, piştim” deyip bir türlü son kemale erme diyebileceğimiz noktayı koyamadı. Bunca çaba yeter diyemedi. Oysaki her yenilik yeni bilgi açlıklarını doğuruyor üstelik. Dolayısıyla insan zaman geçtikçe elde ettiği birikimi ile geçte olsa kendi vücut kafesinin kendine dar geldiğinin şuuruna varıyor. Böylece şuurumuzla artık biyolojik yapımızın yetersizliğinide idrak ediyoruz.


Zekâ canlıda içgüdü ile isimlendirilmekte, ama yetersiz bir adlandırmadır bu. Hele hele insan dışındaki canlılar için içgüdüden ziyade dış güdü dense daha isabetli olur. Şayet minerallere akıl izafe edilecekse mekanizm (atom içerisindeki elektronların seyreylemesi gibi) ile ancak anlamlardırabiliriz, bitkilerde izafi akıl tropizm (ışığa yönelmek gibi), hayvanlarda içgüdü halinde yansımaktadır. İnsanda ise akıl şuur olarak ortaya çıkıyor.


Canlı cansız adeta yok olmamak için çırpınıyoruz. Çırpınırken de kendi altımızda olanları kemirerek var olmaya çalışıyoruz. Alt ve üst birimler arasındaki bu sömürme aslında birbirlerinin ihtiyacının gidermeye matuf yardımlaşmadır. İnsan ölümsüz olsaydı yaşama endişesine kapılmayacaktı. Aslolan ölüm endişesi değil, ölümün şuuruna varmak olsa gerektir.










KALP


Yorumlama işi akıla ait bir meleke olup, bilgi üreten fonksiyon aslında kalbin işidir. Beyin beş duyumuzun bilgilerini kayd edip gönül penceresine aracılık görevi yapar, bir nevi yazılı olanları akıl vasıtasıyla ekrana aktarır adeta. Sanıldığının aksine bilgiyi üreten akıl değil kalptir. Kalp göz ve kulak gibi organlarımıza sürekli duygu salar. İşte bu salınmanın yansıması denilen olgunun aklın yorumlama süzgecinden geçerek beyin üzerinden kuvve-i fiile dönüşmesi hadisesinin adıdır bilgi. Bazen duygulandığımızda gözyaşımıza sahip olamayız, niye acaba? Çünkü gözyaşı kalbin otoritesiyle salgılanır, beyin mekanizmasında sahne alır adeta. Kendi aramızda konuşurken deriz ya; “Benim altıncı hissim kuvvetli”, işte onun gibi bir şey. Altıncı his derken belli ki önsezimizin varlığına işaret ederiz. Önsezi bazen iç sıkıntı ya da neşe şeklinde yansır. İşte bu noktada kalbe ait en önemli bir unsuru ortaya koyuyoruz ki onun adı da: hissiyat gerçeğidir. Beyne yazılmamış duygular ya da hisler zinciri kalp karargâhında üretilir çünkü. Kalp duygu seli ile aynı zamanda sevgi denilen iksiri de gizliyor bağrında. Sevgi iksirinin kalp tarafından salgılanması sayesinde beyinde yazıya dönüşmesi sonucunda dilimizle veya vücut dilimizle sevgimizi karşımızdaki varlığa ilan etmiş oluyoruz. Bu yüzden gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşir. Demek ki; direk olarak bilgi üreten merkez kalpmiş, gelen bilgiyi bilgisayar belleğinde yorumlayan ise akıldır.


Dikkat edin Kur’an doğrudan akla hitap etmez, hep kalbe seslenir. Çünkü vahyi ancak kalp anlar. Evrende algıladıklarımız her şey zıddı ile bilinir kuralı sayesinde bütün bunlar gerçekleşir. Çünkü mukayese yaparak bilgi ediniriz olan bitenden. Fakat Allah’ın zıddı olmadığından, akıl yaratanı kavramaktan acizdir, O’nu ancak kalp hisseder ve ‘Amenna saddak ‘ der. Nitekim ‘Ki Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’ (Bakara suresi ayet:17) ayetini Dr Haluk Nurbaki Allah’ü Teala; “Sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlamıştır. Hatta Rabbül Âlemin; “Yere göğe sığmam Mü’min kulumun kalbine sığarım” diyerek bu manaya işaret etmiştir.


Vesselam.






alıntı






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...

Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...