29 Kasım 2012 Perşembe

kapı(bab)


Geçilmez denilen Bizans'ı geçti, ama bir tahta kapıda tıkandı kaldı.

Sultan Fatih.. Istanbul’u fethinin ardından Vefa semtinde bulunan Ebul Vefa Hazretlerini ziyaret etmek, duasını almak ister.. Dergahın kapısını çalar, görevli genç kapıyı açar, bir bakar kapıda Sultan Fatih, büyük bir sevinçle koşar efendisine haber verir; “efendim” der, “Fatih Sultan Mehmet Han sizi ziyarete gelmişler kapıdalar”. Ebul Vefa Hazretleri şöyle cevap verir, “Söyleyin dönsünler, görüşemeyiz.” Görevli çocuk çok şaşırıyor ve efendisini ilk kez sorguluyor ; “ efendim cihan padişahı,
Istanbulu bizler için alan kıymetli sultanımızı nasıl geri çevireceğiz,
kırılırlar, üzülürler” diyor. Ebul Vefa Hazretleri; “ kırılmaz onlar, derhal
gidin ve buradan ayrılmasını söyleyin.” Görevli
çocuğun eli mahkum, gidiyor ve iletiyor. Rahmetli Fatih’in gözleri
yaşarıyor ve yanındaki görevliye şöyle söylüyor; “ Görüyormusun, Bizansın
surları aşılmaz dediler aştık, AMA BİR  DERVİŞİN TAHTA KAPISINDA KALDIK. Bak
geçemiyoruz, ordu mu getireceğiz? Almıyorlar işte.” Velhasıl, Fatih içeri giremedi
ve gözleri yaşlı bir şekilde geri döndü sarayına. Onlar gidince, görevli de
Ebul Vefa Hazretlerinin yanına geldi ve gördü ki Efendi de ağlıyor. Görevli
çocuk dayanamadı; “ efendim dedi müsade buyurun artık soracağım, ağlayarak
gitti sultan, hiç olmazsa iki dakika oturup bir şerbet ikram edemezmiydik? ”
Ebul Vefa Hazretleri şöyle cevap verdi;  “Oğlum, o eğer buraya bir defa gelir ve bu zevki alırsa, tahtı tacı bırakır ve buradan ayrılmaz. 
O gaza askeridir biz dua askeriyiz, o orada lazım biz burada...
Ben ona git demedim ayrılık olmayan yere randevu verdim. Kavuşmak dediğin sonsuz olandır, o da ahirete mahsustur.” Bunun yanında;  “Bizim burada
dergahımızı görür, manevi halimizi teneffüs ederse korkarım her türlü yardımı bize
yapar ve diğer Müslüman kardeşlerimizi ihmal eder, bu yüzden böyle karar verdim”
der.


Necip Fazıl Kısakürek üstadın, altta paylaştığım mısraları size de bir şeyler ifade etmiyor mu?

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalık boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan klavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berhava;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O'nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!


N.F.K


        Bu devirde bir  Ebul Vefa Bulmak epey zor... Onun misyonunu
taşıyanlar onun kadar toleranslı değiller, merhametli değiller, güleryüzlü
değiller, affedici değiller..Biz aramakten yine de vazgeçmeyelim, zira "Aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır" demiş eskiler.. Hz.Muhammed
dahi kendi öz kızına mahşerde yardım edemiyorken, bizler kimseye bel
bağlamadan, sorunlarda, sıkıntılarda suçu başka yerlerde arayacağımıza
kendimizi defalarca muhasebe etmeli, gözlerimizi daima içimize çevirmeliyiz...

bu aşk bir bahr-i ummandır
buna hadd ü kenar olmaz
delilim sırr-ı kur’andır
bunu bilene de ar olmaz

süre geldik ezeliden
pirim muhammed ali’den
şerab-ı la-yezaliden
içenlerde humar olmaz

eğer aşık isen yare
sakın aldanma ağyare
düş ibrahim gibi nare
bu gülşende yanar olmaz

kıyamazsan başa ü cana
uzak dur girme meydana
bu meydanda nice başlar
kesilir hiç sorar olmaz

hakk ile hak olanlara
kendi özün bilenlere
dost yolunda ölenlere
kan bahası dinar olmaz.

bak şu mansur’un işine
halkı üşürmüş başına
enel hakk’ın firaşına
düşenlere timar olmaz

seyfullah sözünde mesttir
şeyhinden aldığı desttir

divane-ra kalem nist'dir
ne söylese kanar olmaz.

seyyit seyfullah..

27 Kasım 2012 Salı

oldum diyen solmuştur



Bugün Âdemoğlu, mağdûr olarak indirildiği yeryüzünde hiç olmadığı kadar mağrûr. Zor zamânını yaşıyoruz artık dünyânın, âhir zamânını. İnsânın insânlığını ne oranda muhâfaza ediyor olduğu koca bir muammâ oluverdi birden! Bu hengâmeler içerisinde insân kendi imtihânını nasıl oynayacak?
İnsân, yapısı gereği zayıf! Hele ortam büsbütün yozlaşınca daha da zayıflıyor zayıflığı! Kendisini “zamânın rûhu”na uydurup hiç farkında oluvermeksizin duyarsızlaşıyor, deformasyona uğruyor. Ortamın havasına göre bukalemunvârî tavırlar içerisinde renkten renge bürünüveriyor. Niye mi? Dedik ya: insân zayıf…
En önce kaybettiği şey ise “tevâzu”. Mütevâzi olmayı nedense insânın fıtratı oldum olası kabûllenemiyor. En önce mütevâzilik derisinden sıyrılıp çıkıveriyor fırsatını bulur bulmaz. Sonra ise azıyor! “Muhakkak ki insân kendini müstağnî gördüğü zamân azar” (Alâk; 6,7) diyor Qur’ân. Kendini müstağnî görmek ne demek? “Ben kendi kendime yeterim” dediği zamân insân, kendini müstağnî görmüş demektir. Öyle ya, “oldum diyen solmuştur”. Esâs mes’ele tevâzuda…
Tevâzu fevk’âlâde ehemmiyyetli. Niye mi? Rasûlullah [sallallahu aleyhi vesellem], İmam Muslim’in naqlettiği bir hadîste buyuruyor ki: “Muhakkak ki Allah bana mütevâzi olmamı emretti/vahyetti” (ve innallahe evhâ ileyye et-tevâde’û). İnsân, tevâzuyu elden bırakınca, aslında insânlığını elden bırakıyor. Elvedâ diyor bütün güzel hasletlerine. Yerine mağrûr, kendini beğenmiş bir tip oluveriyor. Tekebbürlük taslayıp kendini yükseklerde görüyor! Hâlbuki insân tevâzu ile kanatlanır, uçar yükseklere!
Hadîs “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittirler” diyor. Öyleyse nedir birinin diğerinden üstünlüğü? “Allah katında en hayırlınız, taqvâca en üstün olanınızdır” (İnne ekremekum, indallahi etqaakum). Formülasyonu bu Qur’ân’ın. İnsâna maddiyyât üzerinden değer biçmiyor. Onu rûhu ile tanımlayıp taqvâ ile “değer”lendiriyor. Ne müdhiş bir mânâ idrâki!
Bu gün nedense daha bir zor mütevâzi olabilmek! Televizyonlar, kapitalizm denilen sahte sistem ve dahi yaşamaya alıştığımız bugünkü hayâtımız bize hep daha fazlasını istememizi telkîn ediyor. Hep daha fazla, hep daha fazla! Alçaklarda olanlara değil, yükseklerde olanlara bakmamız istenmiyor mu? “Yakala apar, tut kopar, seni kim tutar” demiyor mu kişisel gelişim kitâbları? Hep bencilliği/egoizmi pompalamıyor mu rûhlarımıza?
Televizyon, bugün tıkır tıkır işleyen sistemin en önemli aracı. “Televizyon, hayâtı geliştirmaz, yaşanılamayan hayâtların yerine sahtelerini sunar” diyordu ya hani Cemîl Meriç. Aynen öyle işte. İnsânlar tv’de buluyorlar hulyâlarını. Hulyâlarda yaşıyorlar, hep daha fazlasını istiyorlar, bir türlü hâllerinden memnûn olmuyorlar…
Jeeplere binmek, havuzlu villalarda yaşamak herkesin arzusu. Hâlbuki Picasso’nun vicdânının dillendirdiği “Çok para ile bir faqîr gibi yaşamak istiyorum” (I would like to live like a poor man with lots of money) feryâdı, bugün kimselerin umûrunda değil!
Hz. ‘Alî’nin deyimiyle “insânlardan bir insân olmak” olmalı insânın insânlık formülü. Yapılan bir araştırma dünyâda 1 milyar insânın aç olduğunu gösteriyor, diğer bir araştırma ise (sâdece) üç yüz küsûr zenginin dünyâdaki malların yarısına sâhib olduğunu! “Beşerin adli masal” diyen Âkif’in terennümü tecessüm etmiş demek ki! İşte insânın adâleti. İşte azgınlığın sonucu!
Herkesin “lüks” bir hayât yaşamasını temennî etmek elbette bir ütopya, bir balon. “Balonların gurûru iğnelerle karşılaşana kadardır” diyor Selâhaddîn Şimşek. İyisi mi biz iğneyi elimize alalım. Dünyâdaki herkesin “lüks” bir hayât sürmesini temennî etmek demek, dünyâ kaynaklarının iki kat daha fazla sömürülmesi demek oluyor! Buna da yaşlı dünyâmızın cevâb veremeyeceğini söylüyor bilim adamları! Demek ki herkes “lüküs” bir hayât yaşayamaz. Öyleyse kendimizi frenlemeli değil miyiz?
Tüketim çılgını, kendini bilmez, başkalarını ise hiç düşünmez bir insân tahayyül edilebilir mi? Edilemez elbette; ama bugün hayâl edilemez olan bu tip insânlarla dolu dünyâmız! “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna / Umûrunda mı dünyâ” diyordu ya şâir, işte böyle bir insân sürüsü…
Hulâsâ; bugün, haddini aşan, kazandıkça kendisini kaybeden, kural tanımayan, mazlûmu unutan, hep daha zengin olmayı, daha çok kazanmayı düşünen, hep daha fazlasını isteyen, hiç tatmin olmayan bir insânlığın pençesindeyiz. Soru ise şu: Müslümanlar için bu tip bir hayâtı yaşamak “meşrû” olarak addedilebilir mi?
Oğlu, Abdurrahmân b. Avf’ın önüne iki çeşit yemek getirince Abdurrahmân b. Avf ağlamaya başlar ve oğlunun, sebebini sorması üzerine “Korkuyorum” der: “Mus’ab benden daha hayırlıydı, fakat onu gömmek için bulduğumuz kefen bir yarısını kapattı, vücûdunun diğer yarısı açık kaldı. Hamzâ benden daha hayırlıydı, fakat Uhud’da onu kefensiz olarak gömdük. Korkuyorum oğlum! Acaba yaptıklarımızın karşılığını Allah bize dünyâda mı veriyor?” Faqîr de Abdurrahmân b. Avf’ın korktuğu şeyin aynından korkmakta! Ya siz?
alıntıA 

23 Kasım 2012 Cuma

insanların tembelleşmesi


İnsanların tembelleşmesi, lüks ve eğlencenin yüceltilmesi, görev ve sorumluluk duygusunda azalma olması, israfın, aç gözlülük ve doyumsuzluğun yaygınlaşması, sosyal ilişkilerde saygının ve empatinin değerini yitirmesi, bencilliğin teşvik edilmesi sonucu toplum da bazı değerler geriler.
Sevgi, saygı, güven, merhamet ve sorumluluk değerleri zarar görür.
Halkın düzene sevgi ve güveninin zayıflaması ile birlikte toplumda adalet ve dürüstlük duygusunun gerilemesi sonucu gelir dağılımının bozulması ortaya çıkar.
Ahlaksız ticaret,
İlkesiz politika,
Faydasız ilim,
Emeksiz zenginlik,
Vicdansız haz ve
Çilesiz dindarlık varsa “hedonizm, egoizm ve komfortizm” sosyal hastalıkları bu değerleri bozmuş demektir. 
                                    Nevzat Tarhan

21 Kasım 2012 Çarşamba

hayali bey


Hayâlî Bey – Zâtî

Kanûnî merhûm zamanının şâirlerinden olan Vardar – Yeniceli Hayâlî Bey muhteşem bir şairdir doğrusu. Muhtemelen lâtife olsun diye şair Zâtî için “şiiri görse yenecek bir şey zanneder” demiş ise de O’nun bir âbide değerindeki gazeline yaptığı tahmisten anlaşılıyor ki aslında Zâtî, Hayâlî Bey’in çok takdir ettiği bir ustadır. Zira şair tahmis yapmak için ancak beğendiği şairin manzumesini tercih eder.
Bu arada; tahmis beşleme demektir. Seçilen beytin veya beyitlerin üzerine aynı vezinde ve tabiî aynı ma’nâ ikliminde üç mısra ilâve etmek suretiyle yapılır. Güzellikte aşağıda kalmamalıdır elbette ve o yüzden hayli zor bir iş olduğu anlaşılıyor. İki ustanın san’atını birlikte yansıttığı için de pek bir lezzetlidir doğrusu.
Zâtî merhumdan ve Hayâlî Bey’den birer örnek beyt sunduktan sonra adı geçen tahmise geçelim izninizle.
Menzil-i tîr-i duâ-veş mâverâ-yı nüh siper
Kadrinin Arş-ı muallâdan muallâ pâyesi – Zâtî
Tîr : Ok
…veş : … gibi
Mâverâ : Öte
Nüh : Dokuz
Muallâ : Yüce
[Dua okunun menzili (ulaşacağı yer) dokuz kat göklerden daha ötedir ve duanın kıymeti yüce Arş’tan da yücedir.]
Dokuz kat gök ibaresi, Usûlî’yi hatırlattı bu arada. Onüç beyitli muhteşem gazelinin bir beytinde diyor ki:
Bu dokuz kubbe vü şeş sû içinde geldin ü gittin
Ne geldiğin kapı zâhir ne gittiğin memer peydâ
[Ey Âdemoğlu! Dokuz katlı gök kubbe altında ve altı cihet içinde (ön, arka, sağ, sol, yukarısı ve aşağısı) geldin ve gittin; ne geldiğin kapı, ne gittiğin yol belli.]
Mehabbet mihri tâbından vücûdün mahv kılmış yok
Ararsan gülşen-i dehri benimle jâleden gayrı – Hayâlî Bey
Bazı beytler vardır. Ağlatır. Bu onlardan benim için. Buracıkta şöyle bir açıklama yapmamı mazur görürseniz eğer; böylesine hislenmemin üç sebebi olduğunu söylemek istiyorum. Biri vezni fark etmek. Bu beyt en çok etkilendiğim vezinlerden ‘dört MEFÂÎLÜN’ üzere tertip edilmiş. İkinci bir sebep ma’nâ üzerinde biraz meşgul olmam. Üçüncüsü de sevgiye dair bir esintiye marûz kalmak diyeyim.
Vezinle ilgili kaydettiğim husus, pek de tarzım değil. Çünkü şiirin tekniğine dair konuşmak, yazmak bana hep; işkembe çorbasının yapılışını seyretmek gibi gelir. Sonuç malûm; içmesini sevseniz bile yapılırken seyrederseniz iştahınız kaçar. Yani ben işin tadı ile ilgiliyim, nasıl yapıldığı ile değil. ama merak eden olursa şunu da kaydedeyim de vicdanım rahatlasın:
Aruz veznini öğrenmek çok zor gibi gelir çoğumuza. Sebebi de gayet açık. Mektepli yıllarımızda çok az istisna dışında, konuyu sevmeyen ve / veya bilmeyen öğretmenler elinde metazori öğrenmek zorunda bırakılmamız. Oysa, aruzu öğrenmek dediğiniz şey yıllara veya aylara değil, birkaç saate sığabilecek kadar kolay bir iştir. (Bakınız; Mehmet Nuri Parmaksız)
İkinci söylediğim husus, kelimelerin rehberliği, o kadar. Kelimelere iyi davranırsanız, onların size vereceği çok şey var.
Müsaadenizle üçüncüsü hakkında ne diyebilir insan?
Bir gün olursan iki gözüm sen de aşka yâr
Bu mâcerâyı ben o zaman söylerim sana – Ş. Gâlib
Neyse;
Beytimize dönelim:
[Aşk güneşinin parlaklığı karşısında varlığından sıyrılmak esastır (fani olmak). Sevgi aşırı olunca, seven yok olur, yalnız sevilen kalır. Bu hususta, zaman bahçesine bakınca göreceksiniz ki, bir ben varım bir de jâle…]
Peki nedir jâle? Çiy damlası. Yani ne denilmek istenmiştir. Galiba şu: güneş karşısında çiy damlasının buharlaşıp yok olması gibi, ben de varlığımdan sıyrıldım. Pes doğrusu!
Tabiî aşk ile yok olmak zımnîdir, mecâzîdir. Yok olan beden değil, irade. Sevgilinin (Allah) emir ve iradesine râm olmaktan başka arzu ve istek kalmaması kast edilen.
Başa dönelim ve tahmisten bir kıt’aya bakalım (hepsi beş kıt’a)
Gül güler gülşende sana ağlamak olmuş nasîb
Yoksa goncana rakîb-i hâr mı oldu karîb
Derde mi düştün ki dermân edemez ona tabîb
Ağlayıp feryâd edersin her nefes ey andelîb
Hâr ile hem-sâye olmuş verd-i handânın mı var
Yukarıda belirttiğimiz gibi ilk üç mısra Hayâlî Bey’in, son ikisi de Zâtî’nin.
Hâr : Diken
Karîb : Yakın
Andelîb : Bülbül
Hem-sâye : (Sâye, gölge demek.) Garip olacak ama hem-sâye, gölgedaş gibi bir şey demek.
Nasıl ki, hem-şehri aynı şehirden olanlar demek; hem-sâye de gölgenin aynı olması, üst üste gelmesi, gölgenin gölge üzerine düşmesi. Gül ile dikenin pozisyonlarını hatırlayalım. İkisinin gölgesi, üst üste olduklarından birbiri üzerine düşer ve ayırt edilemez. Zavallı bülbül can düşmanı, rakibi olan dikenin sevgilkisine böylesine yakın olmasının kahrı içindedir.
Verd : Gül
Handân : Gülen
[Ey bülbül! Gül hep gülüyor ve sen hep ağlıyorsun. Yoksa goncana rakibin olan diken pek mi yakın? (şiirin tamamında olduğu üzere tecâhül-i ârifâne (=bilip bilmezden gelme vaziyeti) soruyor.) Hekimlerin çare bulamayacağı bir derde mi düştün yoksa? Hep ağlayıp inliyorsun, rakibin, sevgilinin tam dibinde mi; öylesine mi çaresizsin?]
[Sevgili Allah’dır ve en azılı düşman (rakîb) önce nefsimiz sonra şeytan; nefis amansız ve ahmaktır, şeytan da hiç dinlenmez.]
Bahs-i diğer : Düşmanını tanımamak en büyük bedbahtlıktır.

17 Necib Karakaya Varalım kuyı dilaraya Mevlid 2011 - Dailymotion video

17 Necib Karakaya Varalım kuyı dilaraya Mevlid 2011 - Dailymotion video


Varalım kûy–i dilârâya gönül hû diyerek
Kokalım güllerini gonca–i hoş–bû diyerek
Şerbet–i la’li hayali bizi öldürdü meded
Gidelim kûyuna yârin bir içim su diyerek

Beste: Münir Nûrettin Selçuk
Güfte: Sebkatî (I.Mahmut)
Makam: Hüseyni
Usûl: Aksak

ederim ben

EDERİM BEN
Derdim nice bir sinede pinhan ederim ben
Bir ah ile bu alemi viran ederim ben

Ah ile komam dilleri zülfünde huzura
Cemiyet-i ağyarı perişan ederim ben

Cemiyet-i ağyarı ger etmezse perişan
Çarh-ı feleği aksine gerdan ederim ben

Yar olmayıcak zehr-i sitemdir bana bade
Bilmem nice def-i gam-ı hicran ederim ben

Güya ki olur didelerim maden-i yakut
Her gah ki yad-ı leb-i canan ederim ben

Bu hal ile avarelik el verse bana ger
Baştan başa dünyayı gülistan ederim ben

Nefi gibi yarana dimem dahi nazire
Ya bu gazeli ziver-i divan ederim ben

20 Kasım 2012 Salı

Dunyanin en guzel enstrumental muzigi, goc

kurtulamayacaklar

‎"Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak,
Halbuki;
Biz sussak tarih susmayacak
Onlar sanıyorlar ki,
Bizden kurtulsalar mesele kalmayacak......

...Halbuki;
Bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar...
Vicdan azabından kurtulsalarTarihin azabından urtulamayacaklar.
Tarihin azabından kurtulsalar...
Tanrı'nın gazabından kurtulamayacaklar!"(Sezai Karakoç)

15 Kasım 2012 Perşembe

Ağlasa Aşık Bela-yı Hicr İle Nalan Olup - Hayati İnanç




 

Ağlasa âşık belâ-yı hicr ile nâlân olup

Gözlerinden akan anun yaş yerine kan olup

 (Aşık dediğin ayrılık ateşiyle ağlamalıdır, o derece ki gözlerinden yaş yerine kan akması gerekir.)

 Geh cefâ kûhı gubârından urunsa kisveti

 Geh belâ vadisini geşt eylese üryân olup

 (Aşık ya cefa dağının tozlarıyla giyinmelidir, ya da çölde giyinmeden dolaşmalıdır. İlk mısrada Ferhat’ın, ikinci mısrada ise Mecnun’un resmini çiziyor Fatih Sultan Mehmed)

 Her ne denlü cevrler görse vefâlar eylese

 Her ne denlü gülseler hâline ol giryân olup

 (Her ne kadar eziyet görse, istırab görse, herkes ona alay ederek gülse de aşığın vefası artmalı, aşık sadakattan ayrılmamalıdır.)

Râz-ı aşkı âşikâr etmeğe takat bulmasa

Sînesinde nâvek-i dil-dûzlar pinhân olup

(Aşkın sırrını açık etmek ayıbtır, zaten aşık da bunu yapmak istemez ama buna gücü yetmese bile sinesine yediği oklar sebebiyle rahat nefes  alıp onu da yapamamalı, istese de o sırrı verememeli.)

Dilberinden rahme er olmazsa ol dil-hasteye 

Kimseler derdine dermân edemez imkân olur

(Eğer sevgilisinden bir lutfa kavuşmazsa onu  hiçbir ilaç iyi edemez.) 

Gam beyabanına her gün eylese seyr ü sefer

 Her gece mihnet-serâ-yı firkate mihmân olup

(Aşığın hem gecesi hem gündüzü eziyet olursa kayda değer olur.)

Verseler mülki cihânın tac u taht-ı devletün

Avnî kûyun terkin etmez başına sultân olup

(Dünyanın tacını, tahtını, saltanatını tamamını bana  verseler ey sevgili, senin köyünün çevresini terk edip de o tacı başıma alıp bahtiyarlık taslamam.)

Avnî | Fatih Sultan Mehmet |

12 Kasım 2012 Pazartesi

cemil meriç


Sensiz giden trenler, ufuklarda kaybolan birer ümit
Nehir gibi akmıyor günler Heraklit Heraklit.
Zaman masal kuşlarına benziyor…
Abûs, kocaman, sâkit.
Ve geceleri
Alnında dolaşır biteviye
Kirli, soğuk pençeleri.
Yıldızları söndürmüş fırtına,
Batan gemidesin;
Senden ne kalacak yarına!
Kıyılardan imdat isteyen sesin?!...
Cemil Meriç
(Bu Ülke’den pasajlar)

9 Kasım 2012 Cuma

ortaya karışık

ORTAYA KARIŞIK

Her şeyin böylesine birbirine girebileceğini doğrusu tahmin etmemiştim.

Ortalık bir anda toz duman oldu. Her şey birbirine karıştı. Bu bir rüya mı? Kâbus demeliydim. Evet, bu bir kâbus mu? Küçük bir çocuktum. Ne zaman geldim otuz iki yaşıma? Durum bir hayli karışık aslında. Yağmur yağıyor. Seller akıyor. Arap kızı görevinin başında. Allahım sen aklımı koru. Arkadaşlar da tıpkı o Arap kızı gibi uslu uslu oturup yağmuru seyretselerdi ya! O zaman işler bu kadar karışmazdı. Peki ne yaptılar? Kayboldular. Kim? Arkadaşlar. Nereye kayboldular? Elinin körüne. Efendim? Yaa efendim tabi! Ben de cümle âleme kafa tutuyorum işte. O kadar. İtaat. Kariyer. Saat. Bariyer. Şişli. Sarıyer. Vefa. Cefa. Aman aman, benden uzak dursunlar da. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez. Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü. Yorgan gitti kavga bitti. Yorgan yüzü. Yastık kılıfı. Yoğurtlu patlıcan kızartması. Belirtisiz isim tamlaması. Ne diyorsun? Galiba sayıklıyorum. Bir de, bundan iyisi Şam’da kaysı, diye bir şey var. Sonra Şam fıstığı var. Antep fıstığı var. Şam galiba Suriye’nin başkentiydi. Biraz coğrafya çalışsam iyi olacak. Halep ordaysa arşın burada. Halep nerde? Tahran. Bağdat. Yorgan gitti… Yanlış efendim: bazı kavgalar yorgan gittikten sonra başlıyor asıl.

 

Cümle âleme kafa tutuyorum!

 

Canım konuşur anlaşılırız. Kafa tutulur mu? Ne ilkel bir tavır değil mi. İlla bir şey tutulacaksa; söz tutulur, ev tutulur, köşe başları tutulur, balık tutulur, takım tutulur, avukat tutulur, oruç tutulur, bayramda misafire kolonya ve şeker tutulur, hakkımızda bazen gizli dosyalar tutulur, zanlılar gözaltında tutulur, hakikati söyleyenler topa tutulur, gönül aşk için hazır tutulur, içindekini görmek niyetiyle zarf güneşe tutulur, hava korsanları tarafından yolcular rehin tutulur, insanın bazen nutku tutulur, gece soğukta kalırsa omzu tutulur, adam yağmurdan kaçarken doluya tutulur, bakkalın çırağı mahallenin en güzel kızına tutulur falan fişman…

 

Vay be. ‘Tutulmak’ sözcüğünü kaç değişik anlamda kullandım. Yetenekli adamım vesselam. Ama kıymetimizi bilen yok. Gerçi dilimiz tutulmak konusunda geniş imkânlara sahip; bundan faydalandık. İnşallah dilimiz tutulmaz. Hah ha. Bir de ay ve güneş tutulması vardır ki, meşhur gök hadiseleridir; burada o konuya girmek istemiyorum. Onun yerine, memuriyetinin onuncu yılını idrak etmekte olan ben, zavallı N.K., ana fikri arkadaşlık olan bir onuncu yıl nutku irad etmek istiyorum. Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlarım. (Alkışlar… Coşkulu tezahürat.) Umarım nutkum tutulur. Yani anlattıklarım beğenilir. Hah ha. Karnı aç olan bir koyunu kesmişler, koyun ne demiş? Yemeden içmeden kesildim demiş. Kelime oyunları. Nasıl oynanır? Önce sözlükten bir kelime alınır. Serinde biraz bekletildikten sonra bol suda yıkanan kelime lime lime edilir. Hafif ateşte pembeleşinceye kadar… Neyse. Vazgeçtim. Bu nutuk meselesi biraz karışık zaten. Tarih, şayet muzafferler tarafından yazılmışsa, nasıl muteber olabilir? Biz iyisi mi başka bir tarz deneyelim. Deneme. Bir iki. Ses. Deneme. Başlık: Arkadaşlık. Garip bir durum; ama ben arkadaşlarımı kaybettim. Bir baktım gitmişler. Evet. Hepsini değilse bile birçoğunu kaybettim. Aslında benim üzerinde durmak istediğim tek konu bu. Fakat konu çok kaygan; üzerinde durmak mümkün olmuyor, insanın ayağı kayıyor, farklı konulara giriyor. Maazallah düşse bir tarafını kırar. Bu yüzden aslında durumu biraz daha açıklamak gerekiyor.

 



 

On sene evvel memuriyete başladım. Tabi beş parasızım. Evim de yok arabam da. Kedi uzanamadığı ciğere pis dermiş ya hani. Hah ha. Arkadaşlar bir şekilde köşeyi dönmeyi başardılar. Nasıl böyle zengin oldunuz dedim. Allah “Yürü ya kulum.” demiş. Kitab’ı açtım baktım; Allah hangi surenin hangi ayetinde “Yürü ya kulum.” buyurmuş, bir türlü bulamadım. Yaa, dilin kemiği yok işte… Zaten dilime bir türlü hâkim olamıyorum. İleri geri konuşuyorum. Herkesi kırıyorum. Dilim seni dilim dilim dileyim. Yaz günü temmuzda, sen terle ben sileyim. Altın hızma mülayim. Seni Hak’tan… Neyse… Yine sayıklamaya başladım… Tuhaf adamım vesselam. Mesai arkadaşlarım da tuhaf bir adam olduğumu düşünüyorlar. Dairede bir bayan var. Geçen gün hasbelkader selam verdim. Şaşırdı kadıncağız. (Daha önce hiç selam vermemişim: bilmiyorum, farkında değildim.) Günlerce bunu konuşmuşlar. Hah. Hakkımda bazı şeyler duyuyorlar, meraktan ölüyorlar; fakat tekin bir adam olmadığım için pek soramıyorlar. Her an ağzımı açıp gözümü yumabilirim. Sağım solum belli olmaz. Sopamı ancak bir deli gördüğümde saklıyorum. Malum, deli deliyi görünce sopasını saklarmış. Yoksa değneğini miydi? Her neyse. Benim tuhaf olduğumu düşünüyorlarsa bundan ancak memnuniyet duyabilirim. Çünkü yaşadıkları hayatı küçümsüyorum. Tercihlerini ahmakça buluyorum. Birçoğunun varlığından utanç duyduğum bile söylenebilir. Neyse.

 

Belki de her şey, şu yazı meselesi yüzünden oldu.

 

Kitap diye bir şey vardı. Dava diye bir şey vardı. Okumak gerekiyordu. Yazmak gerekiyordu. Kredi çek, ev al diyorlardı. Ek bir iş yap diyorlardı. Çok çalışıp çok kazananlara ‘tembel’ olduğum için sataştığımı söylüyorlardı. Bilemiyorum. Belki de öyledir. Zaten yazma işi de zamanla bir takıntıya dönüştü. Yazamayınca sinir oluyordum çünkü. Herkese bağırıp çağırıyordum. Asabım bozuluyordu. Her şeye öfkeleniyordum. Davaydı kitaptı falan derken, evde de huzursuzluk çıkıyordu. Herkesin kocası evine neler neler alıyordu. Ben alamıyordum. Herkes çorunun çocuğunun istikbali için nelere katlanıyordu. Gecesini gündüzüne katıyordu. Ben evimde okuyup yazıyordum. Sanırım gerçekten tembeldim. Çevremdekiler çocukça hayallerimden vazgeçmem gerektiğini söylüyorlardı.

 

Çocukça hayaller?

 

Evet, ben de bir zamanlar çocuktum. Küçük, zavallı, sevimli bir çocuk… Camiye giderdim. Kur’an okumaya. Bazıları orda öğrenirdi. Elif değnek gibi. Be tabak gibi. Te de ona benzer, se de ona benzer. Cim karnı yarık. Ha da ona benzer, hı da ona benzer. Karnıyarık olsa da yesek. Karnıyarık. Başkavurması. İmambayıldı. Hah ha. Şu bizim caminin imamı çok komik adam yahu. Bayılıyorum. Cumaları özellikle o camiye gidiyorum. Sürekli fırça modunda. Hutbeye çıkar çıkmaz başlıyor fırçaya. Bir de bağırıyor ki sormayın. Yok yok; çocukken gittiğim hoca böyle değildi. Kur’an okumayı bildiğim için, beni diğer çocuklara hoca yapmıştı üstelik. Gurur duymuştum. Ama bahçemizde bir horoz vardı. Niyeyse beni sürekli kovalardı. Ulan sen horozsun bir kere. Beni niye kovalıyorsun? Kendini köpek zannediyordu sanırım. On yaşında bir çocuğu kovalayarak tavuklar nezdinde itibar kazanıyordu belki de. Aşağılık herif. Bu horoz meselesi aslında çok utanç vericiydi. Hem korkuyor hem de korktuğum için utanıyordum. (O zamanlar canım Selim’in de horozlarla sorun yaşadığını bilmiyordum tabi.) Sonunda babam kesti de kurtuldum. O sene öğrendim ki bebekleri leylekler falan getirmiyordu. İş çok daha karışıktı. Vay be. İnsan hiç ummuyor.

 

Esra’ya fena halde âşıktım. Tam kıza her şeyi açıklayacaktım ki şu leylekler meselesini öğrendim. Kahretsin! Aşkı da kirlettiler. Nolurdu Allahım bebekleri leylekler getirseydi. Daha masum olmaz mıydı o zaman. Hikmetinden sual olunmaz tabi. Benimki de saflık işte. Yuvayı dişi kuş yapar diyorlardı. Biz de resim dersinde ne zaman resim çizsek çatılı bir ev çiziyorduk. Çatıda bir baca oluyordu ve bacada kuşların yuvası. Fakat bazı arkadaşlar bacaya duman da çiziyorlardı. Ben bunun kuşlar soğuktan donmasın diye yapıldığını sanıyordum. O sıralar ‘mini mini bir kuş donmuştu / pencereme konmuştu’ şarkısı çok popülerdi. Adam olacak bütün çocuklar bu şarkıyı söylerdi. Sonra ben de büyüdüm; ama hemen adam olamadım. O şarkıyla pek aram yoktu; belki de ondandır. Ben daha çok ‘bir bahar akşamı rastladım size’ tarzında şeyleri seviyordum.

 

Üniversiteyi bitirip işe başlayınca beni evlendirmek istediler. Ben de olur dedim. Ne bileyim böyle olacağını. Nişanlandım. O günlerde, askerliğini yapmayana kız verilmediği söyleniyordu. Telaşlandım tabi. Durumu riske atamayacağım için hemen askere gittim. Boşuna gitmişim: orada her Türk’ün asker doğduğunu öğrendim. Demek ki evlilik konusunda bir engel yoktu. (Aslında uzun zaman düşünmeme rağmen, benim de diğerleri gibi asker doğup doğmadığımı bir türlü çıkartamadım. Yine de durumu kimseye çaktırmadım. Anneme sorup gerçeği öğrenebilirdim; ama telefonların dinlendiği, mektupların okunduğu falan söyleniyordu. Neme lazım. On altı ay yedek subay olarak vazifemi yaptım. Ben ‘yedek’ lafını duyunca, kulübede oturup maç izleriz diye düşünmüştüm önce. Biraz da bu yanlış anlamanın kurbanı oldum aslında. Meğer öyle değilmiş.)

 

Sonra evlendim. Sanırım karımla birbirimizi bir türlü anlayamadık. O gezmelere gitmek istiyordu; ben dava dava diye tutturuyordum. Zaten çatılı bir evimiz yoktu ve bacamızda kuş yuvası da yoktu. Bir apartman dairesinde oturuyorduk. Belki de bu yüzden mutlu olamamıştık, kim bilir. Bir oğlumuz oldu. Çok güzeldi. Süt emiyor ve altını kirletiyordu. Ve ağlıyordu. Geceleri ateşleniyordu. Meğer bademciklerinde problem varmış yavrucağın. Ameliyat ettirdik, geçti Allaha şükür. Ben, karımın ‘annelik’ olayına kendini kaptırıp beni biraz unutacağını umuyordum aslında. Bu sayede odama kapanıp kitap okuyabilecek ve bir türlü bitiremediğim yazılarımı yazabilecektim. Ne fayda! Çocuğa bez lazım. Süt. Mama.

 

Birkaç ay geçti geçmedi, yıkarken annesi fark etmiş; karnının sağ ve sol alt kısımlarında şişkinlik varmış çocuğun. Acilen acile götürdük. Fıtık dediler. Bir ameliyat daha. Zavallı yavrucak… Operasyon esnasında adım anons edildi, gittim, doktor sizinle görüşmek istiyor dediler. Hemşireleri bırakın, doktor bile bana ‘siz’ diye hitap ediyordu. Siz! Fakat ayaklarımın yerden kesilmesine izin vermedim. Durumu serinkanlılıkla değerlendirdim: Özel bir hastanede bulunduğum için ‘siz’ oluyordum. Devlet hastanesinde olsaydım, bu irtifayı kazanamaz, bu itibarı göremezdim. Neyse. Biz fıtık ameliyatlarında, hasta sahibinin onayı olursa çocuğu sünnet de ediyoruz, ne dersiniz, diye sordu doktor. Memnuniyetle kabul ettim. Nerden bileyim ben sünnet düğününe annesinin kafayı bu kadar takacağını? Meğer kadının en büyük hayaliymiş… Allah Allah… Evlilik zor zanaat azizim; tehlikeli meslek. Devlet garantisi olmadan evlenmemek lazım aslında. Sonra bazen anne çok yorgun olur ve çocuğa ninni söylemek icap eder: Uyusun da büyüsün ninni. Hayat neymiş görsün ninni. 

 

Bir gün annesi kanepeye uzanmış uyuklarken oğlumun kulağına fısıldadım: Sakın büyüme yavrum. Hep çocuk kal. Büyüdükçe işler karışıyor. Örneğin okul denen bir şey var. Anaokulunda, birinci sınıfta falan, hiç belli etmezler, olabildiğince şirin davranırlar adama. A, B, C… 1, 2, 3… gibi şeyler öğretirler. Sen de hep böyle olacak sanıp neşeyle öğrenirsin bunları. Sonra o sevimli A, B, C’leri kullanarak öyle karmaşık cümleler söylerler ki şaşar kalırsın. 1’den 10’a kadar saymayı hevesle öğrendin ya; hiç beklemediğin bir anda ‘permütasyon, logaritma’ falan deyip dünyanı karartırlar. Benden söylemesi. Geri dönüşü de yok bu işin: alfabeyi ve rakamları bir kere öğrendin mi artık yakanı bırakmazlar. Keşke benim babam da bana anlatsaydı bu gerçekleri… Ana sınıfı öğretmenimiz bir masal kahramanı gibidir. Fakat üniversitedeki hocalarımı bir korku filmi gibi ürpererek hatırlıyorum. Hiçbir masum çocuk, ‘yağ satarım bal satarım’la başlayan okul macerasının, vize ve final kâbuslarıyla sonuçlanacağını tahmin edemiyor haliyle. İşte böyle yavrucum… Sonra evlilik diye bir şey var. O da ayrı bir mesele. Bir kere, niyeyse biz erkekler mütemadiyen kızlara âşık oluyoruz. O kadar şirin ve sevimli şeyler ki. Dayanmak mümkün değildir. Kirpikleri, gözleri ve burada telaffuz etmek istemediğim başka şeyleriyle aklımızı başımızdan alırlar. Ne bilelim kardeşim, biz de bir halt var sanıp evleniriz. Yandı gülüm keten helva. Bak annenle bana! Bay bilmemkim, Bayan bilmemkimi eş olarak kabul ediyor musunuz? Evet. Al sana evet. Öyle düşünmeden evet dersen olacağı bu. Annesi kanepede gözlerini açıverir: Ne fısıldıyorsun sen çocuğun kulağına! Hiiç. Masal anlatıyordum da. Ne masalıymış bu? Kırmızı başlıklı kız, canım.

 

Kırmızı başlıklı kız. Bir de kurt vardı di mi. Pamuk Prenses. Külkedisi. Ah şu Evropa masalları. Senin kulakların niye bu kadar büyük? Seni daha iyi duyabilmek için. Kırmızı başörtülü kızların üniversite denen kurtlarla dolu ormana girebilmek için bunca ısrar ediyor olmalarında bu masalla büyümüş olmalarının bir etkisi olabilir mi? Fazla komplike bir cümle. Üst kuruldan özür diler saygılarımı arz ederim. İmza. Tarih. Oğlum bunu gönderiver. Kurtlarla Dans. Kuzuların Sessizliği. Bir Avuç Dolar. İyi Kötü Çirkin. Çocukken çok kovboy filmi izlettiler bize. Rahipler, kiliseler, şerifler hayatımızın bir parçasıydı adeta. Şimdi gençler otobüste yaşlılara neden yer vermiyor diyorlar. Eee bizden bu kadar! Beğenmiyorsan posta arabasıyla gidersin!

 

Kırmızı başlıklı kız. Kurt. Orman. Kovboylar. Posta arabası falan. Ne demek istiyorsun sen? Sembolizm. İmgesel anlatım. Hah! O da sayıklamanın bir çeşidi ama daha itibarlı. Geçen gün yazar çizer arkadaşlarla bir yerdeydik. Orda dediler ki özellikle baskı dönemlerinde sembolist anlatım yapılır dediler. Sanatçı, söylemek istediklerini açıkça söyleyemediğinden, bir takım sembollerle, simgelerle durumu idare ettirir dediler. Öyle dediler. Bilmiyorum.

 

Yalnız, sizi uyarmak isterim ki sembolizm edebiyatta bir nevi takiyyecilik demektir. Dikkat: takiyyecilik de tehlikeli meslektir azizim; zira yanıbaşında münafıklık durur. Göründüğün gibi olmamak, olduğundan farklı görünmek falan, bunlar bize ters. Sakat mevzular. Sen iyisi mi ne söyleyeceksen delikanlı gibi söyle. Hem edebiyat niçin vardır? Biz neden hayattan kaçıp kitaplara sığınırız? Çünkü dünya sahtekârlarla doludur azizim; insanlar samimi değildir, herkes birbirini kırar, incitir. Bizim o koca koca kitapları devirmemiz, iki satır samimiyet bulabilmek içindir arkadaşlar. İki satır samimiyet. Gerisi kıyl ü kal. Anlaşıldı mı? Anlaşıldı komutanım. Rahat. Hazır ol. Hutbemiz burada sona ermiştir. Haftaya cuma günü bir başka hutbede buluşmak üzere şen ve esen kalın. Hah ha. Bizim imam gerçekten komik adam yahu. Hutbeden inerken de yine kızarak şöyle söylüyor: Bu camiler sizin verdiğiniz paralarla ayakta duruyor. Klima taktırdık, bakın bu sıcakta püfür püfür namaz kılıyorsunuz. (Püfür püfür namaz kılmak ne demekse? Huşu ve hudu’nun bir üst mertebesi olabilir mi?) Bunun elektrik parası var. Az çok demeyelim boş geçmeyelim. Biz de boş geçmedik tabi. Çıkışta beş lira verdik. Ne verirsen elinle, o gider seninle. Sayın İmam Bey, bu ay biraz sıkışık durumdayım, borç harç falan. Zaten evim kira. Ayrıca hükümet bir türlü doğru dürüst zam yapmıyor maaşlara. Neticede sıradan bir memurum. Şimdi bu durumda, diyeceğim şu ki, bu hafta toplanan parayı benim almam mümkün mü acaba? Değil. Değil mi. Peki. Ben bir şansımı deneyeyim dedim. Deneme. Bir iki. Ses. Deneme. Görüşürüz. Şeyy… Efendim? Bir sorum daha var: Arkadaşlarım nerdeler? Arkadaşların kim senin olum? Camiye beraber gelmiştik de çıkışta onları bulamadım. Görmedim ben senin arkadaşlarını falan. Salih efendi şu meczubu alın başımdan! Gel evladım, gel, çıkalım avludan; burası cami, böyle şeyler konuşulmaz. Efendim? İşte cevabı en zor soru bu. Önce refik sonra tarik demişler. Önce refik sonra tarik. Hayat işte. Hadi bakalım, ayıkla bilincin taşını:

 



 

en iyisi ortaya karışık bir şeyler yapmak / hah ha / bugünlerde zaten moda / yaşarken kimse anlamaz kimse sallamaz ama / ölünce kesin kıymete binersin / aslında bir kitap ve birkaç öyküden sonra / en güzeli piyasadan çekileceksin / yazmayı bıraktı falan diyecekler / sen evinde gizli gizli döktüreceksin / en yakın arkadaşların bile bilmeyecek / karının bile haberi olmayacak / öldükten sonra kütüphanenin çekmecesinde bazı defterler bulunacak / aa meğer ilk kitabından sonra kaybolan yazar / yazmayı bırakmamış / edebiyat dünyasına küsmüş fakat evinde münzevi bir sanatçı olarak / hiç durmadan yazmış yazmış yazmış / derhal eşekler eyerlenir / yazdıkların değerlenir / içli bir önsöz ayarlanır / büyük adamdı falan: acı kaybımız / kıymetini bilemedik: bizim aybımız / hah ha / ulan ölmesini mi beklediniz şerefsizler / işte şimdi mahvedeceğim hepinizi / gözünüze sokacağım yaptığınız hataları / düreceğim defterinizi / ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getireceğim / pazara çıkaracağım ipliğinizi / konuyla ilgili başka hangi deyimler varsa işte onları yapacağım / çünkü çünkü çünkü / gittiniz arkadaşlar / beni burada bir başıma bıraktınız / âleme maskara ettiniz / deli oldum sonunda / böyle mi söz vermiştik / evler aldınız arabalar aldınız zengin oldunuz / pardon zengin olmakta bir sakınca yok: burjuva oldunuz / böyle miydi ulan kavlimiz / sabahlara kadar öğrenci evlerinde ne çaylar ne sigaralar içmiştik / sistemleri yıkarken kanatlanıp uçmuştuk / kendimizden geçmiştik / vay be / rahat koyuyor musunuz başınızı yastığa / huzur içinde uyuyor musunuz ha / ulan çift maaşlılar / karınız ‘mecburen’ çalışıyor öyle ya / tabi çocuklarınıza iyi bir gelecek hazırlamalısınız / kendinizi onlar adına pazarlamalısınız / bu arada arabanızın modelini yükseltseniz fena olmaz hani / oh ne âlâ ne âlâ / birileri de sebt gününde balık çok oluyor diye tutturup / avlanma yasağını ihlal etmişlerdi de / maymun olup gitmişlerdi / anlaşılan sen paranın kokusunu duymuşsun / minare çalmayı kafaya koymuşsun / saklamak için de evin altını oymuşsun / vaay kılıfçı abi sen neymişsin / halılar perdeler bakıcı hizmetçi kreş / grekoromen zorluyorsa sen serbest güreş / masraf masraf / hah ha / ben de ne yapmalıyım ne yapmalıyım / biçimsel arayışlara sapmalıyım / mesaj kaygısız öyküleri havada kapmalıyım / diğer türlüsü ayıplanıyor çok bilmiş üstatlarımız tarafından / hay Allah / o kadar da ders almıştık bu işlerin sarrafından / o halde durun durun / bir ayıp ilanı veriyorum / benim adım hıdır / elimden gelen budur / en kutsal gece kadir / en faydalı içecek sudur / buyurun doya doya için / çünkü sanat bizde toplum için / hah ha / gene mi olmadı tüh / durun durun / o zaman bir kayıp ilanı verelim: birçok güzel adam kaybolmuştur / bulanların insaniyet namına karakola bildirmeleri rica olunur / bunlar üniversitede okurken filistin ve afganistan için sloganlar atan / ve aradan geçen on senelik süre zarfında fevkalade yumuşayarak / işi maçlarda slogan atmaya kadar vardıran bir güruhtur / salonumuz klimalı odalarımız ferahtır / doksanların radikalleri ikibinlerde nasıl liberal oldu adlı oyunumuza hoş geldiniz efendim / lütfen temsil süresince kabuklu yemiş yemeyiniz ve bu ne biçim oyun demeyiniz / ayakkabılarınızı çıkartmayınız / oyuncu arkadaşlar sadece rollerinin gereğini yerine getirmektedir / lütfen gaza gelip sahneye çürük domates ve yumurta fırlatmayınız / ne diyorduk / ha evet bir zamanlar parti fikrini bile dalalet olarak algılayan bazı arkadaşlar vardı / şimdi sistem onlara evler ve arabalar verdi / şirketler kurdular ya da önemli kademelerde önemli görevler aldılar / sınıf atladılar ve kayboldular / adı ve eşkâli belirtilen bu zavallıları bulanların insaniyet namına ellerinden tutup eve getirmeleri rica olunur / ev mi hangi ev / onlar bu sokaktan taşındılar olum / hepsi lüks semtlere gitti / hassasiyet sokakta oturan bir sen kaldın / yakında belediye buraya çöp arabası bile göndermeyecek / öyle mi / öyle / iyi de ne zaman taşındı bizim arkadaşlar / neden bana haber vermediler / yardım ederdik / iki üç kişi gelir buzdolabının fırınlı ocağın altına girerdik / kanepelere de bi omuz verdik mi evelallah / uyan olum uyan / artık kimse taşınırken eşten dosttan ricada bulunmuyor / profesyonel taşıma şirketleri var / her şeyi öyle güzel paketleyip naklediyorlar ki / paketlemek? nakletmek? / haa / peki nereye taşındılar / dur ben sana yeni adreslerini vereyim / hoşgörü mahallesi diyalog apartmanı kat iki ılımlı – istanbul / abi hangi otobüsle gidebilirim ılımlı’ya / olum orası yeni yerleşim otobüs gitmiyor / dolmuşa binmen lazım anlıyorsun ya / dolmuşa binmek? / haa / peki hangi dairede oturuyor bu arkadaşlar / valla hesapta helal dairesinde oturuyorlar / fakat doğrusu şaibeler var / çünkü helal dairesi o kadar da geniş değil / onca malı mülkü nasıl sığdırırlar / ulan yoksa bunlar / helal dairesi diye yanlışlıkla kral dairesine taşınmış olmasınlar / mümkündür / aman neyse ne / sen de taşınmalısın artık oraya / gerekli zemin etütleri yapılmıştır / depreme dayanıklıdır / hiç etkilenmezsin sarsıntılardan / zira bu konutlar fay hattında değil pay hattında kurulmuştur / senin anlayacağın kapağı atan kurtulmuştur / alt yapı da iyidir hani / park sorunu falan yoktur / hassasiyetlerini dilediğin yere park et örneğin / istersen üç gün uğrama / hiçbir şey olmaz / kimse gelip hassasiyetlerine dokunmaz / aaah aaah bırak azizim bırak bırak / böyle hikâye olmaz / hep vaaz hep vaaz / şu mesaj kaygısı seni mahvediyor / sen de çiçekten böcekten bahsetsene biraz / ya da anlaşılmaz imgeler kullanarak anlaşılmaz metinler yaz / bak burası edebiyat: soyut takılırsan alırsın haz / o vakit komşunun tavuğu olur besili bir kaz / ne demiş umberto eco veya octavio paz / kendini hemen ele verme / istedikleri biraz cilve biraz naz / bak seni bekliyor halk / çoktan yerini aldı sahnede incesaz / sen ne yapıyorsun hep vaaz hep vaaz / hem sanatına yazık etme / kendi kıymetini önce kendin bil / vazgeç şu taşralı duygusallığından / ama sen eskiden de böyleydin öyle ya / sürekli sorun çıkartırdın / eski çamlar bardak oldu / artık yirmi yaşında değilsin otuz iki yaşındasın / büyü biraz adam ol bak çevrene aç gözlerini / bak nasıl tadını çıkarıyorlar hayatın / nasıl da üstesinden geliyorlar sorunların / fakat hikâye değil ki mirim / yeni bir şey deniyorum şöyle ortaya karışık / zaten edebiyat dediğin inşaat sektörüyle hayli barışık / mektebinde okudum metin mühendisliğinden mezunum / işte irmiğim işte şekerim ve unum / kelimeleri tuğla gibi diziyorum üst üste yan yana / temel atıyorum beton döküyorum kolonlar kirişler falan hah ha / tamam tamam şaka şaka / vazgeçtim / benim aklım ermiyor zaten böyle modern postmodern olaylara / sizin olsun sanat akımları sizin olsun edebiyat teorileri / parodi pastiş üstkurmaca / sizin olsun mesaj kaygısız öyküler / soyut estetik metinler / giden gitsin / önce refik sonra tarik demişler / sizin olsun evler arabalar / sizin olsun sahil kasabalarında yazlıklar / beş yıldızlı haremlik selamlık otellerde yaz tatilleri / açık büfeler sabah kahvaltıları akşam yemekleri / çaylar partiler günler geceler toplantılar törenler sohbetler söyleşiler / yoksul üniversite öğrencileri için düzenlenmiş kermesler / elcağızlarınızla hazırladığınız kuru pastalar yaş pastalar börekler çörekler / ördüğünüz atkılar eldivenler hırkalar yelekler / parfüm ve ter kokulu tıkış tıkış salonlarda yakışıksız bayan kahkahaları / rujlu başörtülü hoşgeldinizler / işte dindarların yeni mekânları / nerde güvercinli kubbeler şadırvanlar / nerde cami avluları / tabi misyonları vizyonları değişti sonunda / pardon tuvalet mi şu koridorun solunda / çirkin erkek göbekleri yağlı enseler şişkin cüzdanlar / kalın boğumlu parmaklar arasında mağrur araba anahtarları / böbürlenmeler gururlar kibirler kibarlıklar sahte nezaketler / bir tane daha almaz mısınızlar / ah rica ederimler istirham ederimler / modern islam düşüncesine dair konferanslar açık oturumlar paneller / sizin olsun vakıflar dernekler yardım kampanyaları / banknotlar çekler senetler / kâr zarar ortaklığına dayalı faizsiz bankalar / dev şirketler / dindarlar güçlü olmalı canımlar / önemli mevkilere gelmek lazımlar / öğrenci yetiştirmek lazımlar / yurtlar evler / insanlardan para toplayarak kurduğunuz çok satan gazeteler televizyonlar / tesettür defileleri / ekranlarda arz-ı endam eyleyen ilahiyatçı profesörler / hocaefendiler / sorular cevaplar fetvalar ruhsatlar icazetler / sizin olsun çağdaş yorumlar rasyonalist müfessirler / şoför mahallinde güneş gözlüklü cep telefonlu sakalsız âlim müsveddeleri / darülharpler de sizin olsun hizbullah da sizin olsun iran devrimi de / sizin olsun başucu kitaplarınız hani hepsi tercüme / sizin olsun şeyh fotoğrafıyla rabıta-i şerife / sizin olsun keramet / sizin olsun buda’dan menkul tarikat hakikat marifet / sizin olsun hoşgörü ve diyalog yanlısı cemaatler / sizin olsun takiyyeler / sizin olsun avrupa birliği taraftarı merkez sağ partiler / sizin olsun radikalliğiniz de liberalliğiniz de / sizin olsun gelenekçiliğiniz de modernistliğiniz de / yeter kafamızı karıştırdığınız / yeter midemizi bulandırdığınız / yeter kalbimizi kararttığınız / reddettiğimiz her şeyin içine gömüldük boğazımıza kadar / sanatta edebiyatta / reddettiğimiz her şeyin içine gömüldük / siyasette hayatta / cumhuriyet meşrutiyet ıslahat tanzimat / ulan iki yüz yıldır / müktesebat kesat mahsulat fesat / sizin olsun idare-i maslahat / sizin olsun dünya / sizin olsun mazeret sizin olsun makamat / benim aklım ermiyor karışık işlerinize / itimat etmiyorum tuhaf yöntemlerinize / alışamıyorum eğilip bükülmelerinize / ben yatsıyı kılıp televizyon seyretmeden uyuyanları seviyorum zira / onlar vaktinde uyanıyorlar sabah namazına / sizin ne manaya geldiğini unuttuğunuz kelimelerle yaşıyorlar hâlâ / mesela mushaf mesela sancak mesela rüya / işte onları / onları verin siz bana / bir de / hani çocukken / cami çıkışlarında / beyaz sakallı güzel yüzlü amcalar / gül lokumları dağıtırlardı ya / işte onları verin bana / kafamı karıştırmayın daha fazla / mushaf ve sancak / rüyalar ve kelimeler / ve gül lokumları / işte onları verin bana / onları verin bana

 



 

koro:

 

zafere ulaşmak için

eğilip büküldüler

 zafer istikametti

bilemediler bilemediler

 
ÖMER FARUK DÖNMEZ