26 Eylül 2012 Çarşamba

semayesi kan olan şirket

Sermayesi kan olan şirket: PKK

PKK terör örgütünün Ekim 1978'de bir bildirge ile kurulmasının üzerinden 34, Ağustos 1984'te Eruh ve Şemdinli'de karakol ve lojmanlara saldırarak ilk büyük eylemini gerçekleştirmesinin üzerinden de 28 yıl geçmiş. Çeyrek asır gibi, uzun sayılabilecek bir süredir eylemleriyle ülkeyi kan gö

lüne çeviren bu eli kanlı terör örgütü, o tarihten bu güne, çoluk çocuk, beşikteki bebek demeden, binlerce sivilin ve yine binlerce güvenlik görevlisinin canına kıydı.
Temelinde Marksist-Leninist ideoloji olan ve ilk yapılanması Solcu-Kürtçü gençlerden oluşturan örgüt, başlangıçta şehir eylemleriyle yola çıkma kararı almışsa da, ilerleyen dönemde, Maoist bir anlayışla, bölge halkının, yani köylülerin de desteğini alarak kırsal kesimde etkili olma yolunu tercih etti. Sesini ve gücünü duyurma adına öncelikle köyleri basarak savunmasız insanları katleden, kundaktaki bebekleri bile kurşunlamaktan çekinmeyen örgüt, daha sonraları jandarma karakollarına saldırmaya, yol keserek adam kaçırmaya ve pusular kurarak can almaya devam etti.
Devletin ilk başlarda terörle mücadele yönteminde kararlı ve etkili hamleler yapamaması ve sonraki safhalarda bazı taktik yanlışlara yönelmesini takiben tesir sahasını gitgide arttıran örgüt, bölge halkının üzerinde uyguladığı yoğun baskıların da katkısıyla palazlandı. Çoğunlukla pusu ve baskın yoluyla güvenlik birimlerine saldıran PKK, bugüne kadarki süreçte, her türlü kalleşliği yapmaktan çekinmemiştir. Savunmasız, masum sivilleri katletmek bir yana, kendi örgüt içindeki elemanlarını ve hatta kurucu üyelerini bile infaz etmekten kaçınmamıştır.
***
Bu süre içinde yaklaşık 5 bin sivilin, 8 bin güvenlik görevlisinin canına kıyan ve kendisinden de, kandırarak dağa götürdükleri gençlerden oluşan 30 bin elemanını kaybeden PKK neyi amaçlıyordu ve ne elde etti?
Kürt halkının sorunlarını ileri sürerek yola çıkan, eylemlerini, söylemlerini, propagandalarını ve göz boyamalarını bu 'sorunlar' üzerinde inşa eden PKK, bu zaman zarfında sık sık özerklik, federasyon ve bağımsız Kürdistan gibi 'hedef'leri de dile getirmiş; varlığını bu hedeflere sığınarak devam ettirmeye çalışmıştır.
Halbuki bugüne kadar da görüldüğü gibi, eli kanlı terör örgütünün amacı, hedefi, niyeti ve derdi hiçbir zaman Kürtlerin meseleleri, sıkıntıları, hakları ve istekleri olmamıştır. Örgüt, sadece bunları kullanarak ve kendine payanda yaparak diğer aslî gayesine ulaşmak istemiştir.
***
Nedir bu gaye? Bu gaye, keseyi ve kasayı doldurmaktır. Kürtlerin sorunlarını bahane ederek varlığını sürdürmek ve terörü kullanarak da oluşturduğu korku imparatorluğundan rant elde etmektir.
Evet, bunu başarmıştır PKK. Yıllık cirosu trilyonlarca doları bulan bir holding gibi, uyuşturucudan insan kaçakçılığına, silah ve organ kaçakçılığından haraç kesmeye ve her türlü mafyavari oluşuma el atan ve böylece cirosunu ve kârını yıldan yıla arttıran PKK için terör, sadece bir vitrin unsuru olarak önem taşımaktadır. Başka bir ifade ile kandırılan gençler ve bir kısım yöre halkı, bu örgütün kendi hakları ve sorunları için var olduğunu ve mücadele ettiğini sanırken, PKK, onların bu saflığını kolayca ranta tahvil etmektedir.
Geçen yarım asırlık PKK tarihine ve terör dönemine bakıldığında, bu örgüte şöyle ya da böyle destek verenler şu soruya cevap aramalılar: 'PKK bugüne kadar onbinlerce insanın hayatına kıydı, onbinlerce ocağı söndürdü, bu ülkeye trilyonlarca lira zarar verdirdi; peki bunun karşılığında ne elde etti?'
PKK'nın ne elde ettiği belli değil mi? Söylemleri ve propagandaları çerçevesindeki hedeflerinde elde ettikleri sıfır; İsviçre'deki banka kasalarını doldurma bakımından elde ettikleri ise trilyonlar...
PKK, asıl amacı para ve rant olan bir terör şirketidir. Sermayesi kan ve kandırdığı saf insanımız olan bir şirket... " Hasan Celal Güzel

