27 Haziran 2011 Pazartesi
İnsan beyni, değirmentaşına benzer…
Ciğerler oksijenle, mide yiyecek ve içeceklerle beslenir. Ruhun gıdası ise, insanın en zor cevapladığı sorulardan biridir. Ruhu müzikle doyurmaya çalışanlarda var, ibadetlerle huzur bulanda. Hiçbir şekilde ruhunu doyuramayanlar, yaşadığımız yüzyılın en büyük sıkıntılarından biri olsa gerek. Sakinleştirici ilaçlarla ayakta kalanlar, alkolikler, ruh hatsallığına yakalananlar vs. Konumuz ruh değil, beyin. Beynin gıdası nedir?
Bilgi girmeli beyne. Okumak besler insan beynini. Okumak, buğday tanelerinin değirmentaşları arasına atılması gibidir… Her kitap, bir buğday tanesi gibidir… Zor yetişir… Ancak hayatı gıdamız olan, ekmeği elde edebilmek için buğdayın yetiştirilip un haline getirilmesi şarttır.
“Bir buğday tanesi nasıl oluşur?” sorusunun cevabı ile, “Bir kitap nasıl yazılır?” sorusunun cevabı birbirine yakındır. Önce tohum ekilir… Sonra o tohumun yeşermesi, sulanması, yaban otlarından temizlenmesi gerek.
Bir buğday tanesine verilen emek gibi emek verilir her kitap için. Bu emeğin yoruculuğunu da tadını da zihinsel sancı çekenler bilir. Kitapların oluşum sürecini anlatmak için kaleme almadım bu yazıyı. Zor meydana gelen bilgiyle, beyni beslemenin önemi anlatmak istiyorum.
Öğrenme durunca beyin duruyor!
Beyne giren bilginin insan üzerinde ki etkisi, gözle görülen bir şeydir aslında. Kıyafetin rengi, ayakkabının boyası, saçın şekli gibi, ilk bakışta gözle görülecek kadar somut olmasa da, bilgi insan üzerinde görünür. İnsanın konuşma biçimi, konuştuğu konular, ilgi alanları, güldüğü ve ağladığı her şey, bilgiyle ölçülür.
Bu konuya kafa yorarken, kendi arkadaşlarımdan birisi dikkatimi çekmişti. Lise yıllarında çokça beraber olduğumuz, birlikte çok gezip vakit geçirdiğimiz bir arkadaşımın, değişmeyen tavırları dikkatimi çekti.
1992 – 1993 Eğitim yılında, İmam Hatip Lisesi son sınıfta, birlikte öğrenciydik o arkadaşımla. Yaş olarak bende bir yaş büyük, kasları güçlü, yumrukları çok sert bir arkadaşımdı. Lise çağlarının getirdiği delilikleri de, bazen birlikte yaşardık. Birlikte gezdiğimiz gibi birlikte kavgalara da karışırdık.
Bir gün, ben bir kavgaya karıştım. Birkaç kişiden dayak yedim. Sonra biz onları dövmeye çalıştık vs. Bu süreç genelde böyle işler. En son dayağı ben yiyecektim. Beş altı kişilik bir grupla, beni dövmek için okulumuzun önüne gelen o gençleri, benim sınıf arkadaşım görmüş. Neyi beklediklerini sorunca, kavga etmek için geldiklerini anlamış. Dövmek için beni beklediklerini öğrenince, iyice sinirlenmiş. “Siz kim oluyorsunuz ki, benim okulumun önünde, benim en iyi arkadaşlarımdan birisini dövmek için beklesiniz? Ben varken Sait’e kimse dokunamaz. Dağılın buradan yoksa karşınızda beni bulursunuz!” diyerek hepsini okulun önünden uzaklaştırmış. O arkadaşımın hem kasları hem çevresi güçlü olduğu için, beni dövmek için bekleyen gençler dağılmışlar.
