30 Nisan 2013 Salı

tesettür


Özellikle günümüzde müslümanların en önemli problemi tesettür
Başını örtenler: Eğer inanmadan örtünüyorsanız, başörtüsünü çıkarınız. Eğer siyasi simge olarak örtüyorsanız, çıkarınız. Eğer mahalle baskısı ile örtüyorsanız çıkarınız. Eğer babanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız. Eğer kocanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız. Eğer ağabeyinizin baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız. Eğer yaşadığınız ortamda prim yaptığı için örtüyorsanız, başörtünüzü çıkarınız. Eğer gelenek olduğu için örtüyorsanız, çıkarınız. Eğer sizi güzelleştirdiği için başınızı örtüyorsanız, çıkarınız. Eğer Allah için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz. Eğer inandığınız için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz. Eğer dini gereklilik için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz devam ediniz. Ancak artık özgür olmadığınızı unutmayın. Başörtüsü ile sakız çiğneyerek dolaşamazsınız. Karşı cinsle sarmaş dolaş olamazsınız. Artık temsil ettiğiniz bazı değerlerin var olduğunu unutmayınız. Eğer inandığınız için örtünüyorsanız içini doldurunuz. Dürüstlüğünüz, çalışkanlığınız, hoşgörünüzle örnek olurken; ahlakî anlayışınız, oturup kalkışınızda da daha dikkatli olmalısınız. Çünkü başörtüsü sizin için hem bir hak hem bir değerdir. Haktır; çünkü sonradan çıkarılmış bir kavram değildir. 1400 yıllık bir geçmişi vardır. O halde örtündüğünüz gibi yaşayın. Yaşadığınız gibi örtünün. Karşı çıkanlar: Başörtüsüne size ölümü hatırlattığı için karşıysanız, vazgeçiniz. Ölüm vardır ve gerçektir. Başörtüsüne din karşıtlığınız sebebiyle muhalifseniz, vazgeçiniz. Dinin teselli etme ve hayata anlam katma gücünü yok edemezsiniz. Başörtüsüne korktuğunuz için karşıysanız, korkunuzu analiz ediniz. Korkunuz dini bir veriden kaynaklanıyorsa, o veriyi tartışınız. Korkunuz dinin yanlış yorumlarından kaynaklanıyorsa, doğru yorum bulmak ya da oluşturmak için mücadele ediniz. Korkunuz küçük kentler ve Anadolu’daki mahalle baskısı ile insanlarla diyologa giriniz. Birlikte yaşama bilincini oluşturmak gibi bir misyon üstleniniz. Yasağı yasakla gidermek çözüm olamaz. Korkunuz İran gibi olmaktan kaynaklanıyorsa, başörtüsüne karşı çıkmak yerine radikalliğe karşı çıkınız. Korkunuz Atatürkçülüğün tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa hangi Atatürk’ü savunduğunuzu sorgulayınız. Korkunuz Cumhuriyetin tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa “Tek Parti Cumhuriyeti”ni mi, “Çok Partili Cumhuriyeti” mi savunduğunuzu sorgulayınız. Korkunuzun sebebi özgürlüklerin kaybolması ise, ise herkese özgür yaşayacağı ortam sağlayacak çözümler üretiniz. Korkunuz laikliğin tehlikede olmasından ileri geliyorsa, laiklikle din karşıtlığını karıştırıp karıştırmadığınızı sorgulayınız. Korkunuz sahip olduklarınızı yitirmekse, elde ettiğiniz varlıklara “düşünceye karşı düşünce” yöntemiyle mi mücadele ediyorsunuz, bunu sorgulayınız. Başörtülü birini gördüğünüzde size ‘dinsiz’ denildiğini hissediyorsanız, vazgeçiniz. Çünkü bu sizin algınız olabilir. Niyet okuyarak hükme varmak, insanı realite körlüğüne götürür. Başörtülü bir kadını gördüğünüzde, ‘dinde böyle bir uygulama yok’ diye düşünüyorsanız, bırakınız onu konunun uzmanları söylesin. Bilimsel cahillik yapmayınız. Başörtüsünü ‘gericilik’ olarak değerlendiriyorsanız, asıl gericiliğin öğrenme hakkını engelleme olduğunu görünüz. Gericilikle mücadele cehaletle mücadeledir; dinle mücadele değildir. Başörtülüleri ‘kendilerini kısıtlayan insanlar’ olarak görüyorsanız, inandığı değerler için zevklerinden vazgeçenlere saygı duyunuz. Başörtülüler size ‘Usame Bin Ladin’i hatırlatıyorsa, zihin haritanızı değiştiriniz. Radikal din anlayışının, İslam dininin ilk doğuşunda üç halifeyi öldürdüğünü unutmayınız. Başörtüsünü görünce ‘dinî faşizm’den korkuyorsanız, Hitler’den hareketle ‘bütün Almanlar faşisttir’ deme adaletsizliğini yapmayınız. Başörtülüler, size ‘tehdit altında olduğunuz’ izlenimini veriyorlarsa, kendinize konuyu kişiselleştirip kişiselleştirmediğinizi sorunuz. Başörtülülerle konuşmayı deneyiniz. Önyargıları, diyaloglar aydınlatır. Bir insanın başının zorla kapatılmasından yana iseniz, ceberutsunuz. İslam tarihinde selefi, harici radikalizm yorumu bunu öngörmüştür. Bir insanın başını zorla açtırıyorsanız yine ceberutsunuz. Bu durum, din karşıtlığını dogma haline getirdiğinizin ispatıdır: Kendinizle yüzleşiniz. Belki de ‘Modern Tiran’lığı savunuyorsunuz. Güç kullanarak kendi dogmalarınızı kabul ettirmek istiyorsanız, siz Ortaçağ’a aitsiniz. Dinî görünümlü ya da modern görünümlü olmanız fark etmez. Siyasî talebi olmayan bir genç kızın inançlarının gereğine göre yaşamasına karşı çıkıyorsanız, laikliğe de karşı çıkıyorsunuz demektir. Siyasî talebi olmayan bir ailelerin çocuklarına dinin öngördüğü ahlakî normları öğretmeyi, din dersi vermelerini laikliğe aykırı görüyorsanız; bu davranış bilimsel, çağdaş, ilerleme ve aydınlanmaya uygun değildir. Alternatif üretiniz. Siyasî talebi olmayan ama dinini yaşamak isteyen doktora, mühendise, subaya karışmayınız. Aydınlanmanın Descartes döneminde takılıp kalmışsınız demektir. Allah’a hesap verme duygusu yaşayan bir subay ya da doktor ülke için şanstır. Siyasî talebi olmayan ama dinin teselli gücünü, yaşama anlam katma özelliğini ve ölümden sonraki hayatı öngörme fikrini bilimle birleştirenlere karşıysanız, bilimsel gelişmeye ve düşüncenin ilerlemesine de karşısınız demektir. Başörtüsüne ‘bazı siyasîler sahip çıkıyor’ diye karşıysanız, demokratlığınızı sorgulayınız. ‘Başörtüsü istismar ediliyor’ diye düşünerek muhalefet ediyorsanız, istismar edenle etmeyeni anlamanın en iyi yolunu deneyiniz. Bu konuyu istismar edeni etmeyenden, önyargılı olanı olmayandan ayıran laboratuar, sosyal alanlardır. Üniversitelerde serbest bırakın. Üç, beş sene gözlemleyin. Eğer kamu düzeni bozulursa ve başı açıkların hakları ellerinden alınırsa, aptallık yapmayın; mücadelenizi verin. Eğer askerseniz ve sezgileriniz, Türkiye’nin geleceğini tehdit edecek bir tehlikeyi haber veriyorsa; üniversiteler sizin için birer sosyal psikoloji laboratuarı olacak. Böylece siz de deneyecek ve göreceksiniz: Kamu düzeni, provokasyonlara rağmen bozuluyor mu bozulmuyor mu? İnsan davranışlarının dilini, yalan söylenip söylenmediğini, niyetleri anlamayı ve korkuları yenmeyi gösterecek en iyi yol, deneme sınamadır. Deneme-sınama yöntemi her zaman risklidir, ancak radikalliği önlemek için bu riski göze almak gerekir. Adalet, cesaret istediği gibi doğruları bulmakta, risk almayı gerektirir. Özgürlük ve barış tarihte hiç kolay elde edilmemiştir. Bazıları başının dışını örtüyor, bazıları içini örtüyor. Bunun için sosyal psikoloji laboratuarı en etkili bilimsel deney ve gözlem yeridir. Türkiye kendi modernizmini geliştirmek dünyaya model olma şansını yakalayabilir. Bu konuda da rehberimiz akıl ve bilim olmalıdır. Bilim inancı taklit etmez ama tehdit de etmez. İnceler, rapor eder ve tarih sahnesine sunar. Özellikle üniversiteler hiçbir fikre kapısını kapamazlar. Analiz ederler, yorumlarlar. Evrensel yaklaşım bu olmalıdır. İnanç bilimsel kategoridir. Üniversitelerin sosyal psikolojik laboratuvar olması fırsatını kaçırmayalım. Türkiyemiz bu sınavı dünyaya örnek olacak şekilde aşması dileğiyle… Prof. Dr. Nevzat TARHAN
Başını örtenler:

Eğer inanmadan örtünüyorsanız, başörtüsünü çıkarınız.

Eğer siyasi simge olarak örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer mahalle baskısı ile örtüyorsanız çıkarınız.

Eğer babanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer kocanızın baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer ağabeyinizin baskısı ile örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer yaşadığınız ortamda prim yaptığı için örtüyorsanız, başörtünüzü çıkarınız.

Eğer gelenek olduğu için örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer sizi güzelleştirdiği için başınızı örtüyorsanız, çıkarınız.

Eğer Allah için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz.

Eğer inandığınız için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz.

Eğer dini gereklilik için örtüyorsanız, sizi tebrik ederiz devam ediniz. Ancak artık özgür olmadığınızı unutmayın. Başörtüsü ile sakız çiğneyerek dolaşamazsınız. Karşı cinsle sarmaş dolaş olamazsınız. Artık temsil ettiğiniz bazı değerlerin var olduğunu unutmayınız.

Eğer inandığınız için örtünüyorsanız içini doldurunuz. Dürüstlüğünüz, çalışkanlığınız, hoşgörünüzle örnek olurken; ahlakî anlayışınız, oturup kalkışınızda da daha dikkatli olmalısınız.

Çünkü başörtüsü sizin için hem bir hak hem bir değerdir.

Haktır; çünkü sonradan çıkarılmış bir kavram değildir. 1400 yıllık bir geçmişi vardır. O halde örtündüğünüz gibi yaşayın. Yaşadığınız gibi örtünün.

Karşı çıkanlar:

Başörtüsüne size ölümü hatırlattığı için karşıysanız, vazgeçiniz. Ölüm vardır ve gerçektir.

Başörtüsüne din karşıtlığınız sebebiyle muhalifseniz, vazgeçiniz. Dinin teselli etme ve hayata anlam katma gücünü yok edemezsiniz.

Başörtüsüne korktuğunuz için karşıysanız, korkunuzu analiz ediniz.

Korkunuz dini bir veriden kaynaklanıyorsa, o veriyi tartışınız.

Korkunuz dinin yanlış yorumlarından kaynaklanıyorsa, doğru yorum bulmak ya da oluşturmak için mücadele ediniz.

Korkunuz küçük kentler ve Anadolu’daki mahalle baskısı ile insanlarla diyologa giriniz. Birlikte yaşama bilincini oluşturmak gibi bir misyon üstleniniz. Yasağı yasakla gidermek çözüm olamaz.

Korkunuz İran gibi olmaktan kaynaklanıyorsa, başörtüsüne karşı çıkmak yerine radikalliğe karşı çıkınız.

Korkunuz Atatürkçülüğün tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa hangi Atatürk’ü savunduğunuzu sorgulayınız.

Korkunuz Cumhuriyetin tehlikede olmasından kaynaklanıyorsa “Tek Parti Cumhuriyeti”ni mi, “Çok Partili Cumhuriyeti” mi savunduğunuzu sorgulayınız.

Korkunuzun sebebi özgürlüklerin kaybolması ise, ise herkese özgür yaşayacağı ortam sağlayacak çözümler üretiniz.

Korkunuz laikliğin tehlikede olmasından ileri geliyorsa, laiklikle din karşıtlığını karıştırıp karıştırmadığınızı sorgulayınız.

Korkunuz sahip olduklarınızı yitirmekse, elde ettiğiniz varlıklara “düşünceye karşı düşünce” yöntemiyle mi mücadele ediyorsunuz, bunu sorgulayınız.

Başörtülü birini gördüğünüzde size ‘dinsiz’ denildiğini hissediyorsanız, vazgeçiniz. Çünkü bu sizin algınız olabilir. Niyet okuyarak hükme varmak, insanı realite körlüğüne götürür.

Başörtülü bir kadını gördüğünüzde, ‘dinde böyle bir uygulama yok’ diye düşünüyorsanız, bırakınız onu konunun uzmanları söylesin. Bilimsel cahillik yapmayınız.

Başörtüsünü ‘gericilik’ olarak değerlendiriyorsanız, asıl gericiliğin öğrenme hakkını engelleme olduğunu görünüz. Gericilikle mücadele cehaletle mücadeledir; dinle mücadele değildir.

Başörtülüleri ‘kendilerini kısıtlayan insanlar’ olarak görüyorsanız, inandığı değerler için zevklerinden vazgeçenlere saygı duyunuz.

Başörtülüler size ‘Usame Bin Ladin’i hatırlatıyorsa, zihin haritanızı değiştiriniz. Radikal din anlayışının, İslam dininin ilk doğuşunda üç halifeyi öldürdüğünü unutmayınız.

Başörtüsünü görünce ‘dinî faşizm’den korkuyorsanız, Hitler’den hareketle ‘bütün Almanlar faşisttir’ deme adaletsizliğini yapmayınız.

Başörtülüler, size ‘tehdit altında olduğunuz’ izlenimini veriyorlarsa, kendinize konuyu kişiselleştirip kişiselleştirmediğinizi sorunuz. Başörtülülerle konuşmayı deneyiniz. Önyargıları, diyaloglar aydınlatır.

Bir insanın başının zorla kapatılmasından yana iseniz, ceberutsunuz. İslam tarihinde selefi, harici radikalizm yorumu bunu öngörmüştür.

Bir insanın başını zorla açtırıyorsanız yine ceberutsunuz. Bu durum, din karşıtlığını dogma haline getirdiğinizin ispatıdır: Kendinizle yüzleşiniz. Belki de ‘Modern Tiran’lığı savunuyorsunuz.

Güç kullanarak kendi dogmalarınızı kabul ettirmek istiyorsanız, siz Ortaçağ’a aitsiniz. Dinî görünümlü ya da modern görünümlü olmanız fark etmez.

Siyasî talebi olmayan bir genç kızın inançlarının gereğine göre yaşamasına karşı çıkıyorsanız, laikliğe de karşı çıkıyorsunuz demektir.

Siyasî talebi olmayan bir ailelerin çocuklarına dinin öngördüğü ahlakî normları öğretmeyi, din dersi vermelerini laikliğe aykırı görüyorsanız; bu davranış bilimsel, çağdaş, ilerleme ve aydınlanmaya uygun değildir. Alternatif üretiniz.

Siyasî talebi olmayan ama dinini yaşamak isteyen doktora, mühendise, subaya karışmayınız. Aydınlanmanın Descartes döneminde takılıp kalmışsınız demektir. Allah’a hesap verme duygusu yaşayan bir subay ya da doktor ülke için şanstır.

Siyasî talebi olmayan ama dinin teselli gücünü, yaşama anlam katma özelliğini ve ölümden sonraki hayatı öngörme fikrini bilimle birleştirenlere karşıysanız, bilimsel gelişmeye ve düşüncenin ilerlemesine de karşısınız demektir.

Başörtüsüne ‘bazı siyasîler sahip çıkıyor’ diye karşıysanız, demokratlığınızı sorgulayınız.

‘Başörtüsü istismar ediliyor’ diye düşünerek muhalefet ediyorsanız, istismar edenle etmeyeni anlamanın en iyi yolunu deneyiniz.

Bu konuyu istismar edeni etmeyenden, önyargılı olanı olmayandan ayıran laboratuar, sosyal alanlardır. Üniversitelerde serbest bırakın. Üç, beş sene gözlemleyin. Eğer kamu düzeni bozulursa ve başı açıkların hakları ellerinden alınırsa, aptallık yapmayın; mücadelenizi verin.

Eğer askerseniz ve sezgileriniz, Türkiye’nin geleceğini tehdit edecek bir tehlikeyi haber veriyorsa; üniversiteler sizin için birer sosyal psikoloji laboratuarı olacak. Böylece siz de deneyecek ve göreceksiniz: Kamu düzeni, provokasyonlara rağmen bozuluyor mu bozulmuyor mu?

İnsan davranışlarının dilini, yalan söylenip söylenmediğini, niyetleri anlamayı ve korkuları yenmeyi gösterecek en iyi yol, deneme sınamadır.

Deneme-sınama yöntemi her zaman risklidir, ancak radikalliği önlemek için bu riski göze almak gerekir.

Adalet, cesaret istediği gibi doğruları bulmakta, risk almayı gerektirir.

Özgürlük ve barış tarihte hiç kolay elde edilmemiştir.

Bazıları başının dışını örtüyor, bazıları içini örtüyor. Bunun için sosyal psikoloji laboratuarı en etkili bilimsel deney ve gözlem yeridir.

Türkiye kendi modernizmini geliştirmek dünyaya model olma şansını yakalayabilir.

Bu konuda da rehberimiz akıl ve bilim olmalıdır.

Bilim inancı taklit etmez ama tehdit de etmez. İnceler, rapor eder ve tarih sahnesine sunar. Özellikle üniversiteler hiçbir fikre kapısını kapamazlar. Analiz ederler, yorumlarlar. Evrensel yaklaşım bu olmalıdır.

İnanç bilimsel kategoridir. Üniversitelerin sosyal psikolojik laboratuvar olması fırsatını kaçırmayalım. Türkiyemiz bu sınavı dünyaya örnek olacak şekilde aşması dileğiyle…

Prof. Dr. Nevzat TARHAN

29 Nisan 2013 Pazartesi

biz eskiden


Biz Eskiden
Biz eskiden diye söze başlayan yaşlılara eskiden çok kızardım. Buna rağmen ben de bugün öyle söze başlamak istiyorum. Galiba yaşlanıyorum! Biz eskiden otomobil kullanmaz, yakın yerler için otobüse dahi binmezdik; şimdi öksürüğümüzün ulaştığı mesafelere bile otomobille gidiyoruz. Hareketsizlikten göbeklerimiz çıkıyor, eritmek için de spor salonlarına avuç avuç para döküyoruz. Biz eskiden evlerimize telefon bağlatmak için yıllarca sıra beklerdik. Meselâ ben basın tercihli telefonumun bağlanması için 7 seneyi aşkın bir süre beklemiştim. Önce Büyük Postane’ye kaydımızı yaptırır, bazen beş, bazen on, hatta on beş sene sabırla beklerdik. Telefon ticareti denen bir ticaret türü vardı: Çeşitli isimler telefon sırasına kaydedilir, çıkınca fazlalar satışa sunulurdu. Gazetelerin ilân sayfalarında her gün satılık telefon ilânları olurdu. Fiyatı da oldukça yüksekti. Çünkü telefon yalnızca bir iletişim aracı değil, çok zor ulaşılabildiğinden dolayı, aynı zamanda bir statü göstergesiydi. Bırakınız telefona sahip olmayı, telefona çağrılmak bile önemli sayılırdı. Âcil görüşmesi gerekenler ya bakkalı arar ya da telefonlu komşusundan yardım isterdi. Telefona çağrılmak çok önemliydi. Tüm mahalle gelen haberi merak eder, dedikodusu yapılırdı: Kız biliyor musun Hayri Bey bugün karısını telefona çağırdı? Ne olduğunu doğrusu çok merak ediyorum. Şimdi herkesin cebinde birkaç telefon var. Ama telefon kültürümüz hâlâ oluşmuş değil, maalesef. Olur olmaz yerlerde telefon serenadı başlıyor.

Eskiden camide cemaatle kıldığımız namazlarımıza huzur ve huşu hâkimdi. Cep telefonu yaygınlaştı yaygınlaşalı huzur içinde namaz kılamaz olduk. Secde namazın en huzurlu anıdır, telefon melodileri o huzur anını da param parça etti. Bu yüzden sohbetlerin bile tadı-tuzu kaçtı: Rahatça bir konferans dinleyemiyoruz. En can alıcı yerinde telefonlar çalmaya başlıyor. Ya da dinleyicilerden birkaçı, hatibin gözünün önünde pervasızca telefonla oynuyor. Ne yapıyorsunuz dostum? Söylediğiniz güzel sözleri arkadaşlara twitliyorum! Hay twitin batsın! Ne kendin huzur buluyorsun, ne başkalarına huzur veriyorsun! Her teknolojinin bir kültürü vardır dostlar. Bize teknoloji geliyor, ama kültürü gelmiyor. Teknik ithal edilebiliyor, ama kültür ithal edilemiyor. O sadece içeriden oluşturulur çünkü. İşte bu yüzden bir telefon kültürü, bilgisayar kültürü oluşturamadık. Bilgisayarı bilgi için, telefonu iletişim için kullanmamamız bundandır.
Biz eskiden komşularımızla sık sık görüşür, dert ve neşe alışverişi yapardık. Bu yüzden hafifler, her derdi içimizde biriktirmek zorunda kalmaz, tabiatıyla depresyona girmezdik. Güvenilir komşularımız vardı. Komşuda pişer, bize de düşerdi. Tek başımıza üstesinden gelemediğimiz işleri komşu yardımıyla çabucak yapardık. Ne de olsa, Komşu komşunun külüne muhtaçtı. Komşu ziyaretlerinde geçen akşamlarımız doyumsuz sohbetlerle şenlenirdi. Komşumuzu yüzü asık görsek, Karadeniz’de gemilerin mi battı? diye sorar, Derdini demeyen derman bulamaz diye konuşmaya teşvik ederdik. Yüz yüze müthiş bir paylaşımımız vardı. Dolayısıyla daha mutlu, daha huzurluyduk. Şimdi komşularımızı tanımıyoruz bile, aynı apartmandan cenaze çıksa, haberimiz olmuyor. Acaba bu yüzden mi daha mutsuz, daha huzursuzuz dersiniz?
(Yavuz Bahadıroğlu, Nisan 2013)

27 Nisan 2013 Cumartesi

türkiyeye dev......

Türkiye’ye Dev Kazık

İçler acısı bir hikâyedir. Bugün yerli otomobil üretip üretemeyeceği tartışılan Türkiye, 1927 yılında uçak yapıyordu. Bu üretim, 1952 yılına kadar devam etti. Ayrıca, sadece üretilmekle kalmadı; Türkiye, Batılı pek çok ülkeye de uçak sattı. Sonra bir anda kesildi. Uçak üretimi yapılan binaların kapısına kilit vuruldu. Yoğurt ve peynir üretim tesislerine dönüştürüldü. Çünkü, Marshall Yardımı geldi! ABD, “Ben size zaten veriyorum, ne gereği var, üretmeyin” dedi. Bunu da kara kaşımıza, kara gözümüze hayran olduğu için yapmadı. Eski malı satmanın en iyi yolunun hibe olduğunu bildiğinden yaptı. Sonra da her verdiği malı Türkiye’nin hanesine borç olarak yazdı. Yetmedi, bitmedi, bu kadarla da kalmadı. Hem borçlandık, hem de yedek parçaydı, bakımdı, derken hibe edildiği söylenen o uçakları her 10 yılda bir yeniden satın aldık. Kelimenin tam anlamı ile iğfal edildik!
Marshall Yardımı oyununa gelmeseydik. Ekibimizi dağıtıp, tesislerimizi kapatmasaydık. Uçak üretimine devam etseydik. Acaba ne olurdu? Hiç şüphe yok ki çok farklı olurdu. Hem de pek çok insanımızın tahmin dahi edemeyeceği ölçüde farklı olurdu! Üstelik, bunu ben söylemiyorum; konunun uzmanları öyle diyor. Türk Hava Kurumu Başkanı Osman Yıldırım’ın yaptığı değerlendirme, hepimizi isyan ettirecek cinsten: Eğer yerli uçak üretimimiz kesintiye uğramasaydı, Türkiye uçak üretiminden vazgeçmeseydi ve doğru adımlar atsaydı, bugün dünya deviydik. Airbus ya da Boeing ayarında uçaklar, Skorsky ayarında da helikopterler üretiyorduk. Bu değerlendirme hiç de abartılı değil. Çünkü, ABD’nin 1980′li yıllarda yaptığı teknoloji harikası denilen Hayalet Uçakların ilk benzerini onlardan 40 yıl önce Türkkuşu’nda biz ürettik. Her türlü denemesini yaptık ve uçurduk.
Havacılık konusunda bugün de kötü durumda ve geri olduğumuz söylenemez. Üretim yapmasak bile bu konuda ciddi birikim ve kabiliyet kazandık. Hava Kuvvelerimizin Eskişehir’deki ikmal merkezinin motor bölümü, dünyada ilk üç arasında. F-16′lar dahil her türlü uçağın motor bakımları burada yapılabiliyor. Kazandığımız birikimi kullanabilsek, havacılık alanında önemli sıçramalar yapmamız işten bile değil. İşte bugün Türk Hava Kurumu bunu yapıyor. 100′ün üzerindeki uçak ve helikopterine 17 tane daha ekledi. Isparta’da Boeing ve Airbus uçakları için yeni bir bakım merkezi kurdu. Burası yakında Avrupa’nın uçak bakım merkezi haline gelecek. Boeing’le bir anlaşma yapıldı. Dünyanın ikinci pilot yetiştirme merkezi Dalaman’da kuruluyor. THK Havacılık ve Uzay Üniversitesi, İzmir ve İstanbul’da Hava Ulaştırma Fakültesi ve Pilotaj Eğitimi bölümleri açıyor. Ankara ve Çorlu’da helikopter bakım merkezleri oluşturuluyor. 2014′te de yerli uçak üretimimiz başlıyor.
Boeing’in yaptığı araştırmaya göre, önümüzdeki on yıllık sürede dünyada 450 bin pilot ile 1 milyon 200 bin teknisyen, kule ve kabin görevlisi ihtiyacı ortaya çıkacak. THK da bugün Havacılık ve Uzay Üniversitesi ile bu pastadan en büyük payı kapmaya hazırlanıyor. THK Başkanı Osman Yıldırım’ın hedefi: “Türkiye’yi, Dünyanın havacılık eğitim ve bakım merkezlerinden biri haline getirmek.” Bu da milyonlarca dolar gelir ve binlerce istihdam imkanı demek. THK Başkanı Osman Yıldırım ile THK Havacılık ve Uzay Üniversitesi Rektörü Prof. Ünsal Ban, Türkiye’nin kaybettiği açığı kapatmaya çalışıyor. Sessiz, gürültüsüz; fakat büyük ve akılcı projelerin altına imza atıyor. Kutlamak lazım.
(Emin Pazarcı, Nisan 2013)

17 Nisan 2013 Çarşamba

NE SİHİRDİR NE KERAMET, "KÖFTELİ ÇORBA' DA" MARİFET !


NE SİHİRDİR NE KERAMET, "KÖFTELİ ÇORBA' DA" MARİFET !

NE SİHİRDİR NE KERAMET, "KÖFTELİ ÇORBA' DA" MARİFET !

Kadiri Tarikatı'nı Türkleştiren Eşrefzade Rumi'nin hatırasını yüzyıllardır yaşatıyorlar.Tarikatları sadece kıyafetleri ve başlıkları ayırmıyor. Her tarikatın kendine mahsus yemeği de var. Erbain helvası, Safer aşı, limon ve karadut peltesi bu yiyecekler arasında. Kadiri tarikatının Eşrefi kolunun özel yemeği ise “köfteli çorba.” Küçük köftelerin, bol maydanozlu ve pirinçli suya katılarak hazırlandığı çorba Eşrefzade Rumi’nin, aşk yoluna girişinin sembolü.

“Kalbe giden yol mideden geçermiş” sözü aşkı, âşık ile mâşuk arasındaki ilişkiyi anlatır. Sözün gelişinden de anlaşılacağı üzere bu aşk, insanidir. Ancak yemek sadece “cismani” âşıklar için değil, kalbiyle yaşayan dervişler için de son derece önemli bir kültür. Öyle ki dervişler yediklerinin vücutlarında “nur” olacağına inanır, kendileriyle birlikte insan-ı kâmil olacağını düşünürlerdi. Yüzlerce yıllık tasavvuf tarihinde tarikatların kendileriyle özdeşleşen yemekleri, yiyecekleri de oldu.
NE SİHİRDİR NE KERAMET, "KÖFTELİ ÇORBA' DA" MARİFET !

Kadirihane’de pişirilen aşure, erbain helvası, Merkez Efendi Tekkesi’nde hazırlanan limon, portakal ve karadut pelteleri dervişler arasında çok meşhurdu. Cerrahi Asitanesi’ndeki Safer aşı, kurban kavurması, Mevlevihaneler’de hazırlanan “kavurma lokması” hemen akla gelen en önemli yemekler.
Kuşkusuz bu yemek kültürü içinde en ilginç öyküye sahip olanlardan biri de “köfteli çorba.” Kadiriliğin Eşrefiyye kolunun törenlerinde yapılan bu çorba, on dördüncü-on beşinci yüzyıllarda gerçekleştiğine inanılan bir olayın anısını yaşatıyor. Ünlü mutasavvıf Eşrefoğlu Rumi’nin aşk yolculuğuna çıkışının tarihine uzanıyoruz…
ÇAMUR KÖFTEYE DÖNÜŞTÜ
Çorbanın öyküsü ile halk arasında Eşrefoğlu Rumi olarak bilinen Abdullah Rumi’nin öyküsü iç içe geçmiş. O yüzden Mısırlı bir aileye mensup Abdullah Rumi’yi tanımadan çorbayı anlamaya, onun öyküsünü dinlemeye imkân yok. Adından ziyade lâkabıyla tanınan Abdullah Rumi’nin babası “Eşref” isimli, devrinin önemli bir şairiydi. Bu yüzden kendisi de önemli bir mutasavvıf ve halk şairi olmasına rağmen babasının adına izafe ederek “Eşrefzade” mahlasını kullandı.
Eğitimine medresede başlayan Eşrefoğlu Rumi, başarılarından dolayı danişmentlik (asistanlık) seviyesine yükseldi. Klasik din ilimlerinin teoride kaldığını, hayatın pratiğinde söz sahibi olmadığını görünce tasavvufa merak sardı. Fıkıh, kelam, hadis kitaplarının yanında döneminin ünlü mutasavvıflarının da kitaplarını okumaya başladı. Bir taraftan da farklı tarikatların sohbet toplantılarına katılıyordu.
Bir gün, sabahın erken saatlerinde Bursa’da Çelebi Mehmed Han Medresesi etrafında dolaşırken, tanınmış mutasavvıflardan Abdal Mehmet Efendi’ye uğradı. İnanışa göre bu sırada içinden “tasavvuftaki nasibim ne olacaksa bugün görünsün” diye geçiriyordu.
Eşrefzade’nin kalbinden geçirdikleri Abdal Mehmet’e “mâlum” oldu. Abdal bir anda Eşrefzade’ye dönerek, “Danişment var git bize bir köfteli çorba getir” diye emretti. Bunun üzerine Eşrefoğlu Rumi, Abdal Mehmet’in isteğini yerine getirmek üzere çarşıya gitti. Ancak tüm aramalarına rağmen “köfteli çorba” bulamadı. O gün için aşhanelerde bulduğu yegâne şey sade çorba olmuştu. Abdal Mehmet’in huzuruna eli boş dönmemek için de, bulduğu bir tas çorbayı aldı.
Abdal Mehmet’in derdi elbette “köfteli çorba” içmek değildi. Bir lokmayla bir gün geçiren, dünyadan geçmiş bir mutasavvıfın gönlüne çorbanın izi hiç düşmemişti. O, Eşrefoğlu Rumi’yi teslim almak istiyordu. Bunun için de “köfteli çorba”yı kullanmıştı.
Abdal Mehmet, önüne getirilen çorbadan bir kaşık alınca, içinde köfte olmadığını anladı. Sevecen bakışlarla yüzünü Eşrefzade Rumi’ye döndü; “danişment hani bunun köfteleri diye” sordu. Saygı duyduğu Abdal Mehmet’in isteğini yerine getiremeyen Eşrefzade ise büyük bir mahcubiyet içindeydi; “Efendim bugün çorbanın köftelisi bitmiş. İnşallah yarın köftelisini getireyim” dedi.
Bu cevaba hiç sesini çıkarmayan Abdal Mehmet Efendi, Eşrefzade’nin şaşkın bakışları arasında yanında duran çamurdan bir avuç aldı. Çamuru köfte gibi küçük parçalara ayırıp, çorbanın içine attı. Kaşığıyla karıştırdıktan sonra çorbayı Eşrefzade’ye uzattı ve “Ye bunu” dedi. Eşrefzade çorbaya kaşığını daldırdığında, Abdal Mehmet’in attığı küçük çamur parçalarının köfteye dönüşmüş olduğunu gördü.
Abdal Mehmet, Eşrefzade’yi sınamıştı. Büyük bir teslimiyetle sınavı geçen Eşrefzade Rumi’yi asıl şok eden ise Abdal Mehmet’in tekkeye gelmeden önce aklından geçenleri bilmesiydi. Abdal Mehmet, “Sen tasavvuf yoluna girmeyeceksin de kim girecek” sözüyle Eşrefzade Rumi’ye dervişlik yolunu açtı.
Eşrefzade yıllar sonra İznik’te şeyh olduğunda hâlâ o günü hatırlıyor, “Ah o Abdal Mehmet’in verdiği cennet yemeği çorba” diyerek özlemini dışa vuruyordu. Kadiri tarikatının Eşrefi kolu, bu olayı unutmamıştı. Her yıl Bursa’daki tekkelerinde Kurban ve Ramazan Bayramı’nın ikinci günleri büyük bir törenle “köfteli çorba” pişirildi. Bu gelenek, hiç kesintisiz yüzyıllarca sürdü, günümüze kadar ulaştı. Cumhuriyet’in ilanından sonra dergâh ve tekkelerin kapatılmasının ardından bir süre törenlere ara verilse de, dar bir çevrede Abdullah Rumi’nin Eşrefzade’ye dönüşünün başlangıcı olan bu gün hiç unutulmadan yâd edildi.
TEKKE’DE HER ŞEY SEREMONİYDİ
Eşrefiler’in, Bursa’daki en önemli tekkelerinden olan Numâniye Dergâhı’nın son postnişini Mehmet Safiyeddin Efendi (ölümü 29 Aralık 1950) bu anâne hakkında Asaf Halet Çelebi’ ye ayrıntılı bilgiler vermişti. Bu merasimin tüm ayrıntılarını A. Halet Çelebi ile birlikte kaleme almışlardı:
“Ramazan ve Kurban bayramlarının ikinci günleri Bursa’daki Numâniye Dergâhı’nın meydanında ‘sabah namazı’ dervişlerle kılınır. Ve sabahları devamlı okunan dualar anlamına gelen, sabah usulü bilinen Kadiri evrâdının okunması ile devam ederdi. Daha sonra kelime-i tevhid zikri ve bazı diğer isimler zikr edilir ve gülbank ile meydandaki merasim biterdi. Daha sonra tekkelerin yemek odası anlamına gelen ‘somathâne’ye geçilir. Büyük bir oda olan somathânede “on iki imamı” temsil eden on iki kişilik, on iki adet masa etrafında toplanılırdı. Dervişler sofra başında ‘niyaz vaziyeti’ olarak ifade edilen, yani elleri göğüste kavuşturarak ve ayakları başparmakları birbirinin üstüne gelecek şekilde mühürleyerek beklerdi. ‘Allah Allah’ sesleri arasında tekke şeyhinin bir gülbank okuması ve sonunda ‘gelin ey canlar bu çorbayı nûş idelim’ sözleriyle bu sofra merasimi sona erer ve sofraya oturulurdu.
“Genellikle taze dana etinden yapılan bu köfteler bol maydanozlu pirinç çorbasının içine atılır ve birkaç dilim ekmek ile tekke ağzıyla cümbüşlenirdi. Tekkenin büyüklerine Fatihalar ve dualarla merasim sona erer ve tekkenin avlusuna çıkılırdı. Tekke bahçesinde tekkenin kurucusu olan Numan Efendi hazretlerinin kabrinin başında ‘Ayet-el Kürsi’ okunur ve daha sonra tekkeden toplu halde dışarı çıkılırdı.
“Bursa’da eskiden ‘Yeniyol’ şimdi ‘İnönü Caddesi’ denilen yoldan Deveciler Mezarlığı yakınlarına gidilirdi. Deveciler Mezarlığı, o dönemde Bursa’nın büyüklerinin yattığı bir mezarlık iken 1940’lı yıllarda yol genişletmesinde yok olmuş ve hatta sanat değeri çok yüksek olan mezartaşları kırılmıştır. Süheyl Ünver gibi birçok sanat tarihçimizin ilgi odağı olan bu mezarlık yakınında ‘köfteli çorba’nın sebebi olan Abdal Mehmet yatmakta idi. Dervişler Abdal Mehmet’in zaviye ve türbesini ziyaret ederek tekrar oradan ayrılırlardı. Diğer bir Eşrefi tekkesi olan ‘İncirli Tekkesi’ dervişleri ile şehrin kıyısında buluşan bu topluluk, Eşrefi büyüklerine Fatihalar okurlardı. Eşrefoğlu’nun ilk manevi hocası kabul edilen Emir Sultan’ın o zamanki şeyhi ile burada buluşulur ve Emir Sultan zaviyesine gidilirdi. ‘Gerçek âşıklara salâ denildi, Emir Sultan ne hoş canlarmış’ ilahisi ile şeyhler birbiriyle geleneksel şekilde selamlaşırlardı. Oturarak yapılan bir zikir ayininden sonra ‘Eşrefi usulüne’ göre ayağa kalkılır ve ‘Cem olmuş dervişleri Sultan Eşrefzade’nin’ cumhur ilahisi ile devran meclisi Eşrefi şeyhine verilirdi. Yapılan Eşrefi usulündeki devran zikrinden sonra meclis sona ererdi. Postnişinlerin yaptıkları selamlaşmadan sonra tüm dervişler selamlaşır ve aynı yolla tekkeye dönülürdü.”

MURAT ÖZER.

12 Nisan 2013 Cuma

üç cazibeli tuzak


Üç Cazibeli Tuzak

Tarih: Apr 12 2013
New York Times’ın Pulitzer ödüllü muhabiri Michael Moss, dev gıda firmalarının cazibenin 3 anahtarı dedikleri şeker, yağ ve tuzu kullanarak sağlığımızla oynadığını yazdı. Obezite ve kalp krizi gibi tehditlere rağmen para hırsıyla hareket eden firmaların tüm sırları açığa çıktı. 1999 yılında ABD’nin Minneapolis kentindeki Pillsbury şirketinin merkezinde yıllık ciro toplamları 280 milyar dolara ulaşan 11 dev gıda firmasının CEO’ları bir araya geldi. Kimler yoktu ki. Nestle, Kraft, Procter & Gamble, Coca Cola, Cargill’in en üst düzey isimleri. Bu rakip 11 adamı 31’inci kattaki gizli toplantıda bir araya getiren sebep ise o dönemde yeni ortaya çıkmaya başlayan obezite tehlikesiydi.
Michael Moss
Kraft’ın başkan yardımcısı Powerpoint sunumunu perdeye yansıttı. Rakamlar vahimdi. ABD nüfusunun yüzde 50’sinden fazlasının aşırı kilolu olduğu, yüzde 25’inin obez olarak nitelendiği, aşırı kilolu çocukların oranının 1980’den sonra 2 kat arttığı belirtiliyordu. Harvard Üniversitesi, Amerikan Salgın Hastalıkları Önleme Merkezi, Amerikan Kalp Hastalıkları Birliği, Kanser Topluluğu gibi prestijli kurumlar obezite salgınından gıda firmalarını sorumlu tutuyordu. Yale Üniversitesi’nden Prof Kelly Brownell, ‘Sigara şirketlerininönceki yıllarda çocukları sigaraya alıştırmak için yaptıklarını şimdi gıda firmaları yapıyor’ diyordu. Obezitenin azmasından sorumlu tutulan gıda firmalarının sigara şirketleri gibi yüzmilyonlarca dolar tazminat ödeyebilecekleri öngörülüyordu. Kraft yöneticisi, ‘Sigara firmalarına tazminat davaları açan avukatların şimdi de gıda firmalarını obezite ile vurmak için hazırlanıyor’ dedi. Obezite krizinde kendilerinin de çözümün parçası olmaları gerektiğini söyledi. Ancak bu gizli toplantı uzlaşma sağlanmadan bitti.
Moss’un büyük gıda firmalarından ya direkt ya da itirafçı eski çalışanlardan edindiği bilgilerle yazdığı kitaba göre gıda firmaları çok bariz bir tezle hareket ediyor ve bunu da paraya çevirmeyi başarıyor: Hiçbirimiz besin değerine bakarak alışveriş yapmıyoruz. Bizim için önemli olan ağzımızdaki tat. Tat duyusu söz konusu olduğunda da insanoğlunun en hassas olduğu temel maddelerden başlıcası: Şeker. Gıda devlerinin laboratuvarlarında birçok araştırma yapılıyor. En çok araştırılansa şeker. Beyin MR’ları şekerin beyinde kokaine benzer etki yarattığını gösteriyor. Dilimizdeki 10 binden fazla tat alma dokusu şeker için tam anlamıyla çıldırıyor.‘Ben çayımı kahvemi şekersiz içiyorum demeyin. Gıda firmaları her gün size fark ettirmeden ortalama 22 çay kaşığı şeker tükettiriyor. Şeker için her insanda yaşa göre bir keyif noktası var. Her ürün için bu Keyif Noktası’nı bulmak ise Harvard Üniversitesi’nde Matematikçi olan Howard Moskowitz’e düşüyor. Gıda devleri yeni bir ürünü satışa çıkarmadan önce onun kapısını çalıyor. Şubat ayında ABD’de piyasaya çıkan kitap tam 50 gündür dünyanın en büyük sanal kitap mağazası Amazon’un en çok satanlar listesinde. ABD’de referans kabul edilen New York Times en çok satanlar listesi’nde de 1 numaraya çıktı.
(Uğur Koçbaş, Nisan 2013)

10 Nisan 2013 Çarşamba

futbol


  1. Nevzat Tarhan'la futbol üzerine...

    Soru: Varoşta takım tutmayı anlayabiliriz ama mesela beş dil bilen beyin cerrahının fanatiklik düzeyinde taraftar olmasını nasıl açıklayacağız?

    Spartacus dizisinden anlatayım. Roma’nın efendileri, gladyatörleri ölümüne dövüştürerek rekabet duygularını tatmin ediyorlardı. Bu kanlı savaşın modern bir versiyonunu seyrediyoruz biz bugün. İnsandaki rekabet duygusunu...n daha insancıl bir hale getirilmiş şekli. Eski zamanlarda bu duygular daha ilkel olduğundan gol atma duygusunu aslanlara parçalatma olarak yaşıyorlardı. Futbol, insanlarda aynı zamanda kabul edilebilir bir öfkenin yaşandığı alan. Beş dil de bilse, bir şeylere karşı öfkesini ifade etmek, birilerine küfretmek istiyor!

    Soru: Futboldan öfke kaldırılamaz mı?

    İnsanda üç temel dürtü var: saldırganlık, cinsellik ve kazanma. Futbolda bunların hepsi var. Öfke duygusunu yok etmeye çalışmak insanın psikolojik ve biyolojik doğasına aykırı. Bugün bütün öfkeli insanları yok etseniz, bir süre sonra yeni öfkeli insanlar ortaya çıkacaktır. Cinselliği yok etmeye çalışmak gibi bir şey bu. Öfke, insanın genetiğinde kodlanmış. Yalnız burada şu var, insan medenileştikçe öfkesini daha hukuki şekillerde ifade etmeye başlayabiliyor, öfkesini erteleyebiliyor ve bunu daha meşru alanlara taşıyabiliyor. İnsanı insan yapan şeyin alet kullanması olduğu söylenir hep, oysa medenileşmenin işareti çit örmesidir. Kendi alanıyla başkasının sınırlarını tanımlamasıdır. Hukuk da böyle başlamıştır zaten. Benim çıkarım, senin çıkarın; benim isteğim, senin isteğin… Diğer hayvanlarda bu genetik olarak kodlanmış, misal köpek idrarıyla işaret eder. İnsan ise hayali sınırlarına saldırı hissettiğinde öfkeleniyor, bu yüzden diyalogdan başka çaresi yok. Son iki yüzyıl içinde insan konuşarak öfkesini, cinselliği ifade edebilmeyi başardı. Öfke olmasın demek, bu saiklerden dolayı, imkânsız. Güneş doğmasın demeye benziyor. Öfkeyi nasıl kanalize edeceğimiz önemli.

2 Nisan 2013 Salı

NEFES


  1. Rivayete göre insanda 24 saatte 24 bin nefes vardır. Her nefesi alıp verişlerinde insanoğlu müslüman olsun olmasın, her gün 24 saatte 24 bin defa “Hû” çeker ama o çektiği “Hû”dan gafildir. Çünkü dinini iyi bilmediğinden dolayı bilmediğine düşmanlık etmektedir.
    İnsanın, her nefesi son nefestir. Bir nefes, insana ömründe bir kerre gelir. İkinci defa gelen nefes, başka nefestir.Bunlar, tesbih gibi bi...rbiri ardınca dizilmiştir. Bu nefesler üzerine memur olan melek, her nefes insandan ne hal üzere çıkarsa, mühürler ve saklar. Rûzi cezada, meydana çıkarılarak mühürü açılınca, ne hal ile mühürlenmişse, o hal ve kıyafetle zuhur eder.
    “Bir kimse, erginlik çağına girdikten sonra, ölünceye kadar kaç nefes alıp vermişse, her nefesten sırasına göre on beş kerre sual eder.” buyuruldu.[12]
    Aziz değerli ruh kardeşim! Sakın nefeslerinden gafil olup zarar ve ziyana uğrama. Nefeslerinin her birini bir inci mercan gibi bil, değerlendirmeye gayret et. Bir günde 24 saat vardır ve 24 bin de nefes vardır. Her nefes bir kitap ve bir dosyadır. Bir gün içerisindeki nefes kitaplarının sayısı da 24 bindir. Her kitabın içerisinde de 15 hesap vardır. Bu sebeple 24 bin nefeste her nefesi 15 ile çarparak hesap edersek bir günde Cenabı Hakk (CC) kullarına 360 bin defa hesap soracaktır. Bu hesaplar, nefes, kitap ve dosyaları kıyamet günü tek bir kitapta toplanarak, Cenabı Hakk (CC): “Al kitabını oku!” buyuracağı gün o kitapla sunulacaktır.[13] Çünkü bu nefesler bir daha geri gelmez bilmiş olasın...