25 Eylül 2012 Salı

geç kaldım ferman karaçam


Ferman Karaçam'ın kendi sesinden "Kor Ayaklar" şiiri...


Geç kaldım
Bölüşüldü gökler
Talan edildi güneş

El konuldu ay yüzlü çocukların mehtabına
Yıldızlar sökülüp alındı gecelerimizden

Islanamadım parmaklarında
Göğsüme ılık ılık rüzgarın değil
Ateşin düştü
Bu yüzden
Alnıma granitler sürüyorum
Çağdaş yasalardan
Ve keskin sözlerden

Bir İstanbul gecesine
Dokunup geçiyor kanatlarım

Bir neon lambasından sızıyorum
Köprü altı çocuklarının gözbebeklerine

Afrika'da çöl
Asya'da dağ
Ortadoğu'da Kan'ım

Bir kadın çığlığıyım Laleli'de
Kartal bakışlı bir çocuk oluyorum Caharkale'de
Ve sivri uçlu ağır bir Taş'ım Filistin'de

Alnıma kristaller sürüyorum
Tipili yollarda

Yüreğimi güneşine ayarlıyorum
Ve geçiyorum
Yüzleri mor mendillere yapışmış
İnsanların ülkesinden

Geçiyorum
Pabuçları hindi kanına bulanmış
Adamların yanından

Arınamadım parmaklarında
Ciğerime serin sebillerin değil
Ateşin düştü

Bir damla bile olamıyorum
Tatsız tuzsuz bir akşam üstüyüm
Kolsuz kanatsız bir yalnızlığım bu şehrin
Gül yakılan bulvarlarında

Ve Urfa'da hazan
Malatya'da sancı
Dilimde mavera
Boynumda engizisyon

Koynumda kor gibi ayakların
Ateş gibi sözlerin

Düşerse ateşin bir zenci kalbine
Kavurur çöl eder
Nara döndürür

Sıcak iklimleri sever gözlerin
Dilerse bir bakar
Yare döndürür

Alevlendirir hasret Kor'dandır gurbet
Fakat sana hasret Bal'a döndürür

Başında bulutlar ay iki büklüm
Mazlum kalplerini sana döndürür

Sevgili sevgili canların canı
Dünyayı yaratan sana döndürür

Sana dönüyorum sana
Ki sen
Bestesisin ol emrinin

Sana dönüyorum
Ve
Baygın baygın bakıyorum mevsimlere
Gelmişler ve gitmişler habersiz
Sana dönüyorum ve
Deli bir tay fışkırıyor gövdemden
Gövdem alçalıyor ayaklarına
Gövdem alçalıyor adına

Adın başka bir sancak
Adın başka bir ülke
Kime ne adından
Söylemem
Söyleyemem

Yutkunuyorum zaferimin sarhoşluğunu
Asırlık bir çınarım ben kupkuru
Hafızası boşalmış dillere destan bir çılgınım ben
Günahkâr ve asi

Ve ah bir deli rüzgâr olmalıydım şimdi
Tutuşturmalıydım mabetlerini bu şehrin
Yakmalıydım yüreklerini bebeklerin
Ve bir ışık patlamasıyla
Sarsmalıydım kocaman bedenleri

Bir damla olmalıydım bulutunda ah efendim
Bir damla
Süzülmeliydim gözlerinden Bahira'nın
Geç kaldım

21 Eylül 2012 Cuma

cumanız mübarek olsun dostlar


cumanız mübarek olsun dostlar


Büyük İskender komutanlarını çağırıp
son üç arzusunu iletmiş...:

1- Tabutumu dönemin en iyi doktorları taşısın

2- Altın, gümüş ve değerli taşlar,
yol boyunca tabutuM mezarıma gelene kadar serpiştirilsin

3- ElleriM, herkesin görebileceği şekilde tabutun dışına sarkıtılsın.

Komutanlardan biri, şaşkın, nedenini sormuş.
Büyük İskender, açıklamış:

1- En ünlü doktorların taşımasını şu nedenle istiyorum:
Herkes bilsin ki, Doktorlar ne kadar iyi olursa olsun,
onlar bile ölümün karşısında çaresizdir.

2- Yerlere serpeceğiniz değerlerim de gösterecektir ki:
Bu dünyada elde ettiğimiz zenginlik, bu dünyada kalır.

3- Ellerim tabutun dışında kalsın ki, herkes bilsin:
Bizim için en değerli şey olan zamanımız tükenince,
boş ellerle doğduğumuz gibi,GİDERİZ

12 Eylül 2012 Çarşamba

Kalbin de dili vardır


Nimetler, lezzet veren şeyler demektir. İnsanın aldığı lezzetler üç türlüdür: Birincisi; aklın ve kalbin aldığı lezzetlerdir. Bunlar ilim ve hikmet gibi gözle görülmeyen manevi olanlardır. Bu tadı tatmak insanlara mahsustur.
İkincisi; bazı yırtıcı hayvanlara mahsus ise de insanlarda da mevcuttur. Rakibini ezmek, ona karşı üstünlük sağlamak, parçalamak gibi olanlardır.
Üçüncüsü; bütün hayvanlarla müşterek olduğumuz lezzetlerdir. Yemek, içmek, yatmak, uyumak, nefsâni arzularını tatmin etmektir... Bu zevkler bütün hayvanlarda da mevcuttur. Kurtçuklar, böcekler, akrepler, yılanlar da bu saydıklarımızdan zevk duymuşlardır ve duymaktadırlar.
BİZİM BİR FARKIMIZ OLMALI!..
Bizim hayvanlardan, böceklerden üstünlüğümüz olmalıdır. Hayvanlarla müşterek olan lezzetlerden başka tat alacak bir şeyimiz yoksa, o zaman onlardan ne farkımız kalır? Bu zevkler onları tatmin eder ama insanları tatmin etmesi mümkün değildir. Kalıcı olmayan lezzetlerde hayır yoktur.
Bu zevklerin en kıymetli olanı aklın ve kalbin aldığı lezzetlerdir. En az olanı da budur. İlim ve hikmetten beş duyu organımız bir şey anlamaz. Diğer uzuvlarımız da zevk alamaz.
En az olanı da budur. İlimden yalnız âlimler, hikmetten de onu ancak tadanlar bilir.
Diğer lezzetler geçicidir, bu ise kalıcıdır. Diğerleri usandırır, buna doyum olmaz. İnsan ne kadar acıksa da belli bir miktar yiyince doyar ve artık yemek istemez.
Yediğimiz yiyeceklerin tadını ağzımızdaki dil ile alırız, manevi lezzetleri ise kalbimizin dili ile tadarız. Kalbimizin dilinin olduğu Hadis-i şerifle sabittir. Buyuruyor ki: “İmanın tadını tatmıştır o kimse ki Allahü teâlâyı Rab olarak bilir. İslâm dinini din olarak seçer. Muhammed aleyhisselâmı Resul olarak kabul eder.”
Bu tat bambaşka bir tattır. Bunu tadanlar diyorlar ki: “Eğer cennette de bu kadar lezzet varsa bulunmaz bir nimettir.” Başkalarının uyuyakaldıkları gecenin geç saatinde Rabbi ile baş başa kalan, ona hitap etme şerefine nail olanların aldıkları lezzeti ancak onu tadanlar bilir.
Bunlardan Ebu Süleyman Darani rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: “Gecelerdeki münâcâtımdaki lezzet olmasaydı dünyada kendimi zevk almış saymayacaktım.”
Yahya bin Muaz er-Razi rahmetullahi aleyh buyuruyor ki: “İnsanların bazısına çok acıyorum! Dünyaya geliyorlar, belli bir süre hayatta kalıyorlar fakat dünyanın en tatlı ve en lezzetli şeyini tadamadan göçüp gidiyorlar.” “Nedir o dünyanın en tatlı şeyi?” diye soruyorlar. “Marifetullahtır” diye cevap veriyor.
Bu kadar güzel ve kalıcı lezzeti alabilme imkânı varken buna talip olmamak, onu elde edebilmeye çalışmamak akıllı insanın yapacağı iş değildir.
Oyuncakları ile oynayan bir çocuğa; “Oyuncaklarını ver sana çok güzel bir binanın tapusunu verelim!” Veya “Seni bir şehire vali veya paşa yapalım!” deseler razı olmaz.
Çocuğun oyuncakları, bina sahibi olmak veya makam mevki sahibi olmaktan daha kıymetli değildir; fakat çocuk bunu idrâk edemediğinden razı olmuyordur...
Akıl kemâle erince kalbin dili ile tat alınmaya başlanır, o zaman lezzet nasıl bir şeymiş anlaşılır.
İlim ve hikmetten alınan lezzetler kalıcıdır. Muhafazası için bekçilere gerek yoktur. Hırsızın eli ona uzanamaz. Kaybolmaz, çürümez, harcandıkça çoğalır. Mal harcandıkça azalır.
KALICI OLMAYAN NİMETLER...
Geçici olan lezzetler bitince yerini üzüntüye ve eleme bırakır. Üzüntülerin bitmesi lezzettir. Hasta olan birinin şifa bulması, hapiste olan birinin dışarı çıkması onları ne kadar sevindirir.
Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “Dünya hayatında ömrünü nimetler içinde geçiren, fakat ahiretini düşünmeyen bir adamı cehenneme atarlar ve sorarlar: Sen hiç rahatlık gördün mü? O da (dünyada yaptıklarını unutmuş) hayır hiçbir rahatlık görmedim diye cevap verir... Dünya hayatı sıkıntılı, hastalıklı geçen bir adamı da cennete götürürler. Cennet nimetlerine dalınca ona da sorarlar: Sen hiç sıkıntı çektin mi? O da (hepsini unutmuş) hayır diye cevap verir.”
Kalıcı olmayan nimetler de, sıkıntılar da tamamen unutulacaktır. Demişler ya: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Dünya hayatı hayal veya uyku gibidir...
M.SAİD ARVAS

11 Eylül 2012 Salı

İSTİKÂMET NEDİR?


Büyüklerden biri, arkasına odun yüklenmiş, güçlükle yürüyen bir ihtiyara rastladı. Onun hâline bakarak:
 
“–Ey ihtiyar! Senin rızık verici olan Allâh’a itimâdın kalmadı mı ki, şu yaşında hâlâ bu mihneti çekiyorsun? Yoksa sana bakacak kimse yok mu?” dedi.
 
İhtiyar oduncu, muhâtabının mânevî eksikliğini gidermek için gözlerini semâya kaldırıp ellerini açarak:
 
“–Yâ Rabbî! Şunları altına dönüştür!” der demez odunlar altın oluverdi.
 
Bu kerâmeti gören zât, bu defa şaşkınlıkla:
 
“–Böyle bir mertebeye ulaşmış bir kimse niçin odun taşıyor?” diye soruverdi.
 
İhtiyar oduncu dedi ki:
 
“–Evlâdım, bunu nefsimin beni kul olarak bilmesi ve kulluk dâiresinin dışına çıkmaması için yapıyorum. Zîrâ Hakk Teâlâ katında makbûliyet, kulluktaki istikâmettir…”
 
Bunun içindir ki ârifler:
 
“En büyük kerâmet, istikâmettir…” demişlerdir.
 
İstikâmet, umûmî mânâsıyla bir hedefe tezatsız, tereddütsüz ve devamlı olarak yönelip ilerlemek demektir. Ancak tasavvuf ıstılâhında, yaratılıştaki mâsûmiyet ve sâfiyeti tahrîb ve hasara uğratmadan muhâfaza edebilmektir.
 
Kalbî hayatın korunması neticesinde nefs, edebe; kalb ise, rûhâniyet ve ahlâk-ı Muhammediyye’ye yaklaşır. Sırlar ayân olmağa başlar. Allâh -celle celâlühû- gâyelerin gâyesi hâline gelir. Mâsivâ, gücünü kaybeder. Mü’min, “vâsıl-ı ilâllâh”, yâni Hakk’a ulaşma keyfiyetini gerçekleştirmeye medâr olacak bir muhtevâya dâhil olur.
 
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, yüce bir mes’ûliyyetin ilâhî ağırlığı karşısında birgün: –Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı…” (Tirmizî, Tefsîru Sûre (56), 6) buyurdular.
 
Rivâyet edilir ki, sâlihlerden bir kimse Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i rüyâsında gördü ve O’na: “–Yâ Rasûlallâh! Hûd Sûresi’nden Sen’i ihtiyarlatan ne oldu?” diye sordu.
 
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de: “–«…Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..» (Hûd, 112) âyeti…” buyurdu. (İhyâu Ulûmiddîn, III. 145)

8 Eylül 2012 Cumartesi

kazandıklarımız katbettiklerimiz

Güzellikler zıddıyla var olur derler…

Oysa bugün hayat, tüm “var”lığa rağmen “yok” oluyor…


Hayat ne kadar da garip…

Ya da belki de bizleriz eksik olan…


Bugün malımız çok ama keyfimiz az…

Konforumuz yerinde belki, ama o konforu yaşayacak zamanımız az…




Bugünlerde yaşadığımız evler lüks ve geniş eski zamanlara göre...

Evler geniş ama geniş aileler dar günümüzde…

Arabamız hızlı ve biz hızlıyız trafikte…

Hızlı gidiyoruz ama çabuk parlıyoruz…

Geç yatıyoruz ve yorgun kalkıyoruz…




Eski alışkanlıklarımızın yerini, yepyeni gündemler aldı baharı perdeleyen kar misali…

Artık kitap okumuyor, televizyon seyrediyoruz…

Varlığımızı gün be gün arttırıyor, değerimizi yitiriyoruz…


Eskiden susmak erdem sayılır, bilenler bile az konuşurdu…

Bugün bilsek de, bilmesek de konuşuyor, çokça yalan söylüyoruz…

Ay’a gidip dönmeyi becerdik belki,

Ama bugün, komşumuzu görmek için karşı kapıya gidemiyoruz…



Havayı temizledik ama ruhlarımızı kirlettik…

Atomu parçalayabildik ama kibrimizden geçemedik…

Bugünlerde otoyollar, bilgisayar ağları kuruyoruz da, arkadaşlığa gelince tıkanıp kalıyoruz…

Yani biz bugünlerde,

Eve çift maaşın girdiği ama çiftlerin ayrıldığı,

Çocukların dadılarını anne sandığı,

Kilo derdinin gündemin başköşesine kurulduğu,

Gardıropların dolu, gönüllerin boş olduğu bir hayatı yaşıyoruz…

4 Eylül 2012 Salı

terörün dünü bugünü yarını

Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen

Terörün Dünü Bugünü Yarını
03 Eylül 2012 Pazartesi
—Dünün kısa pantolonlu, bugünün hormonlu acar gazetecilerine ithaf olunur- 

Ülkemizin Güneydoğusunda acilen tedavi bekleyen bir hastalığın olduğu gerçek... 
Bu konuda yapılacak ilk şey, hastalığın iyi teşhis edilmesi ve isminin doğru konulması... 
Bu yapılamayacak olursa; tedavi mümkün olmayacaktır.
Uzun yıllar sürüp g

iden bu hastalığın tedavi edilemeyişinin en önemli nedeni, isimlendirmenin yanlış, ürkütücü ve ürpertici oluşudur.
Tedavisine çalışılan bir sosyal hastalığın, ismi bile doğru dürüst konulamamışsa; nasıl olacak ta tedavi edilecek ve hasta sağlığına kavuşacaktır, söyleyebilir misiniz?
Güneydoğu meselesi bir 'Kürt' meselesi, ya da “Kürt kimliği” meselesi değildir.
Bu bakımdan, ”Kürtçe eğitim veren okullar açacak olursak; Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyon yayınlarına izin verirsek; Kürt kimliğini tanımış ve bunun doğal sonucu olarak, Kürt meselesini çözmüş oluruz” tezi tamamen yanlıştır.
Bununla, bu söylenenler yapılmasın, demiyorum!
Bütün bunlar yapılsa da, Güneydoğunun problemi çözülmez diyorum. Ülkemizin Güneydoğu bölgesinde, yılardır şeytanın inanan insanla kavgasına benzer bir kavga yaşanmaktadır.
Güneydoğunun şeytanı, ülkemizin güçlenmesinden ve Ortadoğu'ya hâkim olmasından endişe eden ve Ortadoğu'da vazgeçilemez çıkarları bulunan dış güçlerdir.
Büyük şeytan konumundaki dış güçler; Güneydoğu bölgemizin yakın çevresindeki taşeron firmalarla ya da küçük boyutlu şeytanlarla, bölge insanını tahrik etmekte ve değişik yöntemlerle, onların içinden binde birlerden daha düşük oranlarla ifade edilebilecek kimilerini, kendi şeytani güçlerine katmaktadırlar.
Binde birlerden daha düşük oranlardaki bölge insanını saflarına katan bu taşeronlar ya da bu küçük şeytanlar; kendilerini besleyen yani bu işi kendilerine veren büyük işverenlerin yani büyük şeytanların istekleri, amaçları ve çıkarları doğrultusunda görevlerini yerine getirmekte; Güneydoğuyu kana bulayarak, ülkeyi ekonomik çıkmaza sokmaktadırlar. Ekonomik çıkmaza giren bir ülkenin ise, dış güçlerin karşısında direnebilmesi, dik durması zaten mümkün değildir; nerede kaldı Ortadoğu'ya hâkim olması…
Mesele bu kadar açık değil mi?
Gerçekten de, Güneydoğu bölgemizde yıllardır ismi konulmamış bir savaş yapılmıyor mu?
Yıllardır sürüp giden bu savaşta, bu ülkenin, bu devletin ve Aziz Anadolu insanının düşmanları “yedi düvel”den de fazla değil mi?
Hal böyleyken, meseleye nasıl “Kürt meselesi” ya da, ”Kürt kimliği meselesi” olarak bakabiliriz, söyleyebilir misiniz?
Meseleyi nasıl ”Müslümanların meselesi değil; görmüyor musunuz camide problemimiz var mı” biçiminde değerlendirebilir ve hafife alabilirsiniz? Kimilerinin sandığı ve de savunduğu gibi, eğer camide meselemiz olmasaydı ve şeytan camiye girmeseydi; Allah'ın Resulü(sav), cemaatin arasında dolaşır ve saflarını sıklaştırmakla uğraşır mıydı, hiç?
Niye azdan çok anlamıyorsunuz?
Gerçekten niye anlamıyorsunuz?
Niye anlamak istemiyorsunuz?
Şeytanın camiye bile girdiğinin niye farkında değilsiniz?
Bir kere daha tekrarında fayda görüyorum:
Güneydoğu meselesi, esas olarak dış kaynaklıdır ve Ortadoğu'da hayati çıkarları olan ve bugünün dünyasında büyük kabul edilen dış güçlerin oldukça büyük boyutlu bir oyunudur.
İkinci olarak; Güneydoğu bölgemiz, doğudan batıya uzanan dünya uyuşturucu ticaretinin en önemli ve en kısa geçiş güzergâhı üzerinde yer almaktadır.
İşte bu noktada, yani Güneydoğudaki bu kavganın sürüp gitmesi hususunda, ülkemizin güçlenmesini istemeyen dış güçlerle Uzakdoğu'dan aldıkları uyuşturucuyu, Uzakbatıya taşıyan uluslararası beyaz zehir kaçakçılarının çıkarları örtüşmektedir.
Biraz önce de belirtildiği gibi, bu güç odaklarının, bu şer gruplarının ve bu çıkar çevrelerinin faaliyetlerine yardımcı olan ve onların doğrultusunda hareket eden, sayıları binde birler oranında da olsa, kimi Güneydoğu insanımız da elbette bulunmaktadır.
Bu binde birlerin, özellikle silahlı güç olarak, şer odaklarının yanında yer almasının ve onların cephesinde, ülkemizin güvenlik güçlerine karşı savaşmasının bir kaç nedeni vardır ve bu nedenleri bir sonraki yazımızda enine boyuna irdeleyelim…

3 Eylül 2012 Pazartesi

tarihçi Yurtsever Türk Bayrağı'nın şifresini çözdü

tarihçi Yurtsever Türk Bayrağı'nın şifresini çözdü

Araştırmacı tarihçi yazar Cezmi Yurtsever, Türk Bayrağı'nda yer alan hilal ve yıldızın anlamlarını çözdüğünü açıkladı 

Araştırmacı tarihçi yazar Cezmi Yurtsever, Türk Bayrağı'nda yer alan hilalin 'İslam' anlamına geldiğini, bayrakta yer alan 5 köşeli ay-yıldızın da 'İslamın 5 şartı'nı simgelediğini savundu.

İstanbul'a Osmanlı arşivlerini ara

ştırmak için geldiğini ifade eden Yurtsever, 'Topkapı Sarayı'na da uğradım. Topkapı Sarayı'nın 'Babı Hümayun' adı verilen birinci kapısının alın kısmında 'Ayyıldız' şekillerini gördüm. Bugünkü Türkiye Devleti Bayrağı'nın Osmanlı'dan miras kaldığı görüşlerini kanıtlayacak arşiv belgeleri, Topkapı Sarayı'nda bulunan bayraklar, nişanlar ve semboller üzerinde araştırmalarımı sürdürdüm. Günümüzde kullanılan Türkiye Devlet Bayrağı'nın anlamını tarihin derinliklerinden alan gizli şifreleri olduğunu öğrendim' dedi.

Yurtsever, Türk Bayrağı'ndaki hilalin çizimi ve gizli anlamı ile ilgili araştırmalar yaptığı esnada uzman hocaların çocukluk yıllarında Fatih Sultan Mehmet'e hilal şeklini çizmeyi öğrettiği bilgisine ulaştığını dile getirdi. 'Hilal, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret etmesi esnasında gökyüzünde ay ve hilal şekli vardır" diyen Yurtsever, açıklamasını da şöyle sürdürdü:

"Osmanlı bayraklarındaki hilal şekli İslam'ı ve hicret olayını sembolize eder. Osmanlı'nın kullandığı 3 hilal şekilli bayrak İslamiyeti güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyaya yayma düşüncesinin karşılığıdır."

Fatih Sultan Mehmet'in Çanakkale Boğazı'nın Gelibolu sahillerine yaptırdığı Kilitbahir Kalesi'nin 3 hilal şeklinde yapıldığına dikkat çeken Cezmi Yurtsever, "Osmanlı ve Türkiye bayraklarındaki hilal şekli Fatih Sultan Mehmet'in kalıcı kıldığı kutsal bir semboldür. Hilal, 'İslam' anlamına gelir. Bayraktaki 5 köşeli ayyıldız ise İslam'ın 5 şartı anlamında" ifadesini kullandı.

Türk Bayrağı'ndaki hilal ve ayyıldız simgelerinin tanzimat reformları döneminde Padişah Abdülmecit zamanında kabul edildiği hatırlatan Yurtsever, bayrağın al renkli olmasının ise 'Vatanı savunma uğruna cihat mücadelesi verme ve şehit olma' düşüncesinin karşılığı olduğunu da sözlerine ekledi.