Bu olayı bana birkaç gün sonra anlattı.”Seni okul kapısında çok kötü dövecektiler, ben kurtardım! Haberin olsun!” dedi. Benim olaydan haberim yoktu. Kendisine teşekkür ettim.
Aslında yaşadığımız olay bundan ibaretti. Aradan yıllar geçti. Ben 1996 yılında liseyi okuduğum ilçeden ayrıldım. İstanbul’a geldim. Üniversiteyi bitirip öğretmenliğe başladım. Her yıl bir veya iki defa memlekete mutlaka uğrarım. Lise arkadaşlarıma ve gençlik yıllarımda ki dostlarıma karşı vefalı olmayı sevdiğimden, arkadaşlarımı da ziyaret etmeye çalışırım.
Beni dayak yemekten kurtaran o arkadaşımı da, her gidişimde ziyaret eder, birkaç bardak çayını içerim. Ancak ne zaman yanına gitsem, ikinci çayımızı içerken, “Hatırlıyor musun? Seni bir gün çok kötü dövecektiler, ama ben kurtardım!” diyor. Bir sene sonra tekrar çay içerken, aynı cümleyi yine kuruyor. Başka bir arkadaşla kendisini tanıştırsam, biraz muhabbet ettikten sonra, “Okulda Sait’i bir gün çok kötü dövecektiler. Dayaktan ben kurtardım!” diyor.
Yazarlığa başlayıp, kitaplar yayınlamaya başlayınca, yayınladığım kitapları duymuş beni dayaktan kurtaran arkadaşım. Bana telefon açtı. “Ya Sait, senin kitap yazdığını duydum. Şunlardan bana gönderde bir bakayım” dedi. Bende hemen gönderdim. Birkaç ay sonra memlekete gittiğimde, “Benim kitapları okudun mu?” diye merak edip sordum. “Yok okumadım!” dedi. “Senin gönderdiğin kitapları, evdeki dolabın camlı kısmına koydum. Gelen misafirlere gösteriyorum. ‘Bu kitabın yazarı benim sınıf arkadaşım. Bir gün bu yazarı dövecektiler. Dayak yemesine ben engel oldum’ diyorum” dedi.
Aslında yaşadığımız bu olay, birçok lise arkadaşının yaşadığı olaylardan farklı değil. Lise arkadaşlarıyla genelde lise hatıraları konuşulur. Ancak benim dikkatimi başka bir şey çekmişti. Sınıf arkadaşım, liseden sonra eline ne kitap ne kalem aldı. Evlilik, iş-güç derken yaşı kırklara gelmişti. Yaş ilerlemiş, saçlar beyazlamaya başlamış, yüzümüzde kırışıklar belirginleşmeye başlamış olmasına rağmen, o arkadaşımda değişmeyen tek şey, konuştuklarıydı. Liseden sonra beynine bilgi girişi durmuştu. Öğrenme durunca, beyinde durmuş.
Liseden sonra kafasına yeni bir bilgi girmediği için, konuşacak yeni bir şeyi olmayan o kadar insan tanıyorum ki. “Öğrenme durunca beyin duruyor!” gerçeğini fark ettim. Bu gerçek sadece lise mezunları için geçerli değil. “Bizim zamanımızda böylemiydi?” diye başlayan herkes için geçerlidir. Kendi zamanlarında kalmışlar. Maalesef birçok öğretmende de aynı takılmayı görüyorum. “Bizim öğrenciliğimizde böylemiydi?” diye söze başlayan öğretmen, kendini geliştirmemiş, kendini yenilememiş demektir.
Bu yazıyı yazmama sebep olan ve yazıya da başlık olarak attığım o güzel sözle bitireyim. İnsanın beyni değirmentaşına benzer, içine bir şey atmazsanız kendi kendini öğütür.
Sait ÇAMLICA
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yüksekten bakar ise Gönül yüksekte gezer, dem-be-dem yoldan azar, Dış yüzüne o sızar,içinde ne var ise...
Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler...